Son dönemde sıkça gündeme gelen “gönüllülük” kavramını herkes kendi dünya görüşü çerçevesinde tarif etmekte ve içini doldurmaya çalışmaktadır. Genel olarak gönüllü deyince; fertlerin topluma karşı mesuliyet anlayışıyla, çıkar gözetmeksizin bilgi, zaman, beceri, tecrübe ve kaynaklarını -kendi özgür iradeleriyle- bir sivil toplum kuruluşunun hedefleri doğrultusunda kullanmaları anlaşılır. Biz burada kendi medeniyet ölçülerimiz içerisinde gönüllülüğün erdemi ve mahiyeti üzerinde bazı tespitlerde bulunmaya çalışacağız:
İnsanların gönüllü olmalarının sebepleri üzerine yapılan bir araştırmada ulaşılan sonuçlardan bazıları şunlardır:
Gönüllü olmak isteyen kişi;
* Kendisine sosyal bir çevre edinerek yalnızlık duygusundan veya can sıkıntısından kurtulmak istiyordur.
* İnandığı bir şeyi desteklemek istiyordur.
* İlgili STK’da yapılan işleri eğlenceli buluyor olabilir. Dolayısıyla orada bulunmaktan zevk alacaktır.
* Yeni beceriler kazanmak istiyordur ya da var olan becerilerini ilgili kurumda kullanmak suretiyle korumak istiyordur.
* Kendisinde var olan birtakım yetenekleri başkalarıyla paylaşmak istiyordur.
* Kendisini ihtiyaç duyulan birisi olarak görmek istiyordur. Bir problemin çözümüne ortak olmak istiyordur.
* İçinde bulunduğu sosyal çevrede önemli ve popüler birisi olmak istiyordur.
* Yeni arkadaş ve dost çevresi edinmek istiyordur.
* Tabii bir ihtiyaç olan aidiyet duygusunu tatmin etmek istiyordur.
Yukarıdaki sonuçlar medeniyet ölçülerimize göre bir gönüllü portresi verebilir mi? Bu sonuçları Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in ortaya koyduğu ölçüler çerçevesinde değerlendirdiğimizde yukarıda sıralanan sebeplerin birçoğunun kişiyi gerçek anlamda gönüllü yapamayacağını söyleyebiliriz. Çünkü dikkat edilirse gönüllü olma niyetlerinin büyük bir bölümü sıradan ve dünyevi niyetlerdir. Hâlbuki İslam kültürüne göre yapılan işlerin değerini niyetler belirler. Gerçek gönüllülük/hasbilik, karşılığını ancak Allah’tan beklemek suretiyle başkalarının ihtiyaçları adına onlara hizmet sunabilmektir.
Gönüllülüğün tarihte en önemli önderleri, peygamberler olmuştur. Onlar gönüllülük terbiyesini Rabbani bir mektepte elde etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de hemen hemen her peygamberden insanlara karşı söylemesi istenen şöyle bir cümle nakledilir:
“De ki: Ben bu yaptığıma (dâvete ve tebliğ vazifeme) karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” (Şuara, 26/109, 127, 145)
Muhabbet ve samimiyet, insanları etkilemenin en tesirli yoludur. Kendi hesabına bir beklenti ile yapılan hizmetler, çoğu zaman sonuç vermez. Kısa bir süre etkisini gösterse de uzun süreli devam etmesi mümkün değildir. Bu itibarla, özellikle insanları Hak ve hakikate çağıran ve onlara gerçekten faydalı olmak isteyen kimselerin her şeyden önce samimi olmaları bir zarurettir, insanlardan hiçbir maddi karşılık beklemeden onları Allah’a çağıran Allah dostlarının etkili olmalarında en önemli sır bu olsa gerektir.
Gönüllü olmak ciddi bir karakter ister. Menfaatperest, cimri, sadece kendisi için yaşayan, günübirlikçi bir zihniyete sahip kimselerin gerçek anlamda gönüllü olmaları zordur. Zira gönüllülük, cömertliktir, fedakârlıktır, gerektiğinde başkasını kendine tercih edebilme iradesini gösterebilmektir. Bütün bunlar, gönüllülüğün sağlam bir şahsiyet üzerine bina edilebileceğini göstermektedir. Bazen en koyu cehalet dönemlerinde bile vicdanının sesine kulak veren şahsiyet sahibi kimseler olagelmiştir. Tarihte bunun çok sayıda örneğini bulmak mümkündür, örnek olması bakımından “Hilfu’l-fudûl=Fazilet erbabının yeminli birlikteliği”ni burada hatırlamak faydalı olacaktır:
Mekke, İslamiyet’le şereflenmeden önce cahiliye kültürünün bir sonucu olarak büyük zulümlerin de zaman zaman işlendiği bir şehirdi. Bir gün Mekke’nin ileri gelen fazilet erbabı saygıdeğer kimseleri, zulme karşı olmak ve mazlumun yanında bulunmak maksadıyla Abdullah ibn Cüd’ân’ın evinde tertiplenen merasime katılırlar ve şu yemini ederler:
‘’Allah’a yemin ederiz ki, zulme uğrayanın yanında, zalim ona gasp ettiği hakkını iade edene kadar hepimiz bir tek el gibi olacağız. Bu birlik, denizin bir kıl parçasını öğütüp yok edebileceği zamana kadar ve Hira ve Sebir dağları yeryüzünde dikili durduğu müddetçe devam edip gidecektir.”
Bu yemine katılanlar arasında o zaman henüz daha kendisine peygamberlik verilmemiş olan Muhammedü’l-Emin -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de vardır. Hatta peygamberlikle müşerref olduktan sonra Efendimiz, cahiliye döneminde bu gruba katılmasından dolayı âdeta şükran duyguları içinde iftihar eder ve bu şerefi, kızıl tüylü bir deve sürüsü ile dahi olsa asla değişmeyeceğini beyan eder. Medine yıllarında bir gün bu olayı kastederek, şayet böyle bir birlik adına şu anda bile çağrılacak olsa, hemen koşup gidebileceğini söyler.
Fahr-i âlem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zulme karşı kurulan böyle bir gönüllü teşekküle koşarak gideceğini ifade etmesi, ümmetine gönüllü teşekküllere katılma noktasında önemli bir mesaj olarak telakki edilmelidir.
Gönüllü olmak, gönülden iş yapmaktır. Gönüldeki niyetlerle, yapılan işlerin görünen yüzü farklılaşırsa, ortaya ikiyüzlü kimselerin ürünleri çıkar ki bu harekete gönüllülük demek, kelimeye büyük bir zulüm olacaktır. Gönüllülük, samimi olmayı gerektirir. Samimi olmayan ve basit hesapların bir araya getirdiği sözde gönüllü kimselerin yıktıkları, yaptıklarından çoktur. Bu nevi sivil toplum hareketleri, zamanla savaş alanına dönüşecek ve nihayet menfaatlerin bittiği yerde de sönmeye mahkûm olacaktır.
İşte medeniyetimizin ölçülerine göre gönüllü kişide bulunması gereken hasbilik vasfı, diğer bir ifadeyle yaptığını dünyevi bir hesapla değil de sadece Allah için yapma ve karşılığını da yalnız O’ndan bekleme hassasiyeti, son derece önemlidir. Çünkü yaptığı hizmet karşılığında muhataplarından bir teşekkür de olsa bir beklenti içinde olan kimse, gerçekte hizmet sunduğu kişinin şahsiyetini incitecek bir davranışta bulunuyor demektir. Kur’an-ı Kerim’de aç bir insanı büyük bir sevgi ile doyuran gönüllü bir ailenin (Hz. Ali ve Hz. Fatıma) muhataplarına söylediği şu sözler bu inceliği ifade eder:
“Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belalı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azabına uğramaktan) korkarız.” (İnsan, 76/9-10)
“Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir.” (Bakara, 2/263)
Vakıflar, dernekler vb. gönüllü teşekküllerin, içtimai sorumluluk bilinci ile yaptıkları yardımlardan, kendileri adına olmasa bile, müesseseleri adına bir beklenti içinde olmaları da yaptıkları hizmetin kalitesini zedelemektedir.
Fıtratı itibariyle insanın karşılık beklemeden hizmet etmesi zordur. Burada önemli olan bu karşılığı nerede ve kimden beklediğidir. Hizmetin mükâfatını mal, makam, şöhret, nefsani tatmin vb. şekillerde, dünyada iken hemen görmek isteyen kimseler, hizmetlerine muhatap kimseleri çoğu zaman incitici olacaklardır. Buna karşılık, ecrini yalnız Allah’tan bekleyen kimselerin muhataplarını incitmek şöyle dursun, onlara böyle bir hizmete fırsat verdikleri için müteşekkir olacakları tabidir.
Gönüllülük, sadece kendisi için yaşayanların kazanabileceği bir erdem değildir. Dünyanın odak noktasına kendi nefsini yerleştirip, her şeyin ve herkesin kendi yörüngesi etrafında dönmesini isteyen hodgam ve cimri tabiatlı kimselerin gönüllü olması mümkün değildir. Böyleleri gönüllülük hareketine katılır görünseler bile, sonuçta ne verdiklerine değil ne alacaklarına bakacaklardır.
Gönüllülük, büyük bir erdemdir ve hatta profesyonelliğin de ötesinde hizmetlere katkıda bulunur. Zira içinde heyecan taşıyan bir gönül bulunmayan herhangi bir işte güzellik, kalite ve bereket aramak boşuna bir gayrettir. Ancak unutmamak gerekir ki, gönüllülük keyfilik de değildir. Bir yerde gönüllü olmak, canı istediği zaman iş yapmak değil, üzerine aldığı vazifeyi büyük bir samimiyet ve ciddiyetle yerine getirmektir. Hatta gerekirse hizmeti kendi özel işine tercih edebilmektir.
Derya Gönüllü Olmanın Bereketi
Meyve derdinde olmayan ağaç, odundur.
Engin ırmaklar gibi akan milyarlarca insan içinde, bedeni toprağın altına girdiği halde, verdiği gönül eserleriyle hâlâ toprak üstünde varlığını devam ettiren kaç bahtiyar vardır, dersiniz? Şu gök kubbede hoş sedası devam edip hayır dualara mazhar olmuş insanlar, ne ile bu berekete nail olmuşlardır? Kişisel gelişimini fâni hayattaki fâni başarılara tahsis etmek, ne kadar akıllıca bir iştir? Acaba kıyamete kadar varlığını sürdürecek bereketli bir tohum olmak mümkün müdür? Özümüzü böyle bir kaliteye eriştirmenin yolu nedir? Bu sorular, kendi şahsiyet inşamızda cevap aramamız gereken hayati sorulardır diye düşünüyorum. Buna “bir ufuk arayışı” da diyebiliriz...
Rabbimiz şöyle buyuruyor;
“Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.” (Bakara, 2/261)
Bu ayette dikkati çeken husus, infak eden kimselerin şahsiyetlerinin eşsiz bir berekete nail olabileceği hakikatidir. Zira burada her birinde yüz tane bulunan yedi başaklı tohuma benzetilen, infak neticesinde oluşan şahsiyet ve karakterin erişebileceği kalite seviyesidir.
Diğer bir âyette ise infakın kişiliğimizi arıtıp geliştireceğine şöyle işaret edilir:
“(Ey Nebiyy-i Ekrem!) Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin...” (Tevbe, 9/103)
Rahmet Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de cömertliğin şahsiyetin korunup gelişmesindeki tesirini bir benzetme ile şöyle beyan eder:
“Cimri ile cömerdin durumu, göğüsleri ile köprücük kemikleri arasına zırh giyinmiş iki kişinin durumuna benzer. Cömert, infak ettikçe, üzerindeki zırh genişler, uzar, ayak parmaklarını örter ve ayak izlerini siler (adeta yerlerde sürünecek derecede genişler). Cimri ise bir şey vermek istediğinde, zırhın halkaları birbirine iyice geçer, onu sıkıştırır; genişletmek için ne kadar çalışsa da başaramaz.” (Buhari, Cihâd, 89; Müslim, Zekât 76-77)
Mevlânâ -kuddise sirruh- vermenin, şahsiyete geri dönüşünü çarpıcı bir üslupla şöyle ifade eder:
“Allah yolunda ekmek verirsen, sana ekmek, can verecek olursan can verirler.”
Vermek, vermek ve yine vermek. Veren insan, yükselen ve büyüyen bir insandır. Araştırmalar gösteriyor ki nebatat ve cemadat dahi müspet ve menfi nazar ve duygulardan etkilenmekte ve ona göre şekillenmektedir. Bu itibarla veren insan, tüm varlığın müspet enerjisini kendine doğru çekmekle, kişisel kalitesini geliştiren ve gönüllerde çoğalıp bereketlenen insandır. Kendisini sevenlerin muhabbeti, Hakk’a yakın kırık gönüllerin dua ve niyazları, göktekilerin merhametli bakışları ve nihayet Yüce Rabbin eşsiz rahmet ve lütufları sayesinde böyle kimselerin özleri geliştikçe gelişir ve nihayet enerjik bir karaktere sahip olurlar. Artık böyleleri sıradan bir kimse değil, belki on, belki yüz, belki yedi yüz ve hatta daha fazla kişiye bedel olacak bir kalite seviyesine erişirler.
Ancak bilmek gerekir ki, boş bardakla bir ikram söz konusu olamaz. Bilgi, hikmet ve irfan pınarlarından testisini doldurmayan, gönlünü “şerh-i sadr” (gönül genişliği) nimetine eriştirmeyen, Allah yolunda infak niyetiyle harıl harıl çalışıp da helâlinden bol rızka nail olmanın yollarını aramayan kimseler, verme nimetine nasıl mazhar olabilirler ki?
Sözün özü, malını, imkânını, vaktini, güzel sözünü, güler yüzünü ve bilgisini cömertçe paylaşan kimseler, esasen paylaştıkları varlıklar sayısınca gelişirler ve bereketlenirler. Bu gibi kimselerin etki çemberleri büyüdükçe büyür ve hatta fani hayatlarından asırlar sonra bile söz ve halleriyle tesirleri devam eder.
İstisnasız tüm veliler, parlak zekâlı, akıllı, dirayetli, cömert ve mütevazı kimselerdir.
Başka gönüllerde yaşayanlar, âdeta o gönüller tarafından sürekli beslenirler. Hele bu gönüller, Allah adamlarının ve mahzun kimselerin gönülleri ise o zaman kişisel kalitemizin cevheri adeta kristalleşir, eşsiz bir kıymet kazanır.
Tüm âlemlere yetecek rahmeti gönlünde taşıyan rahmet peygamberinin ümmeti olarak, bizlerin de en önemli hedeflerinden biri, sadece kendine değil, ulaşabildiği tüm varlığa rahmet damlası olabilecek bir berekete ulaşma gayreti olmalıdır. Aksi halde Üstad Necip Fazıl’ın şu ihtarına muhatap olmak durumunda kalabiliriz: “Meyve derdinde olmayan ağaç, odundur.”
Rabbimiz’den niyazımız, kendi özümüz olan kalbimize “şerh-i sadır” nimetini lütfederek onu, nadide meyveleriyle kıyamete kadar cömertçe yemiş verecek bereketli bir ağacın kaliteli (selim) bir tohumu kılması ve bâki olan kendi katında kabul buyurmasıdır.