Kardeşlik Azığı / Dr. Adem Ergül

Bütün âlemlerin Rabbi olma sıfatıyla, tüm varlığı kademe kademe terbiye ederek kemâl noktasına eriştiren yüce Rabbimiz, bu süreci yönetirken varlıklar arasında birini diğerine vesile ede ede bir terbiye gerçekleştirmektedir. Cansız gibi görünen varlıklardan tutun da bitkilere, hayvanlara, meleklere ve hatta galaksilere kadar her bir varlığın diğeri üzerinde bir terbiye tesiri söz konusudur. Hangisinin, nasıl bir tesir oluşturduğu ise ancak Rabbimiz’in bilebileceği bir husustur. Biz burada mü’minlerin birbirlerini terbiye etme, geliştirme ve kemâle erdirme noktasında sorumluluklarına dikkat çekeceğiz.

İslam öyle bir toplum inşa etme hedefindedir ki o toplumun fertleri biri diğerinden mesuldür. Biri diğerinin koruyucusu ve kollayıcısıdır. Herkes kendi derdinde değil, aynı zamanda başkalarının da derdine deva olma gayretindedir. 

İslam’ın toplum nizamında “Her koyun kendi bacağından asılır” anlayışına yer yoktur. Zalim de mazlum da korunur. Ancak zalimin korunması, onun zulmüne mâni olmak şeklinde gerçekleşirken, mazlumun muhafazası, üzerinde cereyan eden zulmü kaldırmaktır. 

Ayet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velisidirler (birbirlerini koruyup kollarlar). İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe, 9/71)

Birbirinin velisi olmak, anahtar bir cümle. Düştüğünde elinden tutacak birilerini yanında bulmak, ne güzel bir nimet! Yanlışını düzelten bir dosta sahip olmak, ne büyük bir ikram-ı ilahi! Ayakları kayıp düşmesin diye gözü üzerinizde olan, daha iyi olmanız için size dua eden manevi kardeşlerinizin olması ne muhteşem bir hazine! Yetişme ve gelişme adına ne güzel bir imkân!

Ancak bu ayette bir incelik daha vardır ki o da: Birbirlerinin velisi olacak mü’minlerin belli başlı vasıflara sahip olması gereğidir. Bu vasıflar da şunlardır:

1. Birbirlerine iyiliği emredecek ve kötülük işlemelerine engel olacaklardır.

2. Namazı dosdoğru eda edeceklerdir.

3. Zekâtlarını vereceklerdir.

4. Allah ve Resulü’ne karşı gönülden teslim olup itaatkâr olacaklardır.

İşte bu vasıflara sahip müminler, birbirlerini koruma ve kollama noktasında yeterli altyapıya sahip kimselerdir. Bunların beraberliği, birlikte yücelişin sigortası gibidir. Mü’minin mü’mine nazarı, nasihati, duası ve yardımı hiçbir zaman küçük görülmemesi gereken bir eğitim ve gelişim yardımıdır. Allah Resulü (sav) Efendimiz bu hakikati şöyle beyan eder:

“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”( Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)

Rivayet edildiğine göre Ebu’d-Derdâ Hazretleri bir gün şehri dolaşırken, halkın, bir günahkâra ağır sözlerle hakaret ettiklerine şahit oldu. Onlara sordu:

“-Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz, onu oradan çıkarmaz mısınız?”

Oradakiler:

“-Evet, çıkarırız!” dediler. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ Hazretleri:

“-O hâlde kardeşinize ağır sözler söylemeyin, size afiyet veren Allah’a hamd edin!” dedi.

Bunun üzerine onlar:

“-Siz bu günahkâra kızmıyor musunuz?” dediler.

Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellemin terbiyesinde yetişmiş bulunan güzide sahabe, bu suale şöyle cevap verdi:

“-Ben onun kendisine ve şahsiyetine değil, günahına kızıyorum, günahı terk ettiğinde o yine benim din kardeşimdir.”(Abdürrazzâk, XI, 180; Ebû Nuaym, Hilye, I, 225)

Kur’ân-ı Kerim’de insanın Allah katındaki değer ölçüsü olarak “takva” gösterilir. Takva, insanın kendisine zarar verecek her çeşit tehlikeden korunup sakınması anlamındadır. Allah’ın gazabına ve azabına maruz bırakacak her çeşit günah ve isyandan sakınmaktır. Diğer taraftan kişiyi Allah’ın rızasına ve muhabbetine erdirecek güzelliklerle buluşması da takvanın muhtevası içinde değerlendirilmiştir.

Değerine değer katmak anlamına gelen bu faaliyetlerde, insanın tek başına başarılı olması zordur. Zira görünen görünmeyen tuzaklardan ve düşmanlardan emin olmak, kolay değildir. İşte bu sebepledir ki bu alanda da müminlerin birbirine destek olması emredilmiştir:

“... (Ey mü’minler!) İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” (Mâide, 5/2)

Mü’min kardeşlerinden uzak duran, onlarla beraberlik gıdasını alamayan kimse, güzellikleri elde etme adına kendini mahrumiyete mahkûm etmiştir. Aynı duygu ve değerleri paylaşan kimselerin birlikte yol alması, daimi bir motivasyon sebebidir. Uzun yollar, dostlarla kısalır. Mevlana -kuddise sirrruh- bu ihtiyacı çarpıcı ifadeleriyle şöyle hatırlatır:

“Yolu gözeterek yalnız başına güzel güzel yürüyüp giden, şüphe yok ki arkadaşlarla dostlarla daha hoş gider, daha hoş yol alır.

İnsan arkadaşsız kalırsa, pek sıkılır, darlığa düşer.

Kurt, çoğu zaman, sürüden ayrılıp yalnız başına giden kuzucağızı kapar.

Öyle düşünelim ki; sen ihtiyatla hareket ettin de kurt sana rastlamadı, seni kapmadı. Fakat topluluk olmadıkça, o ruhani neşeyi bulamazsın ki.

Yalnız başına bir yolda neşeli neşeli giden kişinin duyduğu sevinç, dostlarla, arkadaşlarla giderse yüz misli artar.

Her işi yavaştan alan, hantal tabiatlı eşek bile, dostları ile beraber bulununca neşelenir, çevikleşir, kuvvet bulur.

Kervandan ayrılıp yalnız başına yol almaya kalkışan eşeğe, o yol yüz misli uzar, onu yorar.

O çölü, o ovayı yalnız başına aşıncaya kadar, modullanır, ne kadar sopa yer.

O eşek sana der ki: «Bu sözü iyi dinle, eşek değilsen, böyle yalnız başına yola düşme!»

Birbirine neşe veren ve zorluklar karşısında hakkı ve sabrı tavsiye eden kimseler, bu gayretlerinin neticesinde ortak bir sinerjiye erişirler ki bu hâl, hepsinin birden kazanmasına ve yükselmesine vesile olur.

Esasen terbiye/tezkiye görmemiş ham insan, bir yönüyle varlık mayasında fesat ve kan dökücülük istidadı (fücur) taşıyan ve kendi kendine sürekli kötülük fısıldayan bir varlıktır. Yaratılışın başlangıcında imtihan kastıyla öz mahiyetine bu istidat yüklenmiştir. Yine onun mayasına yüklenen bir diğer program da kendisine zarar verecek her türlü tehlikeye karşı kendini koruyabilme (takva) özelliğidir. Şu dünya imtihanında muvaffakiyetin en önemli ve öncelikli konusu, hiç şüphesiz, içimizdeki bu fesadı, fısk u fücûru temizlemek (tezkiye) ve kendimizi koruyacak kalp, akıl, basiret, idrak, gibi takva melekelerimizi sıhhatli çalıştırmak suretiyle ilahi rahmete ermek olacaktır.

Bu özelliklere sahip insanoğlunu, sulh/barış ve muhabbet duyguları ile ülfet ettirmek ve daha ötede kardeşleştirmek, ciddi bir terbiye meselesidir. İşte iman, mü’minler topluluğunu birbirinin kardeşi kılan rabbani terbiyenin temelini teşkil eder. Böyle bir kardeşliğin yaşanması, ilahi merhamete topluca erişmenin de en önemli vesilelerinden biridir. Şu ayet-i kerime bu hakikati ifade eder:

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki ilahi merhamete erişebilesiniz.” (Hucurât, 49/10)

Bu ayetin beyanından anlıyoruz ki kardeşlik seviyemiz, esasen iman seviyemizi de gösteren sağlam bir ölçüdür. Kardeşleşmedeki kusurumuz, imanımızdaki zafiyetten kaynaklanır. Zira iman, bir şerh-i sadır hadisesidir. Yani gönlümüzün genişlemesi, diğer bir ifadeyle deryalaşmasıdır. Dar ve sığ gönüller arasında kardeşlik tesis etmek zordur. Gönül genişlerse, insan affedici olur, hoş görülü olur, cömert ve mütevazı olur, sabırlı ve anlayışlı olur. Ancak bu neticeler, iman kalbe iner ve orayı imar ederse gerçekleşir; dilde kalan, sığda kalan, surette kalan bir Müslümanlık elbette bu sonucu doğurmaz.

Rabbimiz mü’minler arasında imana dayalı kardeşliğin lüzumunu beyan ettikten sonra, bu kardeşliğin korunması, kollanması ve geliştirilmesi adına bazı ikaz ve irşadlarda da bulunur. Hucurat suresi bu yönüyle kardeşlik esaslarının birçoğunun bir arada zikredildiği hususi bir süredir. Buna göre:

1. Mü’minler birbirini küçük görmemelidir. Saygı temeline dayalı bir kardeşlik sergileyebilmelidirler. Bu meyanda hele hele birbirini alay konusu yapmak, Allah katında büyük bir günah sebebidir. Mü’minlerin birbirlerini fert fert küçük görmemeleri gerektiği gibi, bir grup da diğer bir grubu küçük görmemelidir. Ferdî enaniyet/benlik de grup enaniyeti de kardeşliğin baş düşmanıdır. Özellikle grup egosu daha da parçalayıcıdır. Bu itibarla denilebilir ki mesleğine, meşrebine, mezhebine ve bunun gibi daha nice nice grup oluşturma değerlerine bakarak, bir topluluk diğer bir topluluğu hafife alır ve onu küçük görürse, İslam toplumunun birliğine ve kardeşliğine en büyük zararı vermiş olur. Zenginler fakirleri, yöneticiler yönetilenleri, üst meslek grupları diğer meslek erbabını, bir cemaat diğer bir cemaatı, hâk ve hakikat üzere oldukları halde istihkar ederse, aralarındaki kardeşliğe zehir serpmiş olurlar. Böyle bir durumda esasen küçük gören kendisini de küçültmüş olmakta ve yaralamaktadır. Zira mü’minler topluca tek bir vücud gibi olmak durumundadırlar.

2. Kardeşliği zedeleyen ve ilahî rahmetin inmesine mâni olan bir büyük hastalık da kesin bir bilgiye dayanmadan, mü’minlerin birbirleri hakkında belli kanaatlere ulaşıvermesi ve buna dayalı olarak da karşı tarafı mahkûm etmesidir. İnsan ve cin şeytanlarının vesveselerini, dedikodularını, yorumlarını, vehimlerini esas kabul edip kardeşliği zayi etmek, iyi düşünülürse ne büyük bir kayıp ne büyük bir zulümdür!

3. Kardeşlik, affediciliği, bağışlamayı, ayıp örtücülüğü gerektirir. Hangi insan ayıplardan ve kusurlardan müberrâ olabilir ki? Gerçek bu iken ayıpları örtmek şöyle dursun, ayıp ve kusur avcılığına çıkmak, kardeşliği parçalamada şeytana dost olmak demektir.

4. Müminler birbirlerini hem huzurlarında hem de gıyaplarında hayırla anmalıdırlar. Güzel cümlelerle beraberlik ve kardeşlik duygularını pekiştirmelidirler. Birbirinin gönüllerini incitecek ifadelerden şiddetle kaçınmalıdırlar. Zira gönüllerin soğuması kardeşliği de bozup dağıtacaktır. Bu sebeple gıybet denilen dedikodu hastalığı, Allah katında çok çirkin bir günah olarak tasvir edilmiştir.

5. İlahi merhamete erişmek için kardeşliğin bir diğer gereği de birbirini yanlıştan korumaları ve güzelliklerin ikamesi için birbirine dostça yardımcı olmalarıdır.

Kişiliğimizin arınması ve gelişmesinde, toplumumuzun huzur ve terakkisinde, imana dayalı kardeşlik duygularının neşv-ü nemâ bulmasının etkisi çok önemlidir. Yüreklerde böyle bir iman ve muhabbet tutuşturulmadan, ilişkilerde ülfet ve merhamet tecelli etmeyecek, müminler de hep birlikte huzur ve saadeti yakalayamayacaklardır. Ahiretteki cennete girmek için lüzumlu olan kardeşlik, dünyada arzulanan cennet saadeti için de vazgeçilmez bir zarurettir.

Mü’min ahlâkı, bozulmamış insanın fıtri boyasıdır, denilebilir. Bu boya, Rabbani bir boyadır ki ondan daha güzelini tasavvur etmek imkânsızdır. İman, İslam ve ihsandan oluşan din gerçeği, söz konusu temiz fıtratı korumak, arındırmak ve sıhhatli bir şekilde tekâmül ettirmek suretiyle, insanı layık olduğu şeref ve izzete eriştiren, İlahi ve nebevî bir yoldur. Bu yol, insanı hem kendi kendisiyle hem aynı duyguları paylaşan hem cinsleriyle hem de bütün varlıkla ülfet, muhabbet ve dostluğa götüren bir sulh u selâmet yoludur. Bu itibarla iman -Allah düşmanları dışında- bütün varlığı birbirine bağlayan, kaynaştıran ve kardeşleştiren ilahi bir iksirdir.

Esasen ulaşılması ya da yaşanması gereken bu güzel iklimi ifsad eden her bir şey, adı ve şekli ne olursa olsun, imanda yaşanan zaafların bir sonucudur. İman sayesinde gönüllere lütfedilen bu ülfet, muhabbet ve kardeşlik sermayesini zayi etmemek için, önce mevcut sermayeyi zararlı amillere karşı korumak gerekmektedir. Söz konusu zararlı amillerin kaynağı, nefsani ve şeytani dürtüler, duygular ve davranışlardır. Bu negatif iklimi oluşturan zehirli havanın vasıtası ise çoğu zaman dil, el ve safiyeti bozulmuş gönüldür. Allah ve Resulü, bu vasıtaların ne şekilde ifsada sebebiyet verebileceğini bizlere açık bir şekilde haber vermiştir.

Birincisi, incitici, yaralayıcı, ayırıcı ve ilişkileri koparıcı dil zehri. Dil yarası, en derin yaraların başında gelir. Kılıç yarası iyileşir fakat dil yarası iyileşmez denilmiştir. Zira biri vücudun dış kısmını incitirken, diğeri insanın gönlünü ve özünü incitir. Bu yaralamanın şekli, bazen sözün muhtevasından ve bazen de üslûbundan kaynaklanır. Mesela ilişkilerde yalan söylemek, güvensizlik tohumlarını eken bir zehirdir. İftira, kişilik onurunu ayaklar altına alan ve muhatabı adeta yaşarken ölüme mahkûm eden bir katildir. Gıybet, dedikodu denilen hastalık ise insanı başkalarının yanında küçültme ve ayıplı hâle getirme operasyonudur. Hakaret, kötü söz, kötü lakap, incitici ifadeler vb. tavırlar da terbiye görmemiş bir dilin sıhhatli ilişkileri bozan şeytani fonksiyonlarıdır.

Dil zehrinin, muhteva kadar yaralayıcı bir diğer türü de sözü söyleme üslûbudur. Kurulan cümlelerde kullanılan uygunsuz kelimelerin taşıdığı negatif enerji, sıcacık duyguları dondurur ve ilişkileri söndürür. Belki söylenen doğrudur: fakat üslup incitici ve yıkıcıdır. Rabbimiz bu konuda kullarını sıkça uyarır ve “Muhataba değer verdiğini ifade eden bir üslupla söz söylemek” gerektiğini, “sert ifadelerle değil, yumuşak, gönlü okşayan ipeksi dokunuşlarla Hakk’ı tavsiye etmenin” lüzumunu, “merkep sesi gibi yüksek sesle bağırarak değil, duyulabilecek düşük tonlu bir sesle meramını anlatmanın” mümkün olduğunu hatırlatır ve kullarını nezâket ve letafete şöyle davet eder:

“(Ey Resulüm!) Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü en güzel şekilde söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozar. Zira o, insanın apaçık bir düşmanıdır.” (İsrâ, 17/53)

Ayet-i kerimenin şu iki işareti dikkat çekicidir: Her zaman sözün en güzelini bulma arayışı içinde olmak. Zira birine göre güzel olan, diğerine göre kaba, haşin ve çirkindir. Öyleyse her bir insanın, kendi içinde sözün en güzelini yakalama adına, sürekli kendini geliştirme gibi bir sorumluluğu vardır. İkinci konu da, görünen ve görünmeyen gizli güçlerin, söylenen sözlerden yola çıkıp inananlar arasına düşmanlık tohumları ekebileceği gerçeğidir.

İlişkileri berhava eden ve ülfeti düşmanlığa dönüştüren ikinci amil, elimiz, vücudumuz ya da gücümüzle yaptıklarımızdır. Meselâ zulüm böyle bir zehirdir. Göz, kaş işareti ile birilerini alaya alıp horlamak böyle bir zehirdir. Yeryüzünde fesat çıkarma adına girişilen faaliyetler, bu nevi yıkıcı ve parçalayıcı faaliyetlerdir. Ayıpları örtme yerine açığa çıkarma girişimleri yani tecessüs illeti, böyle bir hastalıktır. Bir grubun diğerini küçültme ve ayıplama yarışına girmesi, böyledir. Buna benzer daha nice davranış ve tavırlar vardır ki bir mü’mine yakışmayan ve Müslümanlığımızı ayıplı hâle getiren virüsler gibidir. Resulullah (sav) Efendimiz’in şu sözü ne kadar uyarıcıdır.

“Müslüman elinden ve dilinden diğer Müslümanların kendini emniyette hissettiği kişidir.” (Buhari İman 4-5, Rikâk 26; Müslim, İman 64-65)

Kardeşlik ahlâkını lekeleyen ve zedeleyen üçüncü amil ise kalp ahlâkımızdaki bozulmalardır. Kendini mü’min kardeşinden büyük görme hastalığı, işte böyle bir hastalıktır. Üstünlük kriteri olarak ırkını, meşrebini, mezhebini ve sosyal statüsünü ölçü olarak belirlemek, böyledir. Diğer müminlere karşı -sebebi ne olursa olsun- yüreğinde kin, nefret, buğz ve düşmanlık beslemek, böyledir. Çekememezlik duygularına kapılmak, aynı şekilde yaralayıcıdır. Nitekim Kabil ile Habil, Yusuf aleyhisselam ile kardeşleri aralarına giren düşmanlık duygusu, işte böyle bir haset duygusudur. Kesin bir delile dayanmadığı halde, kardeşlerine karşı kötü kötü düşüncelere ve zanlara kapılmak da kalbin ilişkileri parçalayıcı hastalıklarındandır. Hatta denilebilir ki elimizle ve dilimizle işlediğimiz ifsad edici davranışlarımızın negatif enerji kaynağı, çoğu zaman, tasfiye ve tezkiye görmemiş nefsimiz ve kalbimizdir.

Netice olarak, ilişkileri parçalayan, ülfeti yok eden ve kardeşliği düşmanlığa dönüştüren hastalık, içimizde ve kendimizdedir. Mü’min ahlâkının elimizde, dilimizde ve gönlümüzde tezahür etmesi için imanımızın gönlümüze, dilimize, elimize ve hulâsa hücrelerimize kadar işlemesi zaruridir. Nefsimiz iman potasında eriyince -Allah düşmanları hariç- bütün âlem dosta dönüşür.