Anneler çocuklarını canlarından çok severler. Aklımızın almadığı bazı istisnalar çıksa da genel durum böyledir. Bu sebeple her zaman şahit olduğumuz bu gerçeği ispata gerek yoktur. Hatta bırakın insanları, hayvanlar âleminde bile annelerin yavrularına olan sevgileri ve evlatlarını korumak için yaptıkları fedakârlıklar bizleri hayrette bırakır. Bu konudaki belgesel filmleri ağzımız açık izler ve adeta şaşkınlıktan şok oluruz. Anneler evlatlarına karşı öylesine sevgi, şefkat ve merhamet doludur ki adeta onların bütün dertlerini, sıkıntılarını üzerlerine almak isterler. Onlar uyumadan uyumazlar, onları doyurmadan kendileri doymazlar, onlar hasta olsa iyileşmeden rahat edemezler. Allah vermesin, mesela böbrek hastası olsalar böbreklerini, kalp hastası olsalar çıkarıp kalplerini vermekte tereddüt göstermezler. Yavruları yedikçe kendileri yemiş, gülse kendileri gülmüş, mutlu olsa kendileri mutlu olmuş gibi olurlar. Yani evlatlarının canı sıkılmasın, kaşı kırışmasın diye tüm güzel duyguları ile adeta yavrularının hizmetkârı olurlar. Bütün bunları yaparken de asla çıkarcı veya menfaatçi değillerdir. Yani ne gelecek zaman için ne de yaşadıkları zaman için yavrularından kendi adlarına bir iyilik bir menfaat beklentisi içinde değildirler. Bütün bu fedakârlıkların nedeni çocuklarına duydukları sevgidir, şefkattir ve merhamettir. Bizim gözümüzde ve gerçekte de Anneler işte böyle mübarek varlıklardır. Onların böyle olmalarını yadırgamayız; aksine böyle olmayan anneler bizi şaşırtır.
İşte bir çocuğu için saçını süpürge etmiş, hayatın bütün zorluklarından onu korumuş, onun için çok geceler uykusuz kalmış, çaresizlikten çok geceler uyumamış, ağlamış ve ona buna yalvarıp iş güç sahibi yapmış, elinde çok kısıtlı imkânlar olmasına rağmen onu okutmuş, bir yerlere getirmiş ve hâlâ evladı adına her türlü hastalık, ekonomik zorluklar, gibi endişeleri taşıyan ve çocuğunu hep mutlu görmek isteyen bir anne düşünün… Şimdi bu anneye “Sana çok büyük müjdemiz var! Evlat sevgini, bu uğurdaki fedakârlığını takdir ettik. Bu sebeple sana bu evlat gibi on evlat hatta ne kadar istersen o kadar daha vereceğiz.” deseler bu anne ne yapar? Böyle 10 çocuğum daha olacak diye sevincinden göklere mi zıplar, yoksa eyvah mı der? “Ben ne yapacağım! Bir evlat beni öldürdü, onun dertleri acıları beni mahvetti. Şimdi bu hasta ve yorgun ve yaşlı halimde 10 evlat daha...” demez mi? Evlat sevgisi hatırına, böyle bir ağır yükü hangi anne tekrar ister? Eminim hiçbir anne istemez. “Allah böyle istiyor, bundan kaçışın yok, bu senin kaderin.” denilirse boynu bükülür. Rabbi’ne “Bana bu çok zor, sınavım için yardım et o zaman.” diyerek böyle bir zorluğa razı olur.
Bu herkes tarafından anlaşılabilecek olan girişi; Sevgili Peygamberimiz’in ruh halini ve ümmeti için yaşadığı acı ve zorlukları anlayabilmek ve anlatabilmek noktasında empati yapabilmemize yardımcı olması için yaptım. Zira peygamberler ümmetin imamları, önderleri, kılavuzları ama aynı zamanda anneleridir. Lider anlamına gelen “İmam” Arapçada “anne” anlamına gelen “Ümm” ile aynı kökten gelir. Ümm, Anne demektir. Ümmet de aynı köktendir. Ümmet kelime olarak, bir anneden doğan çocuklara verilen isimdir. İslam toplumunun tamamını ifade eden bir kavram olarak da kullanılır. Yani ümmet, bir peygamberin çocukları veya ailesi gibidir. Kur’ân’da peygamberler imam olarak çok zikredilir.
“Onları (İbrahim’i, İshak’ı ve Yakub’u) bizim emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine hayırlar işlemeyi, namazı dosdoğru kılmayı, zekâtı vermeyi vahyettik. Onlar sadece bize ibadet eden kimselerdi.” (Enbiyâ, 21/73)
Dolayısıyla “İmam” demek; önder olduğu kişilere karşı, bir annenin evlatlarına hissettiği sevgi, şefkat, merhamet gibi duyguları hissedebilen ve onlara bir anne sevgisiyle muamele edebilen, o ahlaki sorumluluğa haiz insan demektir.
Çocuklarına karşı annelik yarışmasında dünyada birinci gelecek bir annenin, evladına sevgi, şefkat ve merhameti ile; bir peygamberin ümmetine sevgi, şefkat ve merhameti karşılaştırılsa peygamberin sevgi, şefkat ve merhameti elbette ağır gelir. Nitekim Rabbimiz bu gerçeği şöyle ifade eder: “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe, 9/128)
İşte Efendimiz’in (sav) derdini anlamak istersek böyle bir empati ile yaklaşmak bize bu derdi ve acıları bir nebze yaşatacak ve anlatacaktır. Nitekim Efendimiz’in (sav); bir taraftan ümmetine duyduğu sevgi, şefkat ve merhamet hislerinin yoğunluğu ve bir taraftan ümmetini kurtarmak adına yüklendiği çok büyük sorumluluk duygusu nedeniyle, neredeyse nefesi kesilip ölecek veya ölmeyi temenni edecek kadar acılar içerisine girdiği anlar çok olurdu. Hatta hayatının büyük bir kısmını böyle acılar, ızdırap ve inlemeler ve ümmeti adına duyduğu endişe ve korkular nedeniyle Rabbi’ne dua ve yalvarmalarla geçirdiği bir gerçektir. Siyerlerde bunların izlerini bulmak mümkün...
“Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin.” (Şuara, 26/3) ve “Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin. Lâkin ancak Allah dilediğini doğruya ulaştırır. O, doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.” (Kasas, 28/56)
“Ey Muhammed! Eğer yüz çevirirlerse artık sana düşen açık bir tebliğden ibarettir.” (Nahl, 16/82)
Peygamberliğin böyle ağır sorumlukluları ve ağır yükleri olduğu için, Allah hiçbir kuluna “Sana peygamberlik vereceğim, ister misin?” diye sormaz. Zira bu yükü, peygamber olabilecek yetenekteki hiçbir akıllı insan gönlüyle isteyemez. Çünkü bu yükün altından hiçbir insan kalkamaz, ancak Rabbi ona refik ola. O sebeple peygamberlik kimseye teklif edilmez; özel yaratılmış kullara isteğine bakılmaksızın ikram edilir. Ahir zamanın önemli şahsiyeti Hazreti Mehdi de aynen böyle olacaktır; bunu önemli bir bilgi olarak bu arada vermek isterim. Yani peygamberlik bir krallık bir saltanat makamı değildir. Orada ne köşklerin ne sarayların ne mal mülk, ihtişam ve insanlara hükümdar olmanın şan ve şerefi ne emrindeki kadınların çoluk çocukların ve ne askerlerin köleliği gibi şeylerin zevk ve sefası sürülür. Sadece bütün bunların hesabı ve sorumluluğu vardır. Velev ki bunların hepsi bir peygamberin önüne serilmiş olsa bile, kendisi için bir sınav olduğu bilinciyle olaya baktığı için ancak bütün bunlar bir peygamberin korku ve endişelerini artırır. Peygamberlerin gözleri böyle şeylerde değil, hep Rabblerinde ve rızasındadır. Bir taraftan Rabblerine duydukları aşk derecesinde şiddetli sevgi bir taraftan da aç bir aslanın önündeki ürkek bir ceylanın korkusu gibi korkular içinde titreyen bir kalple Rabblerinin emrinde ve O’nun hizmetindedirler.
Nitekim bu sorumluluk endişesi içindeki Efendimiz’e Hz. Ebu Bekir (ra) dedi ki: “(Erken) ihtiyarladığını görüyorum.” veya “İhtiyarladın ey Allah’ın Peygamberi!” Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Beni; Hud, Vâkıa, Mürselât, Nebe ve Tekvîr sureleri ihtiyarlattı.” (Tirmizi’nin Sahihi (Sünen) ve Hâkim’in Müstedreki)
İşte bu ağır yükün altında nefes almakta zorlanan Efendimiz’in, en yakın arkadaşları Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den rivayet edildiğine göre, çaresizlik ve yetersizlik duygularına çok girdiği ve bunları dile dökmekten hayâ etse de iç âleminde bu tür duyguları çok yaşadığı bir gerçektir.
“Sıddîk” unvanının sahibi ilk halife Hz. Ebu Bekir (radıyallâhu anh), bir gün ağaç üzerinde bir kuş görmüş, ona şöyle seslenmiştir: “Ne mutlu sana ey kuş! Doğrusu senin yerinde olmayı çok isterdim. Ağaca konar, meyvesinden yer, sonra uçarsın. Ne hesaba çekilmen söz konusu ne de cezaya çarptırılman..!”
Hz. Peygamber (sav)’in “Ümmetler içinde ilhama mazhar (olarak konuşan) kişiler vardır. Eğer benim ümmetimden (bu konumda) birisi varsa o da Ömer b. Hattab’tır.” veya “Sizden önceki Ben-i İsrail içinde peygamber olmadığı halde (hak ve hakikati konuşan) insanlar vardı. Eğer benim ümmetimde de onlardan varsa bunların bir tanesi Ömer’dir.” diye bizlere tarif ettiği Hz. Ömer de bu duygulara çok girerdi. Bir gün yerden bir saman çöpü alarak “Keşke şu saman çöpü olsaydım. Keşke hiç yaratılmasaydım. Keşke annem beni hiç doğurmasaydı. Keşke hiçbir şey olmasaydım. Keşke unutulup gitseydim.” diye Rabbi’ne karşı acziyetini ifade ederdi.
İnsanlara örnek imam olmanın, onların sorumluluğunu almanın böyle ağır bedelleri vardır. Tabi ki bu iman ve şuurdaki gerçek imamlara...
Zamanımızda imam bolluğu olsa da bu kıstasları taşıyanları azdan azdır. Gerçek imamları aramak ve bulmak ise biz müminlerin görevleri arasındadır. “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe, 9/119) ayetini yoksa başka nasıl anlamak gerekir. Sadıklık, sıdk, Hazreti Ebu Bekir’in makamıdır. Demek ki Hazreti Ebu Bekir gibi İslam’a ve Allah’a teslim, ümmet için dertli ve şefkatli bir imam aramak görevlerimizdendir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in bizde aradığı Müslümanlık; bilgiden ziyade bilinç, yakîn duygusu, güzel ahlak, takva gibi önemli kavramlar üzerinde düşünmekle ve yoğunlaşmakla ele geçecek Müslümanlıktır.
Günümüzde Müslümanlar bilgi sorunu değil ama temsil sorunu ve bilgide eklektizm sorunu yaşıyorlar. Bilişim çağı ile her türlü bilgi elimizin altında ve bir parmak dokunuşu kadar yakın. Ama İslam sadece kitaplardan alınacak bir şey olsaydı peygamberlere ihtiyaç olmazdı. Yaşayan Kur’ânlara ihtiyaç var. Ve bugün bizler en çok bunların eksikliğini yaşıyoruz. Çok konuşan, güzel konuşan, diksiyonu, hitabeti güzel olan âlim çok; yaşantısı ile örnek olan ise az. Güzel konuşanları örnek imam sanmak ve onların peşinde vakit geçirmek bizi gerçek imam arayışlarından mahrum ediyor, bu gerçeği hatırlatmak isterim. İslam’ı sadece anlatan değil, her haliyle yaşayan ve yaşatmaya çalışan ve çevresine hem yaşantısıyla hem de nasihatleriyle örnek olan gerçek İslam âlimlerini aramak, yukarıdaki ayetin de tavsiyesiyle görevlerimiz arasında ön sıralarda yer almalıdır. Zira para için her şeyi istismar edip kullanan birçok medya organı, halkın dine olan düşkünlüğünü keşfetmiş ve alabildiğine bunu kullanmakta. Öyleki her gün bu güzel konuşan insanlardan birilerini halkın önüne örnek imam diye çıkarmaktadır. Keşke bunlar konuştukları gibi olsalar örnek olsalar bizler ne kadar sevinir memnun oluruz. Ama farkında olmadan, bu kötü örnekler vesilesiyle, Müslümanların İslam âlimlerinde araması gereken kalite anlayışı erozyon geçirmekte, değeri düşmektedir. Bu hatip kişiler iyi niyetli bile olsalar iyilik yaparken böyle bir değer kaybına sebebiyet vermeleri ve insanları oyalamaları büyük vebaldir. Bunu fark etmeli ve İmam Gazali’nin yaptığı yiğitliği yaparak önce kendilerini ateşten korumalıdırlar. Zira bu hal, iman kuvvetinin bir semeresidir. İmam Gazali gibi her konuda kendini yetiştirmiş, hem çok akıllı hem âlim hem de çok önemli eserler kaleme almış, Batı’da bile adından sitayişle bahsettiren bir İslam âliminin hayatındaki ihlâs ve samimiyet arayışları her âlime örnek olmalıdır.
Neticede, İslam beşerî bir ideoloji veya felsefi bir görüş değil, yüce Yaratıcı’dan gelen mutlaka uyulması gerekli ilahi sistemin ta kendisidir. Çarpıtmaya, istismara ve riyakârlığa tahammülü yoktur. Özünde ve sözünde doğru müminler olmaktan başka da inananlar için bir kurtuluş yolu yoktur.
Meğer ki Rabbimiz merhamet ede.
Allaha emanet olun.