Eksiklik Şuuru ve Allah' Bağımlılık Olarak Dua / Prof.Dr. Hayati Hökelekli

Kur’ân-ı Kerim’i okuyan bir Müslüman, baştan sona her şeyin Allah’a bağımlı olduğunu, bütün kudreti ve yüceliği ile birlikte Allah’ın sonsuz rahmet sahibi olduğunu bilir. Canlı ya da cansız, insanın dışındaki bütün yaratıklar kendi tabii düzenleri içerisinde Allah’a bağlılık ve teslimiyet dışında bir yol bulamazlar. Göklerde ve yerde olan her şey, Yüce Yaratıcı’ya olan bu bağımlılığın şuurunu taşımakta ve buna uygun olarak, kendi varlık tarzları ve ifade biçimlerine göre O’nu övgü ile anıp yüceltmektedir. Böylece bütün varlıklar “yaratılmışlık ve kulluk” bilinci içerisinde Allah’la ilişkilerini sürdürerek ilahi düzen içerisindeki yerlerini almaktadırlar. Fakat insanın bu fıtrat kanununa uyması zorunlu bir boyun eğmeye değil; vicdan, akıl ve iradenin ortaklaşa bir kararına, içten ve gönüllü bir teslimiyete bağlı kılınmıştır.

Yeryüzündeki ağır imtihanına ve büyük sorumluluğuna karşılık, insan tek başına, kendi kaderine terkedilmiş çaresiz bir gezgin değildir. Doğru yolu bulması ve hayat sınavını en iyi şekilde başarması için her durumda insana ulaştırılan “ilâhî rehberlik”, merhameti sonsuz olan Yüce Allah’ın değişmez bir kanunudur. Bu noktada insanın Allah (c.c.) ile gönüllü bir işbirliği yapmış olması, yaratılışının anlam ve amacına uygun şekilde hayatına düzen vermesi, onun kurtuluş ve mutluluğunun tek çözümü olmaktadır. İnsanla Allahu Teala arasındaki bu işbirliğinin en tipik tezahürlerinden birisi, şüphesiz ki dua etme davranışıdır.

Dua eden insan, Yüce Allah’ın insanların her durumundan haberdar ve ilgili olduğunu kabul etmektedir. Allah her an bizleri gözetlemekte, yardım ve rahmetini ulaştırmak için hazır beklemektedir. Ancak ilk hareketin insandan gelmesi gerekmektedir. Çünkü Allah’a muhtaç olan biziz; zengin ve övülmeye lâyık olan ise Allah’tır. Bu yüzden bütün talepler, dert ve sıkıntılar, minnet ve şükranlar sadece Yüce Allah’a iletilmeli ve sadece O’ndan yardım istenmelidir. “Bana dua ediniz ben de duanıza karşılık vereyim.” ilahi emri ile bildirildiği gibi, dua ve talepte bulunan kimseye karşılık vermek, kendisini hatırlayıp anan kimseyi hatırlayıp anmak ulûhiyyetin şânındandır. Biz Allah’ı görmesek de Allah bizim yanıbaşımızda, bize şahdamarımızdan daha yakındır. Onun için dua eden kimse, Allah’ın, duasını işittiği  ve ona karşılık vereceği ümit ve beklentisi içerisindedir.

Hz. Peygamber’den (sav) rivayet edilen bir hadiste “Dua edene istediği şey; ya bu dünyada hemen verilir veya ahirete saklanır ya da üzerinden, istediği iyilik kadar bir kötülük giderilir.” (İbni Hanbel III/18) ifadeleri yer alır. Buna göre duanın mutlaka nesnel bir karşılığı olacaktır. İmkânsız ya da haram bir şey istemek gibi aşırı gidilmediği takdirde, Allah’ın er veya geç, dünyada ya da ahirette mutlaka karşılığını vereceğine inanıp beklemek önem taşır. Bu hususta aynı gerçeğe işaret eden şu ayetin ayrı bir önemi vardır. “Kullarım sana benden sorduklarında (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına karşılık veririm...” (Bakara, 2/186) Bu ayetin iniş sebepleri arasında; bir savaşta Hz. Peygamber’in (sav) arkadaşlarının, seslerini yükselterek tekbir ve tehlil getirdikleri ve dua ettikleri rivayet edilmiştir. Bu durumda Hz. Peygamber (sav): “Siz, sağıra veya uzakta olan birine dua etmiyorsunuz. Her durumda işiten ve yakın olan birine dua ediyorsunuz.” (Buhari, Megazi 38, Cihad 131) buyurarak arkadaşlarını uyarmıştır. Bu iniş sebebinden anlaşıldığı gibi, dua ederken bağırıp çağırmaya gerek yoktur. Rabbimiz bize bizden daha yakındır; hiçbir kelime kullanmasak bile, içimizde sakladığımız ya da açığa vurduğumuz duygu ve dileklerden haberdardır.

Dinî hayatın temel unsurlarından biri olan duanın en önemli özelliği; insanla Allahu Teala arasında vasıtasız, içten, derûnî bir ilişki olmasıdır. Duadaki bu vasıtasızlık ve derûnîlik, az yukarıda zikredilen (Bakara, 2/186) âyetin anlatım özelliği içerisinde çok veciz olarak vurgulanmıştır. Çünkü insan olarak biz, varlık yönünden geçici, fâni, Allah’a bağımlı bir durumdayız. Yüce Allah’a bizzat yakınlaşmamız ve denk bir ilişkiye geçmemiz mümkün değildir. Bu bakımdan yakınlık kul tarafından değil, Allah tarafındandır. Ancak, bizim o yakınlığı algılayabilecek psikolojik bir hazırlık içerisine girebilmemiz mümkündür. Şimdi bu açıklamalar ışığında denebilir ki; dua ederken gönlümüz Allah’tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe gerçekten dua etmiş olmayız. Ancak Allah’tan başka şeylerin hepsinden uzak olunduğu zamanlarda Hakk’ın birliğinin tecrübesi yaşanılır. Allah’ın varlığı ve birliğini en güçlü duygu olarak içimizde hissetmeyi sürdürdükçe, kendimizi düşünme ve kendi talebimizden kaçınmış oluruz. Böylece bütün vasıtalar ve engeller ortadan kalkmış, Allah’ın bize kendisini hissettirmesi ve bize yakınlığının bilinci uyanmış olur. İnsan kendi arzusuna yönelik ve arzusuyla dopdolu olduğu sürece Allah’a yaklaşamaz; çünkü o arzu, engelleyici bir vasıta olur. Bu kaldırıldığı ve Allah arzusu hâkim duruma geldiği zaman ise; “...Ben işimi Allah’a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah kullarını görür.” (Mü’min, 40/44) âyetindeki havale, tam bir samimiyetle ortaya çıkmış bulunur. Bu durumda göz, Hakk’ın gözü olarak görür; kulak, Hakk’ın kulağı olarak işitir; kalp, Hakk’ın aynası olarak bilir, duyar, ister. O zaman milyonlarca sebeplerin, asırlarca zamanların yapamadığı şeyler, Allah’ın dilemesi hükmüyle, “ol” demekle oluverir. İşte dua böyle bir yakınlık vasıtasıdır ve dolayısıyla ibadetin özü, iliği ve en üst derecesidir.

Duadan maksat, Allah’ın bilmediği bir şeyi O’na hatırlatmak değil, kişinin tam bir şuur ve kararlılıkla Allah’a bağımlılığını, kulluğunu göstermesi, aczini ve ihtiyacını Rabbi’ne arz etmesidir. Bu anlamda dua büyük bir “kulluk makamı”dır. Duadan yüz çevirmek, Allah’a tenezzül etmemek demektir ki bu da ancak kişinin kendi varlık sebebi, sınırları ve gerçeğine sırt çevirmesiyle mümkündür. Kur’ân’ın ifadesiyle “Allah’ı unutmak” “kendi özünü unutmak”la eşdeğerdedir. Kendi kendini yeterli görme tavrı, insanın kendini ilahlaştırmasından başka bir şey değildir. Bu ise sapmanın, azgınlığın ve kendine yabancılaşmanın en uç noktasıdır.

Hayatın tabii akışı ve düzeni içerisinde, rahatlık ve genişlik durumlarında, işlerimiz yolunda gittiğinde, Yüce Allah’a olan bağımlılığımızı “unutma” eğilimimiz çok güçlüdür. Buna karşılık Yüce Allah “Rabb” sıfatı gereğince bize varlığımızın sınırlarını hatırlatmak, uyarmak ve gerçeği fark ettirmek, durumumuzu düzeltip kendimize yeni bir yön vermemizi ister. Bu yüzden yabancılaşma ve yanılsamalar içerisinde kulluk şuurunu yitirmeye yüz tutan insanı, tükenmeyen sonsuz rahmeti ve kaynayıp taşan şefkati ile kendine getirmeye, vicdanını uyandırmaya imkân veren vasıtaları devreye girer. Maddî, psikolojik ve manevî sıkıntılar, dertler, güçlükler, musibetler karşısında âciz ve çaresiz kaldığımızda, kendi varoluşumuzun sınırlarına, kendi akıbet ve kaderimize kendimizin sahip olmadığımız gerçeğini daha doğrudan fark etme imkânı buluruz. Yüce Allah’ın hâkimiyet ve otoritesinin her şeyi kuşatıcı, bütün her şeyin O’nun iradesine bağlı olduğu en çok böylesi anlarda kendiliğinden keşfedilebilir. En içten gelen, en samimi dua ve yakarışlar, yardım ve medet umarak Rabbimiz’e yönelişler, en çok bu zamanlarda kendisini gösterir. Yüce Allah, unutma hastalığına yakalanmış insanların, en azından böylesi durumları kendi manevi uyanışları için bir vesile edinmelerine imkân tanıyarak rahmetinin gereğini yapar. Fakat şuur darlığı, kalp katılığı en son noktasına ulaşmış olanlar için bu sıkıntılı anların da pek fazla uyarıcı etki yapmadığı çok iyi bilinen bir gerçektir.

İnsanı, kendisine dua etmeye teşvik eden, ancak dua ve kulluk ile insanın değerinin artacağını bildiren Yüce Allah şöyle buyurur: “Söyle onlara ki: Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin!” (Furkan, 25/77) Bu ayetteki dua kelimesinin bütünüyle ibadet, kulluk anlamı taşıdığı söylenebilir. Gerçekten de insanın değerini yücelten şey genel anlamda kulluk bilincidir. Kulluk bilinci, anlık ya da durumluk bir tutum değildir. Her durumda, sabır ve samimiyetle Allah’a bağlılığın sürdürülmesidir. Dua da bunun en belirgin dışa yansımalarından birisidir. Dua etmekle zorlamalı bir iş yapmış olmuyoruz. Tam tersine yaratılışımızın temel amacı olan Allah’a gerçek kul olmaya uygun hareket etmiş oluyoruz. Dua bizi diğer varlıkların üstüne yükseltmekte ve Allah’a yakınlaştırmaktadır. İnsanın değeri de ancak Allah’a yakınlaştığı ölçüde artmaktadır.

DUADA İSTEK İNANÇ VE TESLİMİYET

Dua eden insan, kendisine çok yakın olup duaları işiten Yüce Allah’ın aynı zamanda bunlara karşılık vereceğine de yürekten inanır. Çünkü O’nun güzel isimlerinden birisi de “mucîb”dir. Mucîb’in anlamı; duaları ve dilekleri kabul edip yerine getirmekle karşılık veren, isteyene arzu ettiği şeyi yetiştiren demektir. Nitekim Allah her zaman iyi kullarının dualarını kabul etmiş, sıkıntılarını gidermiştir. “Bana dua ediniz ben de duanıza karşılık vereyim. Çünkü bana ibadetten yüz çevirip büyüklük taslayanlar, aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min, 40/60) anlamındaki ayette, Allah’ın karşılık vermesi için kulun istemesi şart kılınmıştır. Bu “istemenin yalnızca dil ile değil, bunun yanında “fiilen talep” şartına bağlı olduğu da bir gerçektir. Yani “talep” ve “kabul” arasındaki ilişki, mucizevî ve önşartsız değildir.

Tabii, psikolojik ve sosyal sebep ve kanunlarla ilişki içerisinde, fakat aynı zamanda bunları yönlendirebilecek bir etkinlik alanı oluşturarak duanın kesin bir sonuç oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bunların yanında, nasıl ki insan Yüce Allah’a dua etme konusunda bir özgürlüğe sahipse, Allah’ın da kendisine yapılan dualardan hangilerine nasıl karşılık vereceği hususunda bir takdir hakkına sahip olduğunu da kabul etmek gerekmektedir: “Bilakis yalnız Allah’a yalvarırsınız. O da (kaldırılması için) kendisine yalvardığınız belayı dilerse kaldırır...”(En’am, 6/41)  Ayetinden anlaşılabileceği gibi, Allah duruma göre bu takdirini kullanmaktadır. “...O’na ancak güzel sözler yükselir; onları da iyi davranışlar yükseltir...”(Fâtır, 35/10) ayeti de duanın sadece kuru sözlerle sınırlı kalmayıp kişinin olumlu davranış ve yönelişler eşliğinde Allah’la iletişime geçmesi durumunda, duasına tatmin edici bir karşılık bulacağını haber vermektedir.

Yapılan duaların Yüce Allah tarafından kabulü, her şeyden önce insanın inanç ve teslimiyet derecesi ile doğru orantılıdır. Gerçek bir “kulluk şuuru” içerisinde Allah’a yönelen kimsenin dua ve talebinin geri çevrilmesi düşünülemez. Bu bakımdan inanan bir insan Yüce Allah’ın, dindarlıkta samimiyet ve ihlas davetine duyarsız olamaz: “Haydi, kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah’a, Allah için dindar ve ihlaslı olarak dua edin.”(Mü’min, 40/14, 65) Bu davetin gereği olan bir dinî tutum içerisinde Allah’a el açan kişi, duasının geri çevrilmeyeceği inancını taşır. Nitekim bir hadiste ifade edildiği gibi “Allah çok hayâlı ve cömerttir. Kulu dua ederek kendisine elini uzattığı zaman, O, elleri boş çevirmekten hayâ eder.” (Tirmizi, Da’avat 118) Bunun için de insanın kendine düşeni yapması önem taşır.

Dua ibadetin özü olduğu gibi, Allah’a kulluk da duanın kabulünün başta gelen şartı olarak gözükmektedir. Nitekim Mü’min suresi 60. ayette hem dua hem ibadet kelimelerinin bir arada zikredilmiş olması, “kulluğun duayı, duanın da kulluğu gerektirdiği” şeklinde bir yoruma imkân vermiştir. Allah’ın dışında başka varlıklara el açıp yalvaran, onlardan yardım ve medet umanlar, asıl hedeflerini şaşıranlardır. Çünkü varlığın gerçek sahibi, ihtiyaç ve sıkıntıların asıl arz makamı Allah olduğuna göre, başka bir yola başvuranlar, Allah hakkında doğru bilgi ve inanca sahip olmayanlardır. Onun için onların bu davranışı akılsız, isabetsiz, boş ve saçma bir gayret, açık bir sapıklık olarak nitelendirilmeyi hak eder. Böyle bir duadan elde edilebilecek hiçbir şey de yoktur. 

Kur’ân-ı Kerim’de puta tapıcı kâfirlerin durumuyla ilgili çok sayıdaki ayetlerden birisinin anlamı şöyledir:

“Gerçek dua ancak Allah’a yapılır. Ondan başka dua ettikleri şeyler, onların isteklerini hiçbir şekilde karşılamazlar. Onların durumu, suyun ağzına gelmesi için avuçlarını ona açmış bekleyen kimsenin durumu gibidir. Hâlbuki (suyu ağzına götürmedikçe) hiçbir zaman su onun ağzına girecek değildir. İşte kâfirlerin duası böyle boşa gitmektedir.” (Ra’d, 13/14) 

Dua; kalbin Allah’a yükselmesi, her şeyin sahibi ve maliki ile doğrudan ve derûnî bir ilişkidir. Bu yüzden; “Bana yalvarın, size karşılık vereyim...” (Mü’min, 40/60) ayetinin anlamı şu şekilde de anlaşılabilir: Benden beni talep edin, size karşılık vereyim. Aramasını bilirseniz beni bulursunuz, beni bulan da her şeyi bulmuş olur. Çünkü “O’nun emri bir şeyi dilediği zaman ona ancak ‘ol’ demesinden ibarettir. O da oluverir.” (Yasin, 36/82) buyrulmuştur ki işte hiç reddolunmayan dua budur.

Bir kimse Rabbi’ni bulduğu, O’nunla karşılaştığı zaman, O’na hitap etmek için en güzel ifade biçimlerini seçip kullanmalıdır. Çünkü “O’na ancak güzel sözler yükselir...” (Fâtır, 35/10) Bu yüzden övgü ve saygıya en fazla layık olan Yüce Allah, kulu dua ile kendisine başvurduğunda, kendi güzel isimlerinden birisi ile kendisine hitap edilmesini ister: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na güzel isimlerle dua edin...”(A’raf, 7/180) “De ki: İster Allah deyip dua edin, ister Rahman deyin; hangisini derseniz deyin, O’nundur en güzel isimler...” (İsrâ, 17/110) İnanan kişi, hangi ismiyle anarsa ansın Allah’ı karşısında hazır bulacaktır. Burada önemli olan, Yüce Allah’a layık ve güzel sözler ve “bu güzel sözleri ilâhi huzura yükseltecek iyi davranışlar” ile O’na yakın olmasını bilmektir. Bu da ancak samimi ve ihlâslı bir dindarlıkla mümkün olabilir.

Duanın kişi açısından etkinliği, ihlâs, samimiyet ve tam bir teslimiyetle Allah’a yönelmesi ile doğru orantılıdır. Dindarlıktaki ihlâs ve samimiyetin en önemli göstergesi, Allah’la ilişkiyi ve O’nu hatırlayıp anmayı yalnızca ihtiyaç ve sıkıntılı anlara hasretmemek, darlıkta ve bollukta, iyi günde ve kötü günde kulluk şuurunu ve görevlerini hep koruyup gözetmektir. Allah’ı, kendi insanî istek ve ihtiyaçlarını karşılama, korkularını yatıştırma dışında, kendi gerçek anlamı ve sıfatları çerçevesinde algılayabilme başarısını gösteremeyen kimselerin, imanları gibi duaları da etkin olmaktan uzaktır. Dinî değerleri bir amaç değil, araç olarak gören “dışgüdümlü” dindarların, dualarında yaşadıkları hayal kırıklıkları ya da isteklerini elde ettiklerinde sergiledikleri döneklik ve tutarsızlıkları çok bilinen bir durumdur. Allah’a şartlı ve sınırlı bir teslimiyet gösteren, kendi kişisel ve bencil isteklerini herşeyin üstünde tutan kimseler, hoşlarına gitmeyen, isteklerine aykırı düşen bir durumla karşılaştıklarında çoğu zaman gerçek ya da hayâlî birtakım dış güçlere, kendi kaderi üzerinde belirleyici bir “etki” ya da rol yakıştırmaya ve böylece onlara tanrısal nitelikler isnat etmeye eğilimlidirler. Böylesi kimselerin tutumlarını aşağıdaki ayetler çok iyi dile getirirler:

“İnsanların kimi, Allah’a yalnız bir yönden kulluk eder. Öyle ki kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur; ama bir musibete uğrarsa hemen bütünüyle yüz çevirir ve böylece dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.”

“[Böyle yaparken] Allah yerine, kendisine ne zarar ne de yarar sağlayabilen şeylere yalvarıp yakarır; düşülebilecek en vahim sapıklık da zaten budur.”

“[Ve bazen de] kendisine zararı yararından çok olacak olan kimseye (bir başka insana) yalvarıp yakarır. O (yalvardığı) ne kötü bir yardımcı ne kötü bir dosttur.” (Hacc, 22/11, 12, 13)

Dar ve yüzeysel bir bakış açısı ile Allah’ı gereği gibi takdir edemeyen kimselerin duaları sonuçta nafile bir çabaya ya da sapkın bir aldanışa yol açar. Buna karşılık derin kavrayış sahibi (ulu’l-elbab) olup sağlam bir inanış ve içten ve samimi bir yönelişle Allah’a el açıp yalvaran kimselerin duaları, her zaman etkin sebeplerden biri olarak iş görür. Çünkü Yüce Allah “kendi yolunda çaba gösteren hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağını” bildirmektedir.