Seyr-i sülûk kavram olarak nedir ve seyr-i sülûk, nefsin bir terbiye metodolojisi midir?
“Bahrü’l-Medîd” adlı tefsirin müfessiri olan büyük Allah dostu İbni Acîbe el-Hasenî buyuruyor ki: “Seyr-i sülûk, padişahlar padişahının huzuruna giden yolun ilmidir.” Tabi bu gidiş, fiziki bir gidiş değil. Bu gidiş, iç alemimizde Rabbimiz’e yaptığımız bir yolculuk. Şimdi Allah celle celaluhu bizimle her daim beraber ama biz kiminle beraberiz? Genelde biz nefsimizle beraberiz, nefsimizin emrindeyiz maalesef. Ruhumuzu nefsin zulmünden, tasallutundan kurtarıp Allah’a vasıl olmak için sufilerin geliştirdiği, Kur’ân ve sünnetten aldıkları delillerle, prensiplerle oluşturduğu bir maneviyat yolu, seyr-i sülûk. Tabi bütün tarikatların hepsi de seyr-i sülûktur ama metotlara göre tarikatlar oluşmuştur; Kadiri, Nakşi, Halveti, Celveti gibi. Bu sebeple bugün ihmal edilen ama esasında İslam kültürünün tam merkezinde yer alan manevi yolculuk seyr-i sülûk, çok önemli bir manevi gelişim aracıdır.
Bir insan İmam-ı Gazali Hazretleri’nin, İmam-ı Rabbâni Hazretleri’nin eserlerini okuyarak seyr-i sülûk yapabilir mi?
Sufilerin büyük çoğunluğuna göre seyr-i sülûk için yaşayan bir mürşid gereklidir. Nasıl ki bir insan kitap okuyarak doktor olamıyorsa ameliyatlara giremiyorsa seyr-i sülûk için de bir ustaya ihtiyaç vardır. Esasında aslı üstaz’dır, usta oradan gelmedir. Eğer siz berberliği bile kendi başınıza öğrenirseniz kulak, burun kesersiniz farkına varmadan. Bir işi tek başına öğrenmek vakit kaybettirir ya da olsa bile çok zor yoldan olur. O sebeple bir mürşid-i kâmil bulunabilirse en hızlı seyr-i sülûk onun rehberliğinde yapılır. Çünkü İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbâni, kimisi 400 sene, kimisi 900 sene önce yaşamış olduğu için, bugünün problemlerine onların eserlerinde belki tam bir cevap bulunamayabilir. Ama eğer böyle bir zât bulamazsak etrafımızda, o zaman yapılması gereken de bu tür eserleri okuyarak onlardan istifade etmeye çalışmaktır. Ama yanlış anlamak da çok mümkün oluyor veya insanın girdiği o maneviyat yolunda ilham gelir, keşif olur, bu da belki şeytanîdir. Bu konuda Abdulkadir Geylânî Hazretleri’nin çok güzel bir hikâyesi var. Bir gün ibadet ile meşgul iken bir ses geliyor: “Ey kulum Abdulkadir! Seni namazdan, ibadetlerden artık serbest bıraktım. Bundan sonra bunları yapma.” O da “Ey melun şeytan, defol.” diyor. Şeytan “Nereden bildin?” diyor. O da “Birincisi; Allah’ın sesi her taraftan gelir, senin sesin bir cihetten geldi. İkincisi; Allah haramları helal, helalleri haram kılmaz.” diyor. Belki çok güçlü olanlar bunun ilmini fark eder ama nice insanlar keşfine, hallerine aldanıp ucuba düşüyor, maneviyat yolundan ayağı kayabiliyor. O yüzden biz önce bir mürşid, onunla beraber kitapları tavsiye ediyoruz. Ama hiç mürşid yoksa diyelim ki bir insan Müslüman oldu, Sibirya’da veya Rusya’nın ufak bir şehrinde tek başına yaşıyor. Yakın civarlarında böyle bir maneviyat büyüğü de yok. O zaman tabi ki İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbâni ve Abdulkadir Geylânî Hazretleri’nin eserlerini okuyarak elinden geldiğince manevi kemalâtı için çalışabilir.
Nakşilik, Kadirilik gibi çeşitli tarikatlar çıkmış, onlar da birtakım metotlar geliştirip farklı yollar izlemişler. Seyr-i sülûk yapmanın Kur’ân’daki ve sünnetteki delillerinden bahseder misiniz?
Genelde sufilerin esas metotları zikirdir. Zikir, bütün tarikatlarda vardır. Sonra sohbettir. Şimdi zikir’e bakarsak Rabbimiz “Feżkurûnî eżkurkum” diyor; “Beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara, 2/152) Âl-i İmrân suresinde “yeżkurûnallâhe kiyâmen veku’ûden ve’alâ cunûbihim” “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmrân, 3/191) Kadirilik, kıyam-ı zikir; Nakşilik ise hafi yapılan zikir. Esasında bunların hepsi ayetlerde geçiyor. “Veżkur rabbeke fî nefsike tedarru’an veḣîfeten vedûne’l-cehri” “Rabbin’i, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret ve gafillerden olma.” (A’râf, 7/205) Başka bir ayette de açık sesle “feżkurun” diyor. Baktığımız zaman Kur’ân-ı Kerîm’de ve Ashab’ın hayatında bunların hepsine delil var. Peki, neye göre tarikatlar bunları tercih etmişler? Herkes kendi fıtratına göre bir yöneliş yapmış. Mesela çok cezbeli, çok mücahid bir insan Hz. Ali Efendimiz’in yolundan yürümüş. Çünkü Hz. Ali Efendimiz daha cevval, savaşçı ruha sahip olan bir insan. Bakıyorsunuz, Ebu Bekir Efendimiz’in meşrebine uygun birisi onun yolundan yürümüş. “Bir gün Peygamber Efendimiz (sav) mescide geliyor. Ebu Bekir Efendimiz Kur’ân-ı Kerîm okuyor çok sessiz, çok sedasız. “Kur’ân’ın sesini biraz daha yükselt.” diyor. Ömer Efendimiz’e gidiyor, o da Kur’ân-ı Kerîm’i çok yüksek sesle okuyor; kahraman, mücahit bir sahabe. “Ömer, niye böyle okuyorsun?” diye soruyor. “Şeytanı kovmak için.” deyince “Sen sağıra işittirmiyorsun, sesini biraz indir.” diyor. Nasıl ki Ashab-ı Kiram hepsi aynı değil, kimisi daha açık, kimisi daha sessiz gibi farklı yapıdaysa bugün de hemen hemen aynı durumdayız. Tarikatlar da insan yapılarına, bölgelerine göre değişiyor. Mesela Afrika tarikatlarının hiçbirinde Nakşiliği göremezsiniz. Çünkü Nakşilik daha sükûti, zikri hâfi. Ama orada Kadiriliği görebilirsiniz, çünkü Afrika insanı çok hareketli. Böyle bir yapıda Nakşilik tam anlamıyla iş görmez. Orada Rufailik çok iş görür. Çünkü Afrika insanının vücudu geliştirmeye, fiziki güce ihtiyacı var ve devamlı çalışıyor. Dolayısıyla teferruat konularındaki metot farklılığı bizim için bir rahmettir. Esasına baktığımız zaman aralarında hiçbir fark yok; Rufai de Nakşi de Halveti de Celveti de Allah’a vasıl olmak istiyor. Hepsi Peygamberimiz’in (sav) sünnetine uymak istiyor; Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak istiyor. Mesela bugün Ankara’ya uçakla 1 saatte, trenle 3 saatte, otobüsle 5 saatte gidersiniz. Gidilen araçlar farklı ama hedef aynıdır. Bu farklılıkları böyle görmek lazım.
Seyr-i sülûk yapmada ve ahlakın değişmesinde önümüzde bir rol model olması çok önemli. Bu konudan biraz daha bahseder misiniz?
Biz Müslümanlar için en başta gelen rehberimiz Peygamber Efendimiz (sav)’dir. O eşi benzeri olmayan, masum bir zâttır. Peygamber Efendimiz’in (sav) o manevi hayatı, nesilden nesile Allah dostları tarafından bize aktarılmıştır. Onun muhabbetullahı, marifetullahı, huşusu bu şekilde şahıstan şahsa hal ile bize devrediliyor. İşte o tarikatlar, tekkeler bunu çok güzel organize etmiş ve Mevlanalar, İbni Arabiler, Hacı Bektaş-ı Veliler, Şah-ı Nakşibendiler gibi nice Allah dostları yetişmiş. Hepsi insanlığa örnek. Sadece ülkemizde değil, bütün dünyanın kabul ettiği ve tanıdığı işte Yunus Emre. Bugün Mevlana’nın eserleri bütün dünyada okunuyor. Bütün insanlığa rehber büyük şahsiyetler bunlar. Ama ülkemizde geçirdiğimiz bazı süreçlerde “Allah dostlarını örnek almayalım. Ulemamızı bir kenara itelim...” şeklinde çok Vehhabi, Haricî yönelişler oldu. Bunlar her şeye “şirk” diyorlar. Oysa Allah dostu sizi Peygamber’e, Peygamber de sizi Allah’a götürür. Nasıl ki lisanı annemizden, babamızdan öğreniyorsak Peygamber olmadan da Allah’a gidemiyoruz. Biz Allah’ı nasıl tanırız Peygamber olmadan? Tabi ki Peygamberimiz’i en iyi tanıyanlar da bize önce Allah Resulü’nü tanıtıyor. Çünkü Allah’ın bu kâinatta kurduğu sistem böyledir. Mesela bir işe gidip patronunuzdan maaş alıyorsunuz. Ama esas rızkı veren Allah’tır. Böyle lüzumsuz tartışmalar var maalesef. Bu birinci sıkıntı. İkinci sıkıntı ise bunun müspet örneklerini çekip aldığımız için insanlarımızın elinden, bugün artık insanımız; medyanın süslediği insanlara rabıta yapıyorlar. “Şuuraltı aptaldır.” diye bir söz vardır. İnsanın şuuraltı, her izlediğini ve gördüğünü örnek alır ama siz farkında olmazsınız. Mesela bir karate filmi seyretseniz o gün sizin vurmak, kırmak tarafınız öne çıkar. Ya da o filmde ticari bir konu varsa zengin olma hayaliniz aklınıza gelir. Dolayısıyla Türkiye’deki bu ahlaki çöküntünün bence en önemli sebebi; Allah dostlarımızı, ulemamızı, urefamızı bırakıp, kötü bir hayat yaşadığı halde bu hayatı süslenerek önümüze konan kimselerle rabıta-ilişki kurmamız, onlara doğru seyr-i sülûk yapmamızdır. Seyr-i sülûk da çift taraflı tabi. Allah’a giden yolda seyr-i sülûk var; şeytana giden ters istikamette de seyr-i sülûk var. Bu konuda maalesef çok büyük kayıplarımız olduğunu üzülerek söylüyorum. O yüzden biz inşallah güzel insanlara ulaşalım, onlarla beraber Rabbimiz’e gidelim.
Günümüzde tasavvufa merak arttı. İnsanlar İbni Arabi’nin, Mevlana Hazretleri’nin eserlerini felsefi bir metin gibi okuyor. Tasavvuftaki nefsle mücadale, zikir çekme, hizmet etme yönü gözden kaçıyor, uygulamaya geçmiyor. Böyle bir trend var günümüzde. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Herkes her şeyin en iyisini en kısa yoldan elde etmek istiyor. Tasavvufun başı acıdır, çünkü başında nefsle savaş var. Mücadele yapacaksınız, oruç tutacaksınız, ibadet edeceksiniz ve nefs yenilecek. Ondan sonra bütün bunları zevkle, zorlanmadan, isteyerek, aşkla yapacaksınız. Şimdi bazı insanlar tasavvufun baş tarafındaki seyr-i sülûkun mücadele tarafını atarak, daha da acı tarafı İslam’ı tasavvuftan ayırıp tasavvufun insan sevgisi, muhabbet, muhabettullah, marifetullah yönünü felsefi boyutta ele alıyorlar. Böylece hem bu dünyadan doyasıya zevk almak hem de ahiretten mahrum kalmamak için bazı tasavvufi uygulamaları yapıp iki tarafta da çok zevkli bir hayat yaşamak istiyorlar. Bu son derece yanlış. İslamsız tasavvuf olmaz. Biz diyoruz ki “Mücadelesi olmayanın müşahedesi olmaz.” Bu sebeple günümüzdeki bu yönelişler maalesef nefsanîdir. Şeriatı inkâr eden, haramla helali birbirine karıştıran, haram-helal kutuplarını ciddiye almayan ama İbni Arabi’yi, Mevlana’yı okuyan ve tasavvufu felsefeleştiren kimseler hem kendilerine hem de takipçilerine bence ihanet etmiş oluyorlar. Tasavvufu ortasından kesiyorlar; baştaki mücadele, riyazet, zikir, tefekkürü bir tarafa atıyorlar, sonundaki müşahade ya da marifet tarafını gündeme getirerek insanları ilim ya da şeriat olmadan yoldan çıkarıyorlar. Tabi bu konularda çok dikkatli olmak lazım. Biz İslam’ı bir bütün olarak kabul ediyoruz; şeriatıyla, tarikatıyla, hakikatiyle. Hepsini aynı anda yaşamayı ve bunu sağlayan tarikatların peşinden gitmeyi tavsiye ediyoruz.
İnsan seyr-i sülûk yaparken kendisinin hangi makamda olduğunu bilebilir mi?
Zaman zaman hisseder ama bilmemesi daha iyidir. Çünkü bildiği zaman ucuba düşebilir. “Artık ben oldum, erdim.” deyip yoldan çıkabilir. O yüzden tasavvufun en önemli özelliği insana kemalâtı göstermemesidir. Sufiler der ki: “Bir tünele girersiniz, gidersiniz. Ortasında mısınız, başında mısınız, bilmiyorsunuz. Ama bir anda bakarsınız ki tünel bitmiş.” 30 kilometrelik bir tünele girseniz sonu tam gözükmez. Ancak son 200 metrede ışık yansımaya başlar. Bunun faydası da dediğim gibi ucuba düşmeyi önler. Ama tasavvufa giren insanlarda şöyle bir sıkıntı olabiliyor. İnsanlar biraz yola girip ibadet ediyor, zikir çekip sonra da “olgunlaştım” diyorlar. Bunu da kuşun kanatları tam çıkmadan uçmaya başlaması ve kedilere yem olması gibi değerlendirmek lazım.
Bayezid-ı Bistami Hz.’nin çok güzel bir sözü var: “Öyleleri var ki ufacık bir bardak maneviyat şarabı içer, sarhoş olur. Ben ise 7 okyanusu içtim, hâla her bir meziyetten daha getirin, daha getirin derim.” Sufiler, insanın manevi kapasitesini artıran ve kendi kemalâtını da göstermeden, onu tevazu içinde Allah’a ulaştırıyorlar. Bu konuda size bir örnek vereyim: Diyelim ki bir cambaz 1 karış enindeki tahtanın üzerinde çok rahat yürür, gider. Ama o tahtayı iki binanın arasına yerleştirirsek o cambaz korkar. Normal orta yaşta bir insan 10 ya da 30 metrelik bir tahtadan düşmeden rahat karşıdan karşıya geçer. Ama 10 katlı iki apartmanın üstüne aynı tahtayı koyar ve yürü derlerse korkumuzdan yürüyemeyiz. İşte nefsin kötü ve güzel taraflarını sufiler bizlerden saklıyorlar ki; nefsimizin iyi tarafını görüp kemalâtımızından sarhoş olmayalım ve nefsimizin kötü taraflarını da görüp korkudan hareketsiz kalmayalım. Böyle çift taraflı bir güzelliği var tasavvufun.
Nefs muhasebesiyle alakalı Hazreti Ömer’in “Bugün Allah için ne yaptın?” sözü tasavvuf erbabı için bir düstur olmuştur. Seyr-i sülûkla bağlantılı bunu anlatır mısınız?
Tasavvufta buna “muhasebetü’l nefs” denir. Sufiler diyor ki: “Her akşam otur, bir murakebe, bir muhasebe yap. Bugün sen Allah için ne verdin, hangi hizmeti yaptın?” Allah’ın ne kadar büyük bir nimeti içerisindeyiz. Bir nefes alamazsak ya da veremezsek ölürüz. Onun şükrünü yaparak “Allah” diyorlar, o nefesin farkındalar. O kadar nimet içerisindeyiz ki Allah’ın nimetlerini saysanız bitiremezsiniz. Nice gafiller var ki her türlü imkânlara sahip, sağlığı sıhhati yerinde ama lüks bir arabam yok diye ağlıyor sabah-akşam. Fabrikam küçük diye üzülüyor. Harama giriyor, uykusuz kalıyor. Allah rızkını bol bol vermiş adama ama sabah-akşam şikâyet ediyor “yetmiyor, bitmiyor...” diye. Şimdi düşünün ki bu insanlar nerede, her türlü sıkıntı içerisinde olup her nefes alırken ve verirken “Allah” diyen insanlar nerede? O kadar önemli ki bu muhasebetü’l nefs; hareketlerimizin, davranışlarımızın, konuşmalarımızın ve her anımızın farkında olarak yaşamak, gaflet içinde yaşamamaktır. Buna bugün farkındalık diyorlar. Ben size bir selam veriyorum, onun farkında olacağım. Sizinle konuşuyorum, o kelamımın farkında olacağım. Yemeği besmeleyle, hamdeleyle yiyip onun farkında olacağım ki hiçbir zaman şeytana bir vakit yemek, bir otel çıkmasın. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Akşam kişi evine girer, besmele çekmeden kapıyı açar. Der ki şeytanlar: Koşun, doluşun içeriye. Bedava kendimize konak bulduk.” Siz daha içeriye girmeden, ayakkabınızı çıkarmadan şeytanlar eve doluşuyorlar. Adam gafil, biraz sonra yemek yiyor besmele çekmeden. Şeytanlar der ki: “Hem bedava ev hem de bedava yemek bulduk. Koşun!” Malımıza, neslimize, her şeyimize ortak oluyor şeytan. Ne kadar Allah’ı unutursak şeytan o derece hakim olur hayatımıza. O yüzden sufiler muhasebetü’l nefsi çok önemser ve her anımızın, her nefesimizin hesabını vermeye bizi hazırlarlar. Bugün maalesef bırakın nefesleri, dakikaları, insanlar televizyonun karşısında boş işlerle ömürlerini bitiriyor. İmam Rabbani Hz’nin bir eserinde okumuştum şu hadis-i şerifi. “Allah’ın bir insanı terk ettiğinin alameti, o insanın ömrünü boş işlerle harcamasıdır.” Bütün ömrünü eğlenerek geçiren insanları Allah terk etmiştir, kendi haline bırakmıştır. Allah kimseye zulmetmez. Bu yüzden muhasebetü’l nefsi her Müslüman’ın, her müminin yapması gerekir. Tabi sufiler bunu, her nefesin hesabını vererek çok daha ince ince yapıyorlar.
Seyr-i sülûkta zikrin önemini biraz daha açar mısınız?
Diyelim ki namazımızı kıldık, Ramazan’da orucumuzu tuttuk, hacca gittik. Peki, diğer boş vakitlerimizde ne yapacağız? Her an namaz kılamayız, her an Kur’ân-ı Kerîm okuyamayız. Ayet-i kerime diyor ki: “Onlar ayaktayken, otururken ve yatarken Allah’ı zikrederler.” Demek ki zikrin hiç vakti yok. Ayakta, otururken, yatarken, uyurken her an Allah’ı zikretmek mümkün. Tasavvufta derler ki: “Kemalâtın ve maneviyatın anahtarı zikirdir. Velayetin diploması da zikirdir.” Allahu Teâlâ bize çok merhametli. Zikir, insanı Allah’a en hızlı götüren, şuuraltımızı, kalp âlemimizi temizleyen bir ibadet. Allah, Allah, Allah dedikçe gazabımız, öfkemiz, stresimiz, kötü zanlarımız, tecessüs merakımızın hepsi tertemiz oluyor. Bu zikir öyle bir şey ki kalpte Allah’tan başka ne varsa yakar. Kalpte dünya sevgisi, haset, kibir var ama zikir bunların hepsini yakar ve sizi Allah’la başbaşa bırakır. Bu kuru bir söz değildir, tecrübe edilmiştir. Zikirde Allah, Allah, Allah diyerek; cahilken alim, zalimken tövbekâr, arif olan nice binlerce Allah dostu biliyoruz. O yüzden zikirsiz, maneviyat yolunda ilerlemek mümkün değil. Bu, bütün tarikatlar için böyledir. Hepsinde en önemli asıl, zikirdir.