Ticarette “güven” unsuru ile başlayalım isterseniz… Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bir ticaretin meşrûiyet kazanabilmesi için emniyet esaslarını ihtiva etmesi zorunluluk arz etmektedir. Ticarette oluşacak meşrû zemin bâyînin, müşterinin, mal ve ortaklar arasında emniyetin bulunmasını gerekli kılmaktadır. Bâyî davranış ve sözleri ile güven veren, malının kusurlarını söyleyebilen birisi olması gerekirken müşterinin de aynı şekilde güven vermesi gerekmektedir. Müşterinin, alışveriş esnasında satıcıdan doğabilecek kusurlardan faydalanmayı düşünmeyen, alacağı malı kusurlu çıkarmaya çalışmayan, malın hakikî değerini düşürme gayreti içinde olmayan bir davranış sergilemesi önem arz etmektedir.
Ticaret-üretim ilişkisinden yola çıktığımızda, çalışanların hakları da çok önem kazanıyor. İslam’da işçi haklarına dair ne söylenebilir?
Eskiden amele de denen işçi, daha çok yevmiye usulü çalışan, işin bitiminde de ücretini alan kimsedir. Günümüzde işçilik kavramı ve kapsamıyla değişiklik göstermektedir. Bu kapsama ücretli çalışılması yönüyle memuriyeti de dahil etmek mümkündür. Tarım işletmesi, atölye, fabrika, maden ocağı gibi bir işyerinde, belirlenmiş bir ücret karşılığında bedenini, kafa gücünü ya da bunlarla birlikte el becerisini kullanarak üretim yapan kimseye işçi denmektedir. İster günlük iş yapan isterse günümüzdeki hemen akla gelen şekliyle olsun, çalıştırılan herkese geçinebileceği, ihtiyaçlarını karşılayabileceği miktarda ücret ödenmelidir. İş şartları sağlığa elverişli olmalıdır. İşçinin hayatı ve sağlığı, işvereninki kadar saygıdeğerdir. Bu yüzden işveren işçisinin sağlığından sorumludur. Özellikle geciktirmeden kaynaklanan hak kayıplarına sebep olunmamalıdır. İşçiyi çalıştırıp ücretini ödememeyi, İslâm âlimleri, hür kimseyi köleleştirmek olarak görmüşlerdir. Hür bir insanın satılması nasıl haramsa, ücretini vermeden bir kimseyi çalıştırmak da bunun gibi haramdır demişlerdir. Bu konudaki titizlik, dünyada sosyal barışın tesisini sağlayacak ve toplumsal sınıfların doğmasına engel olacaktır.
Hakediş noktasında ve alın teri noktasında çalışan kişinin de üzerine düşen birtakım sorumluluklar olmalı, değil mi?
İşçinin bahsedilen bu haklarına karşılık birtakım sorumlulukları ve görevleri vardır. Görevini düzgün bir şekilde yapmayan işçi ücreti hak edemez. İşçinin ücreti hak edebilmesi için, işi bizzat kendisi yapıp başkasına ihale etmemesi, belirlenen zamanlarda fiili olarak işinin başında olması, işin gereğini yerine getirmesi, yapılan işi sağlam yapması, kullanılan malzemeleri israf etmemesi, kasten zarar verecek davranışlardan uzak durması gerekir. Aksi durumlarda kendisinden zararı tazmin etmesi istenecektir. İşçiler için söz edilen hak ve sorumlulukların memurlar için de benzerlik gösterdiğini ifade etmek gerekmektedir.
Ticaretle ilgili uyarılar konusunda temel olarak neler söylemek istersiniz?
Ticaret, insan hayatının temel dinamiklerindendir. Böyle olmakla birlikte insan hayatı sadece ticaretten ibaret değildir. İnsan çift yönlü bir varlıktır. Bir taraftan biyolojik ihtiyaçlarının giderilmesi gerekirken diğer yönden de rûhî ve psikolojik gereksinimlerini karşılamak durumundadır. Bunlar yapılırken insan fıtratı gözetilmeli ve ona göre hareket edilmelidir. Kur’ân bir taraftan meşrû bir ticaret zemini hazırlarken onun sınırlarını da tayin etmiştir. Sınırsız, plan ve programsız hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla ticarette sınır tanımamak, hayatın bütününü alışverişten ibaret görmek orta yol değildir. Bu noktada dengeli bir davranış sergilenmesi gerekmektedir. Kur’ân, ticareti büyük bir geçim vasıtası, helal kazancın en önemli kaynağı, mal mübadelesinin meşrû sebebi olarak görmesine rağmen, insanları ticaretle ilgili birçok konuda uyarmış, yanlış yollara girilmemesi hususunda emir ve tavsiyelerde bulunmuştur.
İsraf ve lüks tüketime karşı teyakkuz halinde olmak uyarı alanlarından biridir diyebilir miyiz?
İhtiyaç hissedilen gereksinimler karşılanırken insanın düşebileceği en büyük hata israftır. Haddi aşma, cehalet ve gaflet gibi sözlük anlamlarda kullanılan israf kavramı; meşrû ve makul olanın dışına çıkma, itidalden sapma anlamında kullanılmaktadır. Diğer bir ifade ile dinin emrettiği, insanlığın gerekli gördüğü yerlere, yine dinin belirlediği ölçüde harcamak cömertlik, bu ölçülerin altında harcamak cimriliktir. İnançtaki aşırılıklar ve günahlardaki fazlalıklar israf kavramıyla ifade edilse de zamanla anlam daralmasına uğrayan bu kavram, para ve mal harcamalarındaki aşırılığı ifade etmede daha çok kullanılır olmuştur. İsrafla eş anlamlı kabul edilen tebzîr kavramı daha çok niteliksel yönden, israf kavramı ise niceliksel yönden saçıp savurmayı ifade etmektedir. Buna göre meşrû yere bile olsa gereğinden fazla harcamak israf, miktarı ne olursa olsun meşrû olmayan yanlış yerlere harcamak da tebzîrdir. Tüketimde sorumsuzca hareket etmek, ekonomik gücünü aşacak şekilde davranmak, yerli yersiz para harcamak Kur’ân’ın kabul etmediği hususlardır. Dolayısıyla insanların harcamalarda orta yolu tutmaları gerekmektedir. Nitekim ayette de “(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.”( Furkân,25/67) buyrulmaktadır. İnsanın davranışlarındaki haddi aşmayı ifade eden israf kavramı daha çok harcamalardaki ölçüsüzlük anlamında kullanılmaktadır. Kur’ân’a göre ideal bir insan harcamalarda da orta yola dikkat eden kimsedir. İslâm iktisadının temeli de budur. Hz. Peygamber (s.a.v.), iktisatla hareket edenin fakir düşmeyeceğine, zenginlikte, fakirlikte ve ibadette itidal sahibi olmanın önemine vurgu yapmıştır. Ayette bahsedilen insan tipi de ifrat ve tefrit dediğimiz iki uç noktadan uzak duran, harcamalarda denge unsurunu gözeten kimsedir. İsrafın boyutunun tespiti hakikaten zor bir husustur. İsraf, gerek maddî gerek psikolojik, ahlâkî, toplumsal ve hatta evrensel perspektiften bakılması gereken nazik bir konudur. Toplum ve ferdin hayat standartları da dikkate alınarak buna göre bir sınır çizmek makul görünmektedir. İsrafın birtakım psikolojik ve sosyolojik nedenleri vardır. Bu sebeplerin başında zihinsel yönden yeterli olamama durumu bulunmaktadır. Biyolojik yaşı olgunluk yaşlarına ulaştığı halde zihinsel olgunluğunu tamamlayamayan, kâr ve zararını hesap edemeyen tipler bilinçsiz bir biçimde israfa yönelebilirler. Kişinin, alın teri dökmeden ve kolayca kazanması da israfa yol açabilir. İsrafın övülmeyi gerekli kılan bir cömertlik zannedilmesi yine israfa götüren bir etken olabilir. Gösteriş, şöhret, beğenilme arzusu gibi durumlar da israf sebebi olabilir. Hangi sebeple olursa olsun, sosyal ve kültürel şartlar ile toplumsal refah seviyesinin yükselmesine göre değişkenlik gösteren israftan her hâlükârda uzak durulmalıdır.
Çalışma hayatında ibadet bilinci, herhangi bir ticari çıktıya feda edilemeyecek kadar önemli. Çalışanlar açısından da bir özgürlük alanı. Ama aslen taraflar için kulluk açısından hayatı kuşatan bir farkındalık alanı. Bu çerçevede ibadetlere engel olan hususlardaki uyarılar neler olmalı?
Toplumun hemen hemen her kesimi ticaretle iç içedir. Günlük olarak bir ticarî faaliyette bulunmayan kimse yok gibidir. Hal böyle olunca insanların ticarete önem vermemeleri ve bu konuda ihmalkâr davranmaları düşünülemez. Ekonomik etkinliklerle çepeçevre kuşatılmış olan insan, ticaretini yaparken Allah’ın bu konuda uyulmasını emrettiği kurallara uygun bir şekilde hareket etmelidir. “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” buyurarak ticarete dikkat çeken Hz. Peygamber (s.a.v.), “Doğru tâcirin peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraber olacağını” (Tirmizi, Buyû, 4) müjdelemiştir. Yapılan ticaretin insanı Allah’a kulluk etmekten alıkoymaması ve ibadetlere engel teşkil etmemesi gerekmektedir. Ticaretle uğraşan her Müslüman, İslâmî sorumluluklarının da bilincinde olmalıdır. İşte bu ölçülerle yapılması gereken ticaret için Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı adamlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur,24/37) Bu ayetin nüzul sebebi olarak rivayet edildiğine göre; “Peygamber (s.a.v.) döneminde iki kişi vardı. Bunlardan birisi tâcir olup namaz için ezan okunduğunu işittiğinde, eğer terazi elinde bulunuyorsa onu bırakırdı, düzgün bir şekilde dahi koymazdı. Şayet terazi yerinde bulunuyorsa, onu oradan kaldırmazdı. Diğeri ise demirci idi, ticaret maksadıyla kılıç yapardı. Eğer çekici, örsün üzerinde bulunuyor ise onu yerinde bırakırdı, şayet kaldırmış ise ezanı işittiği takdirde arkasına atardı.” Ayetin ortaya koyduğu gerçek, ticaret ve alışverişin kendilerini Allah’ın zikrinden ve ibadetlerinden alıkoyamadığı herkesi kapsamaktadır. Ayrıca bu ayet, dünya ticaretinin âhiret ticaretine engel olmamasını beyan etmektedir. Bu ayetin öncesinde Allah Teâlâ birtakım evlerden bahsetmektedir. Bu evlerde Allah’ın adı anılmakta, sabah akşam onun isimleri tespih edilmekte, Kur’ân ve ezanlar okunmaktadır. İşte bu kişileri yaptıkları bu güzel davranışlardan, herhangi bir ticaret ya da bir alışveriş geri bırakmamakta, Allah’ı anmak, namaz kılmak ve zekâtı vermekten engelleyecek hiçbir dünyevî uğraş bulunmamaktadır. Çünkü bu şuurda olan kişiler kıyamet dehşetinden endişe duymaktadırlar. Allah’ı bu şekilde önemseyenler, Allah’ın kendilerine nur nasip ettikleri ve evlerini nur ile doldurdukları kimselerdir. Burada atlanmaması gereken başka bir husus, tespihe devam eden, ticaret ve alışverişin aldatamadığı bu güzel insanların Allah tarafından yiğit olarak tanıtılmasıdır. Ayette geçen yiğit diye çevrilen kelimenin aslı “ricâl” olup sadece erkekleri ifade etmemekte, aynı özelliği taşıyan kadınları da kapsamaktadır. Özellikle ticaretin zikredilmesi ise, insanı Allah’ın zikrinden alıkoyan en önemli meşguliyet alanı olmasından dolayıdır. Ayette geçen “Allah’ı anmaktan alıkoyma” kısmının nasıl anlaşılması gerektiği hususunda âlimler arasında farklı görüşler söz konusudur. Atâ (114/732) ‘namazda hazır bulunmamaktır’ yorumunu yaparken, İbn Abbas ‘farz namaz’ diye kayıtlamıştır. Ayette ticaretin kendilerini Allah’ın zikrinden, namazı kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı kullar övülürken, alışverişi terk edip sırf Allah’ın zikriyle uğraşmak gerektiği veya dünya meşgaleleriyle uğraşmanın günah olduğu anlaşılmamalıdır. Kur’ân’ın altını çizdiği husus, bu uğraşların insanları Allah’a ve topluma karşı yerine getirmek zorunda oldukları sorumlulukları ihmale sevk etmemesidir. Kaldı ki, Mekkî olsun Medenî olsun birçok ayette çalışmanın, kazanmanın ve ticaretin önemi vurgulanmakta, Allah’ın fazlından talep edilmesi istenmektedir.(Cuma,62/10) Ticaretin meşrûiyetinde daha önce ifade edildiği üzere, dünyevî çalışmalar hayatın devam ettirilmesi için şarttır. Bu durum Kur’ân’ın öngördüğü esaslarla da uyum içindedir. Cuma suresinin şu ayeti işte bu duruma ışık tutmaktadır: “Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.”(Cuma,62/10) Ayet-i kerimede Cuma namazı için ezan okunduğunda ticaretin terk edilmesi emredilmekte ve Allah’ın zikrine koşulması gerekmektedir. Namaz bitince, Allah’ın emri yerine getirildikten sonra tekrar ticarete veya diğer faaliyetlere dönülebileceğini ifade eden bu ayet, Allah’ı çok zikretmenin gereğinden de bahsetmektedir. Buradaki zikir sözlü bir tespih olabileceği gibi, Allah için yapılan diğer ibadetler de olabilmektedir. Mücahid (103/721), kişi ayaktayken, otururken, yatarken Allah’ı zikretmediği sürece O’nu çok zikredenlerden olamaz demektedir. Buna göre mana; ticarete başladığınızda, alışverişinizin her defasında Allah’ı çokça anın; ticaret hayatınızda ve diğer davranışlarınızda bu şekilde Allah’ı çok zikrederseniz kurtuluşa erersiniz anlamına gelmektedir. Hicretten hemen sonra farz kılınan Cuma namazının farziyeti buradaki ayetlerle te’kit edilmektedir. Bu ayetlerde haftalık bir buluşma ve şûra özelliği taşıyan Cuma namazına çağrı yapıldığında herkesin ferdî işlerini bırakarak bu toplu ibadete koşmaları istenmektedir. Artık ikinci ezan okunduğunda, akıllı ve ergenlik yaşına girmiş erkeklerin alışverişi terk etmesi ve Allah’ın zikrine iştirak etmesi; hutbe ve namazı ifâ etmesi farz olmaktadır. İkinci ezanla birlikte, başta insanı en çok meşgul eden ticaret/alışveriş olmak üzere, her türlü meşguliyet sonlandırılmalıdır. Müfessirler bu durumda alışverişin haram olduğunu ifade etmektedirler. “…Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır…” Verilen bunca öneme rağmen, namaz ve zikirle kıyaslanamayacak derecede bulunan ticaret, insanı Allah’ın zikri ve ibadetlerinden alıkoymaması gerekmektedir. Nitekim başka bir ayette bu durum şöyle ifade edilmektedir: “Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha yararlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Cuma,62/11). Ayette, geçici dünyevî menfaatlerin Allah’ın vereceği mükâfatla kıyaslandığında önemsiz olduğu vurgulanmaktadır. İslâm, toplumların muhtaç olduğu iş, teşebbüs ve hizmetleri ifâ etmeyi farz-ı kifâye olan bir ibadet telakki etmektedir. Rızık temini için bir iş tutmayı, emek sarf etmeyi teşvik etmiş, meşrû olmak kaydıyla her işi şerefli kabul etmiştir. Bu ayet de ticarete yönelik iş ve çalışma sahalarına teşvik etmektedir. İbadetin hemen ardından çalışmayı, rızık talep etmeyi ve emek harcamayı emrederek umumî manada çalışmanın bir ibadet şekli olduğunu göstermektedir. Allah’ın emrini yerine getirmek de sonuç itibariyle ibadettir. Bu bağlamda ticaretin nesnesi olan mal ile alakalı olarak başka bir ayette şöyle buyruluyor: “Ey îmân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.”(Münâfikûn,63/9) Bu dünyanın en önemli iki imtihan unsuru mallar ve çocuklardır. Ayette ilk sırada söz edilen şey maldır. Mal insanın kendisine meylettiği, sahibi olmasını istediği şeylerdir. İnsana sevdirilen, hayatın süsü olan mal, canın yongası olarak telakki edilmiştir. İnsan sürekli mal kazanma ya da harcama faaliyeti içindedir. Hal böyle olunca insanın biriktirme ve mal edinme hırsı, Allah’a karşı sorumluluklarını ihmal etmesine sebep teşkil etmemelidir. Bu ayetten; çoluk çocukla hiç uğraşmayın, onları ihmal edin, ticareti bırakın anlamını çıkarmamız hatalı bir anlayış olacaktır. Allah’ın zikrinden kastedilen; Allah düşüncesi, ona zikir ve tazimle yapılan namaz, zekât, oruç, hac, Kur’ân kıraatı, vaaz ve nasihat, tehlil, tesbih gibi sırf kendisine yakınlık kastıyla yapılan her türlü sâlih amellerdir. Sonuç olarak ticarî faaliyetler, başta Allah Teâlâ’nın farz kıldığı ibadetler olmak üzere namaz, zekât, zikir gibi amellerin yapılmasına engel olmadan gerçekleştirilmelidir. Ticaret ile meşgul olan Müslüman, ticaretini bu ölçüler içinde yapmalı, alışverişin cazibesine kapılarak ruhî gelişmeleri için gerekli olan manevî kazanımlardan uzak kalmamalıdır. Namaz, zikir ve zekâtın anlamını kavramış ve bunları içselleştirmiş bir kişinin yaptığı ticaret aynı zamanda ibadet niteliği kazanmış olacaktır.
Ücretin verilmesiyle ilgili uyarılar bizleri nasıl yönlendirmektedir?
Kur’ân’a göre müminler, verdikleri sözleri yerine getiren insanlardır.(Bakara,2/100, 177; Mâide,5/1; Tevbe,9/111; Ra’d,13/20; Müminûn,23/8; Meâric,70/32) Onlar akidlerinin ve ahitlerinin gereğini yerine getirirler. Dolayısıyla alışveriş kaynaklı ödemelere dikkat etmeleri gerekmektedir. Veresiye alım satımlardan doğacak borçlar, selem gibi müşteriye teslim edilmesi gereken siparişler ve ücret karşılığında görevlendirilen kimselere zamanında ödeme yapılması önem arz etmektedir. İş akdi yapılan bir kişiye ücretinin ivedilikle ödenmesi gerektiği konusunda şu ayet güzel bir örnek teşkil etmektedir: “Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi: Babam, dedi, bizim yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor…”(Kasas,28/25) Hz. Musa Firavun’dan kaçıp Medyen’e geldiğinde aç ve açıkta çaresiz kalmış ve Rabbine “Rabbim doğrusu bana vereceğin her türlü hayra muhtacım”(Kasas,28/24) diye seslenmişti. Hz. Musa gereksinimlerini gidermek için bir işe ihtiyaç duymaktadır. Bu sırada Hz. Musa, Hz. Şuayb’ın koyunlarını sulama fırsatı bulmuştur. Yaptığı işin ücretinin ödenmesi için onun evine davet edilmiş olan Hz. Musa başından geçenleri Hz. Şuayb’a anlatmıştır. Hz. Şuayb ile Hz. Musa arasında geçen bu olayda dikkat çeken en önemli husus, yapılan işin hemen akabinde ücretin ödenmesi için Hz. Musa’nın davet edilmesidir. Bu ayette de olduğu gibi, işçi çalıştıran bir kimse derhal ücretini ödemelidir. Zira ödenecek bu ücrete karşı tarafın şiddetli bir şekilde ihtiyaç duyması mümkündür. Hal böyle olunca ücretin geciktirilmesi diğer tarafı büyük sıkıntılara sokacağından ücreti ödemede titizlik gösterilmelidir. Bir kimse işçi çalıştırıyorsa onun alın teri kurumadan ona ücretini ödemesi gerekmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), “İşçinin ücretini alnının teri kurumadan veriniz.” (İbn Mâce, Rehin, 4) “Üç kimse kıyamet gününde, karşılarında beni (Allah’ı) bulacaklardır: Benim adımı kullanıp haksızlık eden, hür bir kimseyi satıp parasını yiyen, bir işçi tutup çalıştırdıktan sonra ücretini vermeyen.” Her iki hadiste de işçi olarak istihdam edilen kimselerin hak ettikleri ücretin savsaklanmadan, işlerini bitirir bitirmez ödemelerinin yapılması bildirilmektedir. İşçinin alın terinden maksat onun emeğidir. İslâm, bu emeği sömürenin çok büyük bir cüretkârlık sergilediğini öğretmektedir. Birisini çalıştırıp ücretini eksik vermek ya da hiç vermemek, hür bir kimseyi köleleştirip satan kimse mesabesinde kabul edilmiştir. Bu şekilde çok ağır bir vebalin altında kalan kimseleri Allah Teâlâ kendinin hasmı/düşmanı olduğunu haber vermektedir. Hülasa, ayet ve hadislerin ortaya koyduğu gerçek, ücretle bir kimse istihdam ediliyorsa, işinin bitiminde eksiksiz olarak hakkı ödenmelidir. Akidlerinin gereğini yerine getiren ve ahitlerine sadık kalan Müslümanların bu konuda da azami titizliği göstermesi gerekmektedir. Aynı şekilde ücretle iş alan kimseler de söz verdikleri vakitte işlerini bitirip karşı tarafı mağdur etmemelidirler.