İSLAM’DA “EMEK” KAVRAMI
Üretim ve Bereket
1- Meşrûluk
a. Dinî-hukukî meşruluk ve kanûnî meşruluk ayırımı
Hukukî meşrûluk ile kanunî meşrûluk her zaman aynı şey olmayabilir ve bunlar bazı yerlerde birbirlerine ters düşebilirler. Nice kanunlar olur ki bunlar olması gereken hukukun temel ilkeleriyle çelişik olurlar. Beşerî hukukun ürettiği hükümler ile Dinî/Fıkhî hukuk da bazen birbirleriyle uyuşmayabilirler. Burada her din veya mezhep mensubunun da kendisininkini hak veya daha doğru göreceği hususu da unutulmamalıdır. Fıkhî hukuk, temelde maslahatları koruma ve gerçekleştirmeyi hedef alır ve o, bunları insanlık âleminin, kendi kimliğini korumasının mutlak gerekleri olarak görür. Beşerî hukuk düzenleri de, birinden ötekine farklılıklar gösterebilirler.
b. Ahlâkîlik
Hukukun boşluklarını “ahlâk” doldurur. Fıkhî hüküm ve kuralların yanında Din, hayatının her safhasında ve bütün ilişkilerinde insanın ahlâkî davranmasını öğütler ki iktisadî hayatta ahlâk hukuk kadar önem arzeder. Fıkha/hukuka uygun olan veya görünürde/şeklen uygun görünen bir şey insanın fetva vicdanında da kabul görmelidir. “Kendisi için istediğini din kardeşi için de istemek ve kendisi açısından istemediğini din kardeşi için de istememe” yönünde Hz. Peygamber’in (sav) ortaya koyduğu ahlâkî kural bütün ilişkileri kapsayıcıdır ki bu ilke bazı Hisbe/belediyecilik kitaplarına kadar geçmiştir. Zaten Fıkıh bir tarafıyla da ahlâk alt temeline oturmaktadır.
2- Temel Haklar ve Maslahatlar: Yüksek Ortak Menfaatler
Bilindiği gibi İslâm hukukunda haklar, Allah ve kul hakları diye ikiye ayrılmıştır. Allah hakkı da; doğrudan O’na ibadet olanlar ve bir de amme/kamu hakkı anlamında olanlar şeklinde ikiye ayrılırlar. Meselâ namaz, oruç vs. ibadetler Allah’ın sırf kendi hakkı iken iffetin korunması, mülkiyete saygı, aklın sarhoş edici ve uyuşturuculardan uzak tutulması gibi ihlâli had (ağır ceza) konusu olan hususlar da yine dinde Allah hakları içerisine alınmışlardır. İslâm hukukunda Kur’an ve Sünnet’in tümünden çıkarılan ve dinin temel maksatları içerisinde yer alan 5 temel husus vardır ki Din bunları mutlak gerçekleştirmeği hedefler. “Zarurî maslahatlar” olarak anılan bu hususlar “olmazsa olmaz”ları oluştururlar. Bunlar nefsi (insan hayatını) koruma, nesli (namus ve soy temizliğini) koruma, aklı koruma, dîni tüm değer ve hükümleriyle devam ettirme, malı (mülkiyeti ve ona ilişkin hakları) korumaktan ibarettirler. Bunlar ne fert ne kamu ve ne de insanlık adına vazgeçilemez temel haklar ve ona göre de temel sorumluluk ve mükellefiyetleri ifade ederler. Bu boyutuyla, söz konusu bu haklar sıradan kul hakkı olmaktan çıkarılmış ve fıkhî anlayışa göre onları kamu ve insanlık adına Yüce Yaratıcı kendi hakları içine almış olmaktadır. Yukarıdaki tanım ve anlayışa göre; hırsızlık veya yolsuzluk suçunda çalınan nesne kulun veya kamunun malı ve fakat ihlâl edilen Allah hakkıdır. İnsanlık âleminde mülkiyete ve başkasının hakkına saygı o âlemin ‘İnsanlık âlemi” olmasının belirleyici özelliğinden birisidir. Hakkı gözetmeme ve daha doğrusu “hak” kavram ve bilincinin bulunmadığı âlem hayvanlar dünyasıdır. İnsanın hem bizzat kendisinin ve hem de diğerlerinin namusunu, hayâtını, malını vs. koruması dinin ona yüklediği farz bir mükellefiyettir ve bunu ihlâl Allah hakkı ihlâlidir. Yüce Allah kendisinin yaratıp belirlediği bu insanlık âleminin yine kendinin yaratıp belirlediği hayvanlar âlemine dönüştürüleceği her yer ve durumda o şeyi kul hakkı olmaktan çıkarıp kendi hakkı mertebesine yükseltmiştir. Fıkhî anlayışa göre meselâ bir hırsızlık suçunda malı alınan kul ve fakat hakkı ihlâl edilen yüce Rab olmaktadır. Çünkü burada sâdece kulun hakkı elinden alınmış olmuyor aynı zamanda mülkiyet hakları şuurundan yoksun olarak insanlık âlemini hedef alan bir fiil ortaya çıkmış oluyor. İşte bu noktada Yaratıcı da “âlemlerin sahibi” olarak devreye girip gerçek hak sahibi olarak ortaya çıkıyor. Bütün bu yukarıdaki sebeplerledir ki söz konusu bu 5 şeyin ihlâlinde fıkıhta cezaların çok ağırlaştığı görülür. Çok değer verdiği veya sevdiği için olacak ki, tümüyle bu insanlık âlemini hedef almış zararlı fiillere Yaratıcı’nın hiç bir müsamahası olmamıştır. Diğer alanlarda ise cezalar, hem yetkililerin takdirine havale edilmiş ve hem de buralarda insanlara hoşgörü ve affedicilik özendirilmiştir.
Burada belirtmemiz gereken bir husus da “hak” kavramının Allah adı “Hak”dan geldiğidir ve geç zamanlarda olsa bile “hukuk” bilimine verilen O’nun bu adının da yine buradan türediğidir. Oysa diğer dillerde “hukuk” bilimine verilen ad, bildiğim kadarıyla böyle bir ilişkiye sahip değildir. Bu durum Müslümanlara hakka riayet veya riayetsizliğin ne demek olduğunu düşündürücü olmalıdır. Biz Müslümanlardaki helalleşme âdetinin de böyle değerlendirilmesi gerekir.
Para/mal Karşısında Ahlâklı Durmak
Nefs ve hırsın ahlâk ve hukuk’î hüküm ve ilkeleri en çok ihlal etme eğiliminde oldukları yerlerin başında İktisadî-ticarî alanların geldiği söylenebilir. Tüm ahlakî-hukukî hükümlere uyarak “takva” ve nefsin kötü isteklerinden tümüyle arınmışlık olan “zühd”e erişme bakımından bu alanlar çok önemli olmalıdır ki ünlü Hanefî fakih İmam Muhammed’e; “-Neden hiç zühde ilişkin bir eser yazmadığı sorulduğunda o buna; “- Kitabu’l-buyû’ bölümünü yazmadım mı?” diye cevap verir . Bilindiği gibi iktisat ve ticarete ilişkin fıkhî hüküm ve ilişkiler fıkıhta bu bölüm içinde ele alınırlar. Kötü hırs, yöneldiği her alanda olduğu gibi iktisadî alanda da, onun ahlâkî-hukukî değerlerini çiğner ki burada artık bu kişi, hırsını tanrı edinme yoluna girer. Bu durumda o, paranın efendisi olma yerine para onun efendisi ve âdeta Rabbi haline gelmeye başlar. İşte bu sebepledir ki Hz. Peygamber (sav); “Dînar ve dirhem kulu olanlar lânetlenmiştir” buyurmuştur. Oysa onun parayı öven sözleri de vardır . Helalinden bol para kazanma arzusu elbet bundan farklı bir durumdur. Onunla yapılacak hayır ve nice güzel işler dolayısıyladır ki ünlü mutasavvuf Sa’âlibî (ö. 429 h) eserinde, en olgun insanlık anlamındaki mürüvveti tanımlarken; “Mürüvvet mal çokluğudur” diyecek kadar ileri gider.
3- Âdi Hırsızlık ve Kamu Malı Yolsuzluğu Ayırımı
Kur’an’da; biri genel anlamıyla hırsızlık “sirkat”, öteki de özelde kamu malına yönelik hırsızlık ve yolsuzluklar için “gulûl” olmak üzere iki ayrı kavram gelmiştir. Her yer ve her şeyde yolun dışına çıkıp yolsuz olmak söz konusu olabilir. Ancak burada konumuz iktisadî yolsuzluk olduğundan diğer alanlar üzerinde durmuyoruz. Kamuya ait hâsılattan bir malın aşırılmasına, ilgili bir âyette “gulûl” denilmiştir. Oradaki anlatıma göre; bu yola başvuranlar öteki hayata, bu hiyanetlerinin günâhını boyunlarına yüklenerek gelirler. Hz. Peygamber (sav) maliyede görevli kişilerin en küçük bir yolsuzluklarının öteki hayatta mutlak bir hesabı olacağını bildirir ki, biz onun herkese ait ganimet gelirleri üzerinde hıyanette bulunan bazı köleleri de en ağırıyla cezalandırdığını biliyoruz. Hz. Ömer (ra) de evrakta sahtekârlık, yapıp Ubulle kenti hazînesini dolandırdığını tesbit ettiği, valinin kardeşi Ebû Bekre’yi ağır para cezasına çarptırmış ve onu ayrıca Medine’ye celbedip hapse atmıştı ki bu, evrakta sahtekarlık ile hazîneyi ilk dolandırma hâdisesi olmalıdır.
Dilimizdeki “tüyü bitmemiş yetim hakkı” tâbiri herkesçe bilinir. Bu deyiş, yakınlarını kaybeden o yetimlerin haklarının korunması konusunda daha bir titizlik gösteren Kur’an’daki anlatımlardan ortaya çıkmış olmalıdır. Kur’an; yetim mallarını idare edenlerin, eğer ihtiyaçları yoksa buna mukabil bir ücret almamalarını ve ihtiyaç içinde olanların da bundan, mâkul ölçüler içinde bir şey almalarını öğütler. Ebû Bekir ve Ömer (ra) halîfe olduklarında, Meclise başvurup, kendilerine bu âyetteki esasa göre maaş takdiri yapılması isteğinde bulunurlarken onlar; kendilerinin Hazîne karşısında yetimin mallarını idare eden vasi durumunda olduklarını belirtmişlerdir. Buna göre, halka çok yüksek gelen devlet başkanları maaşları kanunî olsa da hukukî veya pek ahlâkî olmayacaktır.
4- Ahlâk Toplumunu İnşa Etmede Dinî/ Manevî Eğitime Olan İhtiyaç Ve Haramla Hayrın Yapılamazlığı İlkesi
a.İnsana mânevî değerler yükleme gereği
Her şey için olmasa da çoğu yerde insan neyin haram ve helâl olduğunu kavrayabilir. Din, insan aklını muhatap alarak, tek tek ve bazen de genel çerçevede haram ve helâli ona anlatır ki, Kur’an ve Sünnet bu anlatımlarla doludur. Bu bilgileri sâdece akıldan alma yerine dinden almış olmak mü’min insanda onlara uyma duyarlılığını bütün bütüne güçlendirir. Bir îmanî mecburiyet olmadan bunlara uyma duyarlılığı gevşek olabilir ki orada olan olur. İşte bu noktada toplumun dinî/mânevî eğitimi önem taşır. Bu eğitimde zâfiyet göstermek vicdanı devreden çıkarmakta gecikmez. îman olmadan tek başına akıl, insanı insan tutmak için yeterli olmamıştır. Ruh ve beynin insana ana karnında verildiğine ve o dünyaya bu ikisiyle birlikte geldiğine göre akıl ve kalbin birlikte eğitilip birlikte geliştirilmesi gerekir. İkisi arasında bir ahengin teşekkülü için de bu gereklidir. İnsan bu iki yeteneği ile diğer çanlılardan ayrıldığından bu güçlerin eğitimini birbirinden gecikmeli yapma veya bunlardan birini ihmal yahut zayıf tutma, hafîfe alma insanı yavanlaştırır.
Haram ve helâl tanımamak ancak hayvanlar âlemi için söz konusu olur ki insan o âlemin üyesi olma derekesine düşmemelidir. Müslümanın, bütün çeşitleriyle haram ve yasak fiil ve nesnelerden uzak durması onun sâdece yüksek insaniyeti için değil aynı zamanda dininde yüksek derece kat etmesi için de gereklidir. Şüphesiz toplumumuzda ve hatta tüm dünyada bir eğitim eksikliği söz konusudur. Ancak bu hangi eğitim eksikliğidir? Bunun teşhisi gerekir. Eğer genel anlamıyla yolsuzluklar, okumuş kesimde daha çok görülüyor ve sâde halk geleneksel sâfiyetini koruyorsa burada, eğitimin bizzat kendisi de gözden geçirilmelidir. Ne derece dünyevîleştirilmiş, ne derece millî-mânevî değerlerden uzaklaştırılmış, ne derece yabancı kültür ve değerler yüklü bir eğitimimiz var? Bunlar sorgulanmalıdır. Bazı insanlar kumarhanelerini tekbirler ve genelevi kurbanlarla açabiliyorlar veya hayırlı bir işin açılışını kadeh tokuşturarak, şampanya ile yapabiliyorlarsa orada zihinler karışmış, dinî-manevî ve o temel üzerine kurulu millî benlikler yıkılmış demektir. Bence burada insanlara yüklenme yerine önce tümüyle eğitimin kendisi sorgulanmalıdır.
-Maddî bedenlere mâna yüklenmesi
İnsan babadan 23, anadan da 23 kromozom alarak yaratılır. Benim bu noktada dikkatimi çeken, Kur’ân’ı indiren vahiy sürecinin de 23 yıl sürmüş olmasıdır. Herhalde çocuğun, ana-babadan aldığı maddî varlığına vahyin getirdiği o yüce değerleri de eklememiz gerekecektir.
b. Haramla hayır yapma ve kalıcı hayrı kurumlara harcamanın hükmü:
Yukarıdaki gibi yine olması gereken eğitim eksikliğidir ki insanlar vurgun ve soygunlarla ve haram yollardan elde ettikleriyle bir hayır yapmaya yönelebiliyorlar. Oysa Kur’an’da;
“İnfakı (zekât ve hayırları) helâl ve temiz kazançlarınızdan yapın” denilmektedir. Hz. Peygamber de; “Hayır (helal mal) ancak hayır getirir” der ve bunun, tersinden gösterdiği anlam da; hayır ancak hayır ile gelir, kötüden hayır gelmez, şeklinde olmaktadır. O bir sözlerinde de; “Allah abdestsiz/temiz olunmadan namazı, kamu malından çalınıp aşırılan (gulûl)dan da zekât ve hayrı kabul etmez” demektedirler. Yine o, çok çeşitli alanlarla ilgili anlam boyutları olup genelde hadisçilerin zekât bölümüne kaydettikleri bir sözlerinde, Rabb’in sıfatını öne sürerek; “Allah temizdir, O ancak temiz olanı kabul eder” demiştir. Peygamber (sav); kamu malı için, Allah ve Resûlüne ait mal, nitelemesi yaptığı bir sözlerinde bu mala hak ve hukuka aykırı dalanlar hakkında şunları söyler:
“Dünya malı câzip ve tatlıdır. Kim onu helalinden/hukuka uygun elde ederse bu onun için bereketli, hayırlı olur. Nice Allah ve Resûlüne ait mala, nefsî arzuları içinde dalıp saldıranlar olur ki onlar için ötede ancak cehennem vardır.”
Bütün bu anlatım ve öğretileriyle Peygamber, getirdiği o kitap ve dinin yüksek ve erdemli bir insanlık âlemini inşa hedeflerini gerçekleştirmeye çalışır.
- Kalıcı hayır yapıları ve kurumların, mabetlerin manevî şahsiyetleri kirletilmemeli
Şimdi bu yukarıdaki uyarı ve ilkeler ışığında biz şunları söyleyebiliriz: Camilerden tutun da vakıf ve diğerlerine varıncaya kadar eğer hayır kurumlarının manevî şahsiyetleri, haram ve kara paralarla kirletilirse, bu, İlâhî buyruğa ters düşmenin yanı sıra, “sadaka-i câriye” türü yapı ve kurumlara karşı saygının da kaybolmasına yol açar. “İnfak” kavramı; tüketim harcamalarından tutun da, zekât ve diğer çeşitli türden hayır yapma gibi anlamlarda kullanılmıştır ki Kur’an ve Sünnete göre hepsinin temiz kazanca dayanması gerekir. Fıkha göre; Haram kazançlar; sahibi - ki bu, devlet de olabilir- veya mirasçısı biliniyorsa onlara, bilinemiyorsa devlete veya hiç bir sevap beklentisi ve sadaka niyeti olmadan doğrudan yoksul kişilere dağıtılmalıdır. Bunlarla mâbetler ve vakıflar gibi kalıcı kurumların mânevî kişilikleri kirletilirse insan artık o yerlerde bir huzur, bir mâna ve bir hayır bulamaz. Bu yapı ve kurumların böyle paralarla oluşturulduğu ve bunlar içinde böyle kazançların da bulunduğu nesilden nesle aktarılır ki onlar ruhlarda bir itibar bulamazlar. O bir cami ise orada artık insanlar bir huşû ortamı ve havasını yakalayamaz olurlar. Bu sebeple şahsî görüşüm; bu tür kazançların, sahiplerine veya devlete verilme imkânı olmadığında, onların yoksullara dağıtılmasıdır ki zaten onlar bu durumda onun üzerinde birinci derecede hak sahibi konumuna geçerler. Bundan da hiç bir şekilde bir sevap beklentisi de olmamalıdır. Bunlar yine bence kalıcı yapı ve hayır kurumlarına götürülmemeli vede kabul edilmemelidir. Sahibi kimse ona iade ve ulaştırma imkânı olmayan bu tür hakların, kamu olarak herkesin faydalanabileceği yerlere harcanabileceği görüşü vardır. Yukarıda sunduğumuz ilgili âyet ve hadisler şahsen benim özellikle de ibadethane ve bir de vakıf yer ve yapıları için bu görüşe katılmama imkân vermezler.
5- Haramın İnsan Ruhu/ Kalbi Üzerinde Bıraktığı Lekeler ve Pis İle Temizin Aynı Kefeye Konulamazlığı İlkesi
Haram lokma denilince bundan ne kastedildiğini herkes bilir. Yeme anlamındaki “ekl” fiili, Türkçede olduğu gibi Kur’an’da da sâdece boğazdan geçen şeyleri ifade etmez. Bu; alma, sahiplenme ve kullanmayı da ifade eden bir fiildir; rüşvet yemek, faiz yemek, yetim malı yemek gibi. İster yenilir cinsten olsun ister olmasın bir mal haramsa bunun insan kalbini sürekli lekelemesi kaçınılmazdır ki bu da insan tînetini ve onun manevî hamurunu bozar. Kur’an’da; iktisadî değerleri yanlış tartanlardan mutaffifînden söz edilen sûrede arkasından da, vahiyle gelen yüce değer hükümlerini kendi değer terazilerinde yanlış ölçüp eğri-büğrü yollara girenlerin bu tutumlarına yer verilir. Bütün bunların kalplerde pas/leke bırakacağı ifade edilen oradaki âyette sonuç olarak şöyle denilir:
“Hak ve gerçekler öyle değil! Yapa geldikleri bu iş ve yanlış ölçmeleri, onların kalpleri üzerine kir ve leke bırakmıştır .” (Mutaffifîn 83/14)
Kalp ve ruh varlığı üzerinde bu yanlış değerlendirme ve ölçmeler yüzünden oluşan leke ve pasların mahiyetini biz tam olarak bilemeyebiliriz. Ancak ortada bir gerçek var ki o da insanın, kendisini mânevî bir çevre kirliliğine, insanî bir kirliliğe mâruz bıraktığıdır. Bu bozuk hamurun etkisi, genler yoluyla olmalı ki o kişilerin zürriyetinde de kendini gösterir veya gösterebilir. Onlardan, bu etkiden uzak kalmış kişilerin dünyaya gelmesi de mümkündür. Çünkü nesillerde, çok eski ataların etkileri de kendini gösterip bazen o ağırlık kazanabilir. Haramın, en tehlikeli bir kimya olup onun, insanlığın insanlığını piçleştireceğinde şüphe yoktur. Haramlar müslümanın ve İslâm toplumlarının sadece günâhı olmaz, onlar aynı zamanda onların, kimyasını, mayasını kişilik ve kimliklerini de zedeler veya bozmuş olurlar. Eğer iktisadî-malî kazançlarımız lekeli ise bunun kalbimiz üzerinde gittikçe onu karartan lekeler bırakacağı unutulmamalıdır. Diğer taraftan, kişiye güven ve huzur verecek olan, az olsa da lekesiz kazançtır. İş hayatında uzun vâde itibariyle dürüstlüğün en büyük sermaye olacağı da burada unutulmamalıdır.
-Pis ile temizin aynı kefeye konulamazlığı
Büyük servetler hoşa gidebilir. Bu duruma değinen Kur’an; Bir yanda az fakat temiz/helal olan ile öte yanda büyük fakat kirli servetlerin mukayesesini insan önüne koyar ve şöyle der: “Ey Resûl! Söyle ki; pis ile temiz birbirine eş şeyler değillerdir. Pis olanın çokluğu hoşunuza gitse de bu böyledir” (Maide 4/100)
Temizle pis, iyi ile kötü mahiyet olarak farklı şeyler oldukları için âyette bunların aynı değer terazisine konulup ölçülmesi yanlış bulunmuştur. Buradan anlaşılan; çokluk değil temiz, güzel ve nitelikli olma değer taşır.
6- îman, Ahlâk ve Hukuk İlişkisi
Eğer insanların kalbinde “Allah katındaki meşrûluk”a uyma inancı kalmamış veya zaafa uğramışsa ve onlar kanunlara uymada da kendi vicdanlarında bir gereklilik göremiyorlarsa bu takdirde o kanunlarla ve emniyet güçleriyle kötülüklerin ve hukuk ihlâllerinin önünü almak zorlaşır. Eğer ahlâk ihmal edilir ve ahlâkın dindeki manevî temelleriyle bağlantısı kesilirse hukuk ve kanunlar boşlukta kalırlar. Artık onlarla güven ortamını tesis etmek, iktisadî-malî hayatı yönlendirmek ve kısacası Devlet olmak çok zorlaşır. Bu bakımdan İman ve Ahlâk bu ikisi hukuk ve kanunlardan önde gelirler ve Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin geliş sırasında da bunlar, daha çok veya yoğun gelme bakımından önceliği almışlardır. Bilindiği gibi fıkıh/hukuk ile ilgili hüküm ve esaslar, Mekke döneminde de gelmekle beraber, daha çok Medîne döneminde gelmişlerdir. Böylece fıkhî hüküm ve hukuktan önce onların alt yapıları oluşturulmuştur. Daha sonra hukuk kendi alt yapısı iman ve ahlâk ile mecz edilmiş ve onlardan kopmayacak bir şekilde bu hukuk, bir bütünün kaynaşmış ve memzüç bir parçası haline getirilmiştir. Artık biz Medîne döneminde bütün bu temel unsurların, biri diğerinden soyutlanamayacak bir bütünlük ve yekpare bir düzen oluşturacak şekilde Kur’an ve Sünnette birlikte yerlerini aldıklarını görürüz. Burada şunu da söyleyebiliriz ki Mekke döneminde hukukî hükümlerden ortaya çıkanlar da arkalarındaki müeyyideyi, devlet gücünü ancak Medîne’de bulabilmişler, Mekke’de onlar sadece ahlâkî bir konumda olmuşlardır. Zekât ve faize ilişkin mesela Mekke’de inen âyetler vardır.
a.Parada îman aranması
Burada şunu da söyleyelim ki paranın bizatihi kendisinde veya onun sahibinde din-îman aranmaz ve fakat onun kazanım ve kullanımında ahlâk ve hukuk aranır. Hz. Peygamber (sav) de gayri müslimlerle ticaret yapmış ve yabancı paraları kullanmıştır. Eğer paraya bizim açımızdan bir îmanî değeri tahkir işareti veya yazısı konulmuşsa veya İslâm öncesinden gelen bir parada doğrudan İslâmın getirdiği bu yeni tevhid imanı ile çatışan simgeler varsa elbet o da artık Müslümanın sahip olup kullanabileceği bir değer olmaz. Ancak bu son şık için söylersek orada devletin/ilk İslâm devletinin kuruluş aşamasında diğer güçlü paralarla ticaret yapma gibi çok hayatî bir zaruret ortaya çıkmış olabilir. Çünkü bu yeni ortaya çıkan İslâm devleti hemen kendi parasını basmak gibi bir durumda olamaz ki Peygamber ve Râşid halîfeler dönemlerini buna misal verebiliriz. Peygamber, Şarkı Roma ve diğer pazarlardan gelip edindiği kendi giysileri vs. sahip olduğu eşya üzerinden küfür işaret ve simgelerini izale ettiği halde Şarkı Roma paralarına bu yönde bir müdahalede bulunmamıştır. Ancak Şarkı Roma’nın; Emevîler devri Abdulmelik zamanına gelindiğinde; Paralara Peygamberi tahkir yazıları koyacağı tehdidi üzerine ülke geneli için bir para basımı geçekleştirilmiştir ki bu dönemde artık İslam devleti de kendi tüm gücüyle dünyada vardır. Bu, şüphesiz o Roma’yı tavrından vazgeçirici olacaktır.Bundan önce Hz. Ömer (ra) de kısmî basım ve parada bazı ayarlamaları gerçekleştirmiş bulunuyordu. İslâm bir din olarak hiç bir zaman diğerlerine kapalı ve kendisini diğerlerine açmayan kapalı bir medeniyet havzası peşinde olmaz. Ancak kendi vazgeçilmez değerlerinin her yer ve zeminde sahibi olur.
b. Bir ahlâk/erdemler ülkesine ulaşmak
Hz. Peygamber (sav) Hicret sonrasında, daha önce adı Yesrib olan Medîne’ye bazı isimler vermiştir. Bu isimler onun nasıl bir kent, nasıl bir ülke ve bir dünya gerçekleştirme görevi aldığını da anlatıcı mahiyettedirler. Ben buraya, konumuzla doğrudan ilişkili olduğu için, hoşgörünüze sığınarak, kısa adı Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat olan eserimdeki “Medîne Kavramı” ile ilgili başlıktan şu ifadelerimi almak istiyorum: “Güzellik ve iyilikler tek başlarına olmadıkları gibi kötülükler de tek başlarına olmazlar. Büyük günâh ve suçlar, ahlâk dışı davranışlar kendi ortamlarında yeşerir ve de çeşitlenirler; tıpkı güzelliklerin kendi iklimlerini bulduğunda çeşitlendikleri gibi. Günâh-ı Kebâir tâbir edilen büyük kötülük ve ahlâksızlıklar da kendi iklimlerinde tek başına olmayıp birbirleriyle sarmaş dolaş işbirliği içinde büyüyüp gelişirler. Meselâ fuhuş diğer bir kötülük veya kötülüklerle beraberdir yahut diğeri onunla birliktedir vs. İşte şu Kur’an âyeti bana bunları düşündürmüştür: “Güzel memleketin bitkileri Rabb’inin izniyle güzel çıkar. Kötü olanda ise yavan/kötü bitkilerden başkası bitmez. İşte Biz şükreden bir topluluk için âyetleri böyle çeşit çeşit açıklarız” (A’râf, 7/58)
İyi şeyler de kötülükler de kendi iklim ve kendi topraklarında vücut bulurlar. Eğer kötülükler çeşitlenip gelişiyorsa bu, orada onların iklimi var demektir. Kur’an ve Peygamber öğretisinin iklim hâkimiyeti olmadığında zehirli bitkilerin çokluğu kaçınılmaz olur.”