İfrat Tefrit Bağlamında Dünya Ahiret Dengesi / Dr. Abdussamet Varlı

Kur’ân, dünya hayatına bakışta neleri tasvip etmemektedir?
Kur’ân’ın iman edenler için tasvip etmediği en önemli husus yaratıcısının unutulması ve kendisine verilmiş olan herhangi bir nimeti veya farklı varlıkları O’nun önüne geçirmek suretiyle şirk koşulmasıdır. Ayette; “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından endişe ettiğiniz ticaretiniz ve hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah buyruğunu (kıyamet/azap) gerçekleştirinceye kadar bekleyin. Allah günaha saplanmış kimseleri hidayete erdirmez.” (Tevbe,9/24) şeklinde karşımıza çıkan ifade, verilen nimetlerin en uzağından en yakınına kadar, verene ortak koşulmasının azabın hak edilmesine sebep olacağını ortaya koymuştur.
İkinci olarak ise aslında Kur’ân, dünya hayatını nihai hedef olarak görmemekte ve görülmesini tasvip etmemektedir. Bu sebeple Kur’ân, dünyaya ahireti kazanma yeri olarak bakmakta ve bunu ihlal eden yaklaşımları tasvip etmemektedir. Kur’ân’ın dünyaya bakışı bize Kasas sûresindeki Kârûn kıssasında gösterilmektedir. Ayette dünya adına çok fazla nimete sahip olan Kârûn’a hitaben; “Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsanda bulun” yapılan ikaz, dünyanın inananlar açısından kalınacak yer değil, kazanılacak yer olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Kur’ân, insanın dünyalı değil dünyaya ait değil, ebedi hayat formatında ve ebedi âleme ait bir varlık olduğuna vurgu yapar. Bu bakış açısıyla Kur’ân-ı Kerim birçok yerde, dünyanın iki çocuk arasındaki oyun-eğlenceden ibaret, insanların birbirine karşı böbürlenme ve çokluk yarışına girdikleri bir yer olduğuna dikkatleri çeker. Dolayısıyla Kur’ân’ın tasvip etmediği ikinci önemli şeyin mal ve servet düşkünlüğü olduğu söylenebilir.
Bir diğer husus olarak vahiy geleneğinin tamamında yasaklanmış olan ve verilen sayısız nimetle kıyaslandığında çok az sayıda, hatta yok mesabesinde olan ve Allah’ın sınırlarını tanımamak manasına gelebilecek haram dairesini zorlamamak olarak ifade edilebilir. Zira insanın emrine verilmiş olan nimetler çok fazla buna mukabil, faydası öncelikle kendine olacak haramların sayısı ise çok azdır. İmtihan olarak ortaya çıkan bu çerçevenin yaratıcıyı bilme ve O’na şükranın ifadesi olarak bu çerçevenin zorlanmaması Allah Teâlâ’nın kullarından talebini oluşturur. Bu sınırların helal dairesinin son derece genişliğine karşın zorlanması Kur’ân’ın tasvip etmediği dünya hayatına örnek olarak verilebilir. Verilen sayısız nimet içerisinde iki elin parmaklarının sayısını geçmeyecek olan haram çizgisine girilmemesi ve karşılığında daha büyük nimetlere nail olunması Kur’ân’ın muhataplarına çizmiş olduğu hayat tasviridir.
Ayrıca Kur’ân miskinlik, dilencilik gibi şahsiyeti zedeleyecek tavırları hoş görmemekte ve muhataplarına dünyayı imar etme görevini de yüklemektedir.
İnsanın dünyaya düşkün olmasının sebeplerine dair neler söylemek istersiniz? Dünya işlerinde bu manada nasıl bir ölçü olmalı?
Yaradılışı gereği insanoğlu dünya nimetlerine meyyaldir. Yani yemeyi, içmeyi, giyinmeyi, ev sahibi olmayı, binek sahibi olmayı benimser ve sever. Aslında İslami çerçeveden bakıldığı zaman bunun herhangi bir hata olduğunu söylemek de zordur. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) bana dünyanızdan üç şey sevdirildi demek suretiyle bunları güzel koku, kadın ve namaz olarak nitelendirmiştir. Dolayısıyla burada yanlış olan Allahu Teâlâ’nın helal dairesinde vermiş olduğu nimetleri sevmek değil bu nimetleri yegâne varlık amacı haline getirmektir. Mümin için asıl olan husus dünya hayatında yapmış olduğu işleri ibadet anlayışıyla en güzel şekilde yapmak ve Allah’a karşı olan vazifelerini de tastamam yerine getirmektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde; “Allah bir kulun yaptığı işi en güzel şekilde yapmasından hoşnut olur” (Beyhakî, Şüabü’l-îmân, 4/334.) buyurmuş ve bu hakikate dikkatleri çekmiştir. Dolayısıyla iman etmiş kişinin eğer dünyaya düşkünlüğünden bahsedecek olsak, yapmış olduğu işini, ticaretini, zanaatını en iyi ve mükemmel şekilde yerine getirmesi olarak tarif edebiliriz.
Kur’ân’ın öngördüğü / tasvip ettiği dünya hayatı nasıl tanımlanıyor? Çalışma, ilim, irfan ve tekniğe önem verme yönüyle de konuyu değerlendirir misiniz?
Kur’ân dünya hayatına, ebedi hayatı kazanma mekânı olarak bakmaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde iman etmiş bir kul için dünya hayatı vazgeçilmezdir. Dünyayı varılacak ve ulaşılacak yegâne amaç ve hedef haline getirmişler için dünya bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Mümin olan kimsenin dünyaya bakışı ise ebedi hayatını kazanacak olduğu her saniyesinin ve her anının değerli madenlerle kıyaslanamayacak derecede mühim olduğu bir servet niteliğindedir. Dolayısıyla iman etmiş bir kimse için dünya hayatı asla bir oyun ve eğlence değildir. Bilakis dünya hayatı ebedi hayatın ve Allah’ın rızasının kazanılacak olduğu er meydanı, mücadele alanıdır. Kur’ân; “De ki: “Allah’ın kulları için yarattığı süsü, temiz ve iyi rızıkları kim haram kıldı?” De ki: “Onlar dünya hayatında müminlere yaraşır; kıyamet gününde ise yalnız onlara mahsus olacaktır.”” (Araf,7/32) ayetiyle dünyanın da aslında iman edenlere ait olduğunu ve bu sebeple dünyanın imar edilmesinin kendilerine görev olarak verilmiş olduğuna işaret edilmektedir. Veren elin alan elden üstün olduğu şiarıyla müminlere gerçekçi bir hedef koyan Hz. Peygamber (s.a.v.), dünya hayatında güçlü olmanın zayıf olmaktan evla olduğunu ve her zaman güçlü olmak için çalışılmasının gereğini ortaya koymuştur.
Cenab-ı Hak Teâlâ’nın müminlerin, hem Allah’ın düşmanları hem de kendi düşmanları için güç ve kuvvet edinmelerinin gereğine ayette işaret etmiş olması, Müslümanların günümüzde her türlü teknolojiyi kendi faydalarına ve imkânlarına olacak şekilde geliştirmelerinin ve kullanmalarının farz-ı kifaye mesabesinde ibadet olduğunun göstergesidir. Zaten Kur’ân’ın bu öğretisini doğru şekilde anladıkları ve hayata aktardıkları için ecdadımız, yüzyıllar boyunca dünyaya hükmetmiş, Allah’ın emir ve yasaklarını insanlığa ulaştırma şerefiyle şereflenmiştir.
İslam, farz kılınan ibadetleri yapmak kaydıyla, insanların dünya için çalışmalarından dolayı da uhrevî mükâfat kazanacağını vurgulamıştır. Bugün bu düşünceyi layıkıyla sindirmeye çok ihtiyaç duyduğumuz kesin. Niçin böyle olmalı? Temel kriter nedir, değerlendirir misiniz?
Allah’a iman edip haram dairesini muhafaza ettikten sonra müminlerin günlük hayatlarında ekmeklerini, ailelerinin iaşelerini kazanma noktasında ortaya koymuş oldukları çaba, zanaatlarını ve işlerini icra etmeleri, İslam dininde ibadet olarak tanımlanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu durumu; “Müminin işi ne kadar gariptir. Bu sadece Mümin için böyledir Müminler haricinde kimse için böyle değildir” (Müslim, Zühd 64) diye tanımladıktan sonra müminin bir hayra ulaştığı zaman şükür edeceğini ve bunun kendisi için ibadet olduğunu, bir kötülükle karşılaştığı zaman ise sabredeceğini onun da kendisi için ibadet olarak amel defterine kaydedileceğini ifade etmiştir. Bu duruş ve bu yaklaşım iman etmiş bir kimsenin niyetinin samimi olması ve Allah-u Teâlâ’ya isyan edilmemesi şartıyla, hayatının tamamının aslında bir nevi ibadet olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla buradaki temel kriter Allah’ı bilip emir ve yasaklarına uymak ve bunun dışında kalan hayatını hem topluma hem kendine faydalı olacak bir amelle geçirmektir.
Ahiret işlerinde ölçülü olmak ne demektir?
İslam dini Allahu Teâlâ’nın tanımıyla orta yollu bir din, İslam ümmeti de orta ümmet olarak tanımlanmıştır. Aslında sadece bu tanımlama bile dikkate alındığı zaman Allahu Teâlâ’nın kullarından beklentisinin çerçevesi ortaya çıkmış olabilecektir. Orta yollu ümmet tabiri ifrat ve tefrit bağlamında aşırılığa kaçmadan ve haram dairesine düşmeden sürdürülen bir hayatı ifade etmektedir. Bu açıdan değerlendirildiği zaman günümüzde bu ölçünün baz alındığı ve hayata uygulandığını söylemek çok da mümkün görünmemektedir. Zira İslam ümmetinin büyük bir kısmı modernleşmenin ve materyalizmin etkisiyle tamamen maddeye yönelmiş ve hayatın geçici hazları ile mutlu olduğunu zanneder hale gelmiştir. Özellikle varlık içerisinde yetişen genç neslin içerisine düşmüş olduğu bu durum, İslami değerlerin görmezden gelindiği, egoizmin varlığını her alanda hissettirdiği ve tamamen maddi hazlar üzerine kurulmuş bir hayat tarzını öncelemektedir. Bu alandaki kimseler, insanın beden ve ruhtan oluşan bütünlüğünü tamamen nefis lehine ruh aleyhine olmak üzere bozmuş, ciddi bir bunalım ve çıkmazın içerisine kendilerini sürüklemişlerdir.
Sayıları genel içerisinde çok fazla yer tutmasa da diğer bir grup ise güncel hayatın getirmiş olduğu ve İslam’ın hoş görmediği hususlardan korunmak için bir nevi uzlet hayatı diyebileceğimiz, toplumdan elini, eteğini çekmek suretiyle kendilerine farklı bir hayat tarzı oluşturmuşlardır. İslam’a göre yukarıda bahsi geçen iki tutum da yanlıştır ve inanmış kuldan istenen ideal hayat şeklini ortaya koymamaktadır.
İslam dini Hristiyanların benimsemiş olduğu uzlet hayatını tavsiye etmemiş ve din adamlarının, insan fıtratına aykırı olması hasebiyle yapmaya çalıştıkları bu ruhbanlığı, hakkıyla yerine getiremediklerini ifade etmiştir. Ruhbanlığı yasaklayan İslam dini aynı şekilde Yahudilerin dinlerini tahrif etmek suretiyle dünyevileşmelerine de şiddetle karşı çıkmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) sahabiden sürekli oruç tutacağını, eşiyle beraber olmayacağını ve sürekli namaz kılacağını söyleyen üç kişiyi yanına çağırmış ve bu tutumlarının yanlış bir yaklaşım olduğunu ifade etmek suretiyle onları bu çeşit bir yaşantıdan menetmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) onları bu tutumlarından menederken ifade etmiş olduğu hakikat her mümin için adeta bir serlevha niteliği taşımaktadır. Efendimizin (s.a.v.) ifade etmiş olduğu hakikat ise “Din yücedir onu hiç kimse yaptığı fazla ibadetle geçemez” (Buhârî, Îmân 29) gerçeğidir. Dolayısıyla bir müminin dünya hayatını idame ettirirken ölçüsü, haram dairesine bulaşmamak, Allah’ın emirlerini yapmak ve bu ikisi dışında ailesinin rızkını ve ümmete faydalı olacak işleri yaparak hayatını devam ettirmek olmalıdır.
“Dünya işlerinden el etek çekip sırf ahirete yönelmeyi ve dünyaya boş vermeyi ayet ve hadislerle yasaklayan İslâm dini yaşanabilir bir dünya düzeni tesis etmiş ve bu düzende Müslümanları, ifrat ve tefritten kaçındırarak ikisi arasında dengeli bir yaşama yönlendirmiştir.” diyorsunuz. Onun (s.a.v.) örnekliğinden hareketle, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hayatında dünya-ahiret dengesinin hayata nasıl geçtiğini değerlendirir misiniz?
Aslında dünya-ahiret çizgisi bağlamında Efendimizin (s.a.v.) ortaya koymuş olduğu hayat tarzına kısmen değindik. Ancak şunu ifade etmek lazım ki, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yukarıdaki maddede belirttiğimiz üç kişiyi, kendileri için kurgulamış oldukları hayat tarzından menetmesi neticesinde; “Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir” (Buhârî, Nikâh 1) demek suretiyle ortaya koymuş olduğu bakış açısı müminler için belirleyici konumdadır. Dolayısıyla her alanda kendisi için yegâne örnek ve rol model olan peygamberinin bu şekilde tavır takınıyor olması, aslında İslam’ın müntesiplerinin dünya hayatına bakışlarının keyfiyetini de ortaya koymaktadır.
Burada belki muttaki kavramına da işaret etmek gerekir. Zira Allah Teâlâ kitabının daha ilk ayetlerinde Kur’ân’ın muttakiler için yol gösterici olduğuna işaret etmiştir. Bu durumda muttakinin ne demek olduğu ayrı bir önem kazanmaktadır. Yaşamış olduğumuz toplumda muttaki kavramının daha çok, toplumun işinden elini eteğini çekmiş, kendi köşesine çekilmiş, camide veya ibadet mekânında kendisi ile meşgul olan kimselerin tarif edildiği zannedilir. Oysa Kur’ân’a baktığımız zaman gerçek muttakinin şu üç yönü olan kimse olduğunu anlamaktayız. Muttaki: Allah’ın söyleyeceği söze değen, yani Allah katında değerli olan, bu değerin farkında olan ve bu değerin gerektirmiş olduğu ve getirmiş olduğu sorumluluğun bilincinde olan ve bu sorumluluğu aktif hayata taşıyan kişi demektir. Dolayısıyla İslam’da takva insan, muttaki kimse denildiği zaman Allah’ın verdiği değeri bilen, o değerin getirmiş olduğu sorumluluğu üstlenen ve bu sorumluluğun gereğini günlük hayatında yerine getiren kişiyi anlamak gerekir. Bu da muttaki insanın, beraber yaşamış olduğu kimselerin derdiyle dertlenmiş, topluma olumlu olarak katma değer üreten ve Allaha karşı sorumluluklarını da aksatmayan olduğunu ortaya koymaktadır.