Güzellikleri Sıradanlaştırmak Nankörlüktür / Şenel İlhan Beyefedi'nin Sohbetinden

“Biz insanı meşakkat, imtihan ve çile ile içli dışlı yarattık.” (Beled, 90/4)
Bu ayetin açıkça ifadesi ile insan bu dünyaya zevküsefa için eğlence için değil, imtihan ve sonuç itibariyle de eğitim için gelmiştir. Bunun için de sıkıntı ve meşakkatler bu imtihan dünyasının ayrılmaz birer parçası ve yüce yaratıcının kullarının eğitimi için kullandığı olmazsa olmaz kanunlarıdır. Nitekim, ulü’l-azm peygamberler de dahil bela, musibet ve sıkıntılardan uzak bir ömür, bu dünyada hiçbir insana nasip olmamıştır. Zira akıl ve ilmin terakkisi ile birlikte ahlaki gelişimin de gerçekleşmesi için sadece dinde emir buyurulan ibadetlerin yapılması veya yasaklardan kaçınılması yeterli değildir. Allah’ın (c.c.) razı ve hoşnutluğu için bunların yanında bela ve musibetlerle sınanmak ve tüm bu sıkıntı ve meşakkatlere Allah’tan (c.c.) yana bir tavır ortaya koyarak, sabretmek, göğüs germek de gelişmişliğin en önemli göstergesidir.
Şu da var ki, bu dünya şartlarında insanoğlunun çok ağır imtihanlardan geçebileceğini beyan eden Rabbimiz, merhametinden, insanı bu zor şartlara tahammül edebileceği özellikler, meziyetler veya yeteneklerle de takviye etmiştir. Mesela pahalı ve kompleks elektrik sistemlerinin, olağanüstü şartlarda tamamen yanıp çöp olmaması için paratoner veya sigorta denilen basit koruyucu sistemlerle korunması gibi, Rabbimiz de insanoğlunu birtakım fıtri duygularla aşırı duygusal yüklenmelere karşı adeta topraklamış ve sigortalamıştır.
Yani diyebiliriz ki, insanoğlunun, bu dünyanın ağır imtihan şartlarında hepten psikolojisinin bozulup helak olmaması ve bu hadiseleri travmasız atlatıp hayatına devam edebilmesi için birçok manevi korumaları vardır. Mesela bu korumalardan birisi gaflettir.
Gaflet, normalde negatif bir duygu gelebilir insana ama her zaman ve şartta öyle değildir. Nitekim “Sûfîler gafleti ikiye ayırır ve bazı hallerde gafletin gerekli olduğuna inanırlar. İbn Ebü’l-Verd’e göre gafletin biri rahmet, diğeri felâket olan şekli vardır. Rahmet olan gaflet kulluğun gereğini yerine getirmeye engel olmaz. İkincisi ise günaha giren kişiyi kulluk yapmaktan alıkoyar. Sürekli olarak celâl ve cemâl tecellilerini temaşa etmeye güç yetiremeyen âşık ve sıddîkların bazen gaflete ihtiyaç duydukları da olur. Nitekim Ebû Hafs el-Haddâd âşıkların ancak gaflette sükûn bulacaklarını söylemiş, Ebû Hamza el-Bağdâdî de, “Gaflet olmasaydı Allah’ın zikrinin verdiği hazdan sıddîklar ölürlerdi” diyerek Haddâd’ı teyit etmiştir. Mutarrif b. Abdullah’a göre Allah’ın sıddîkların kalbine gaflet vermesi rahmetinin eseridir. Eğer kendisini tanıdıkları kadar onlara korku verseydi hayatlarını sürdürmeleri güç olurdu. Rebî’ b. Abdurrahman, Allah gaflete düşerek ölümü unutturduğu için insanların dünyayı imar edebildikleri görüşündedir.” (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi)
Bir diğer manevi veya psikolojik koruma ise unutmaktır. Unutmak her ne kadar insanlarda bir acizlik, eksiklik gibi telakki edilse de aslında yerinde ne kadar gerekli bir duygu olduğu açıktır. Zira bir ömür içinde yaşanan acıların unutulması biliriz ki insan psikolojisine çok iyi gelir. Mesela, vefatı hayatımızda depremlere sebep olan yakınlarımızın acısı ilk günkü yoğunluğu ile bir ömür kalsaydı hayatımız nasıl bir kâbusa dönüşürdü düşünmek bile zordur. Veya büyük bir utanç ve mahcubiyet duyduğumuz günah ve hatalarımız, unutulmak suretiyle küllenip, hafiflemeseydi eminim ki kendimizi hep kötü hissederek doğru düzgün kulluk bile yapamazdık. Şu da var ki ruhlar âleminde , “kâlû bela” da (Araf,7/172) verdiğimiz kulluk sözü gibi sözleri unutmanın iyilik anlamına gelmediği de bir vakıadır.
Çok önemli fıtri koruma duygularımızdan birisi de müspet ve menfi yönleri ile değerlendirebileceğimiz bir özellik olan “alışma özelliğimizdir”. Mesela çok yakın zamanda yüzyılın felaketi bir deprem yaşadık, binlerce insanımızı toprağa verdik. Özellikle bu acıların içinde olan ve yakınlarını kaybedenler için tahammülü çok zor olan bu felaket, hep ilk günkü gibi taze kalsaydı, ne kadar dayanılmaz olurdu. Bu felakette birçok insan en yakınlarını kaybedip adeta kimsesiz kaldı ve birçok insan da yakınlarıyla beraber bir ömürlük maddi birikimini kaybedip adeta sıfırlandı. Şimdi biraz empati ile diyebiliriz ki, her şeye rağmen yaşamak zorunda olan bu kişiler için hayatın kalanını yaşamak ne kadar zordur. İşte böyle durumlarda biyolojik olarak insan cildinin açılan bir yarayı tamir edip kapatması gibi duygularda açılan yaralarında “alışmak” adını verdiğimiz fıtri duyguyla farkında olmadan onarılıp tamir edildiği bir gerçektir.
Bu arada, alışmak duygusunun bizleri düşürdüğü çok büyük yanlışlardan, şükürsüzlük ve nankörlük gibi hatalardan da bahsetmek gerekecektir.
Rabbimiz evreni sayısız güzelliklerle donatmış, bize de yarattığı bu güzellikleri görmek, hissetmek ve bunlardan keyif alıp yaşamak için adeta beş farklı pencere açmıştır. Bu pencereler hepimizin de bildiği gibi görmek, işitmek, dokunmak, koklamak ve tat almak şeklinde ifade ettiğimiz duyu organlarımızdır. Bu duyu organları bir insan için evrenin bütün güzelliklerine ve farklı boyutlarına açılan kapılar veya pencereler hükmündedir. Hepsi kapalı olsaydı evrenden ve içindeki güzelliklerden hiç haberimiz olmayacaktı.
Mesela şimdi 40 yaşında doğuştan görme engelli birisini düşünelim ve İsa Aleyhisselam dokunuşu gibi bir dokunuşla bu kişinin görme engelinin birden ortadan kalktığını farz edelim. Sonra da evrendeki güzelliklere ilk defa bakarken neler hissederdi, o kişi adına empati yapalım. Estetik harikası evrende, insanlar, çocuklar, hayvanlar, bitkiler ve doğal manzaralar gibi bütün güzellikleri ilk defa izleyen bir insan, bu büyülü âlem karşısında hayret, haşyet ve cezbeye kapılmadan durabilir miydi? Elbette duramazdı…
Peki, bizde bu coşku ve cezbe hali niye yok denecek kadar az derseniz, sebebi açıktır, çünkü çocukluğumuzdan beri bu güzelliklere alıştık, kanıksadık. Hayatta hiç yoksulluk görmemiş zengin bir ailenin çocukları gibi ya gafil ya da kibirli, küstah ve şımarığız…
Aynı şekilde işitme engelli olsaydık, daha sonra seslerin armonisi ile dolu bu sihirli dünya bize açılsaydı, yine hayretten hayrete düşecektik. Şarkılar, türküler, insan ve kuş sesleri gibi her ses ve nağme bizi coşturup heyecanlandıracaktı. Maalesef ki aynı şekilde bu seslerin büyülü âlemine de alıştık.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, koklamak, dokunmak ve tatmak duyularımızın hepsi üzerine bu şekilde tefekkür edecek olursak, alışma özelliğimiz nedeniyle, nice muhteşem eserler ve güzellikler karşısında ne kadar duyarsızlaştığımızı görebiliriz.
Aslında şunu bilelim ki, alışkanlık nedeniyle burada yitirdiğimiz şey bizler için her zaman çok önemli olan değer takdir duygumuzdur. Bu duyguyu kaybetmek suretiyle nimet kıymeti bilmez olduk, şükrü ve teşekkürü unuttuk. Bunca zenginliğimize rağmen ufak tefek eksiklerimizi şikâyet konusu yapıp, Allah muhafaza buyursun bazen nankör, bazen isyankâr olduk.
Netice de diyebiliriz ki imtihanımızı kolaylaştıran, manevi gelişmemize yardım ve kolaylık sağlayan ama aynı zamanda farkında olmadan bizleri hata ve isyana da sürükleyebilen daha nice özelliklerimiz olabilir, bilmemiz ve dikkatli olmamız gereken...
Her zamanki mutadımız üzere, ilim, irfan ve hikmet ehli değerli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin “alışmak” duygusunun müspet ve menfi yönden özlü ve kıymetli bir değerlendirmesini içeren bir sosyal medya paylaşımıyla yazımı noktalıyorum.
“Alışmak, Allah’ın fıtratımıza koyduğu muhteşem bir özelliğimizdir...
Beynimizin ve ruhumuzun bu hayata pratik uyum sağlayabilmesinin en önemli bir vesilesidir… Ayrıca, fıtri ve kesinlikle otomatik olduğu gibi iyiye de kötüye de uygulanabilen, nötr ve tarafsız bir tavrımız ve duruşumuzdur!
Otomatik ve nötr bir tavrımız olunca da, doğal olarak, bize hiç fark ettirmeden, tümüyle, kalbimize, aklımıza ve her davranış ve kıpırdanışımıza, rahatça hâkim olabildiği için; mecburen ona, en önemli karşı direnişimiz, bu durumun farkındalığını korumak ve hiçbir kötü ve yanlışa alışmaya, alışmamaktır…
Yoksa, bu nefsin, beynin, bilinçaltının ya da, ne derseniz deyin; aynı kapıya çıkan bu fıtri duruşumuzun negatif tarafı ile baş edebilmemiz imkânsızdır!
Ancak, yine de, bu söz konusu alışmak özelliğimiz, varlığı itibari ile her tarafa rahatça dönebilse de çok faydalı bir lütuf ve bi nevi ilaç gibi hayat kurtaran seviyede gerekli olduğu da apaçıktır!
Bize düşen bu özelliğimize karşı daimi bir teyakkuz ve farkındalık psikolojisi ile yaşamak ve illa alışkanlık yapacaksak, işte tam da bu yaşam biçimini alışkanlık yapmaktır!
Mesela, alışmak olmasa, tekerlekli sandalyeye mahkûm bir insan, ya da yatalak hastalar, müzmin fakirler, öksüz ve yetimler ve her değişmesi mümkün olmayan dertler, hastalıklar ve çile sahipleri, bu hayata nasıl katlanır ve nasıl kadere rıza denen yüksek makama layık olacak kadar teslimiyeti yakalayabilirdi ki?
Tam tersi, zalimin zulmüne direnebileceği halde, zilletinden ve korkaklığından ötürü zulme razı ve onu kanıksayarak alışıp yaşamak ise, en kötü bir alışkanlık veya tam bir alçaklık değil midir?
Hatta kötünün de kötüsü ve ismine İslam’da “Ülfet hastalığı” denen Allah’ın (c.c.) evrendeki mucize sanatlarına hayranlık içinde bakarak, Rabbini övüp tesbihler zikirler ve şükürlerle ilahi aşka ulaşacağına, onlara alışarak nötr ve sıradanlık duygularına girmek nankörlük, körlük ve sapıklık değil midir?
Evliya gibi eşinin, dostunun, arkadaşının, ahlaki ve her türlü değerini yok sayma ve sıradanlaştırma alışkanlığına kapılma gafletine düşenlere ne demeli? Hiç bilmiyorum…
Evet, artık örnekleri çoğaltmanın da anlamı yok ve burada da zaten bunun imkânı yok!”