Kettânî’nin “Et-Terâtîbu’l-İdâriyye” isimli eserini Türkçeye çevirdiniz. Bu eserin Türkçeye kazandırılması da başlı başına marifet. Eserden bahseder misiniz?
Abdülhay el-Kettânî Faslı bir zat, Fas ulemasından ve 1962’de vefat etmiş. Fas’ta Kettânî ailesinin Hz. Ali’ye varan nesep zincirleri var. Ağabeyi Muhammed el-Kettânî kurmuş Kettânî tarikatını. Kettânî’nin kendisi büyük bir âlim. En büyük meraklarından biri de kitap toplamak. İslam dünyasında nereye gitmişse oralardan el yazması kitapları vs. toplamış. Mektebetü’l Kettânî diye meşhur kütüphanesi, şu anda Fas Millî Kütüphanesinin bir bölümüdür. Ağabeyinin vefatından sonra Abdülhay el-Kettânî tarikatın başına geçmiş. 19. yüzyılın sonlarında Fas sultanları ile aralarında bir sürtüşme olmuş. Abdülhay el-Kettânî’nin ağabeyini hapse atmışlar, hapiste vefat etmiş. Dolayısıyla bu aile ile Fas kraliyet ailesi arasında bir problem çıkmış.
Abdülhay el-Kettânî Hem Tasavvuf Ehli Hem de Büyük Bir Muhaddis
Hadisle alakalı “Fihrisü’l-Fehâ-ris” isminde bir kitabı var. Bu referans kitabıdır, hadisle ilgilenen herkesin elinde olan bir kitaptır. Abdülhay el-Kettânî ne kadar kitap varsa toplamış ve bunların hem müellifleri hem de kitap hakkında bilgi vermiş, dolayısıyla bibliyografik bir kitap.
Sizin bu eserle irtibatınız, esere ilginiz nereden kaynaklanıyor?
Talebelik yıllarımızda Hocamız Yusuf Ziya Kabakçı çok muhterem bir insandı, ilim aşığıydı. Bu kitabı bize hocamız sevdirdi. Ben Erzurum’da fakültede okurken bu kitabın Arapçasını bir yerden buldum, satın aldım. Bu sevgi ona Muhammed Hamidullah Hoca’dan geçmiş. Muhammed Hamidullah Hoca burada İstanbul Edebiyat Fakültesi İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde hocalık yaparken Yusuf Ziya Bey de orada hocaydı. Hamidullah Hoca da Hz. Peygamberimiz’le (sav) ilgili çalışmalarında bu kitabı kullanır. Uzun zaman bize bu kitaptan bahsetti. Kitabı aldım, baktım; bir arkadaşımla o sıralarda kitabı tercüme edelim dedik. Fakülte son sınıftaydık, tercüme etmeye heveslendik. Üçer sayfa tercüme etmeye çalıştık. Baktık ki o yıllardaki kapasitemizle altından kalkamayacağız; hem de okul var, dersler var, bıraktık. Mezun olduktan sonra ben doktora imtihanlarına soyununca ilk görevim Antalya Müftü Yardımcılığı idi. O sırada vaktim vardı, o zaman başladım kitabı tercümeye…
Bu Eserde 500 Kaynak Var
Bir iki sene tercümeye çalıştım ama kitabın baş tarafında kaynakları vermiş. 500 kadar kaynak var, onların listesini vermiş, bunların önemli bir kısmı da yazma kaynak. Bir de Antalya gibi bir yerde kaynak imkânı yok. İstanbul’a geldiğim sıralarada İSAM’ın kütüphanesi yeni oluşmaya başlamıştı. Arapça metin 1927’de o günün şartlarında basılmış çok hatalı bir metindi. Birçok yeri anlayamıyorsunuz, okuyorsunuz anlaşılmıyor yani… Dolayısıyla onun kullandığı kaynak kitaplara ulaşmak zorunda kaldım. Kitabı Türkçeye çevirmem sekiz senemi aldı.
Kitapta, temelde Hz. Peygamber’in çok sayıda insana çok çeşitli görevler vermiş olması dikkat çekiyor. Bu, çok bilinen bir şey değil. Çok sayıda iş, görev ve görev dağılımı yapılmış o dönemde… Bu anlamda Hz. Peygamber’in yöneticilik vasfından bahseder misiniz?
Kettânî, kitabında bunu çok geniş bir biçimde anlatıyor. “Bu kitabı neden yazdım?” diye açıklama yapmış. Batılılar şöyle diyor: “İslam Devleti’nin bir orijinalliği yok. Yani Hz. Peygamber’den gelen bir orijinallik yok. Müslümanlar devlet teşkilatını Emevi, Abbasi döneminde karşılaştıkları diğer devletlerden Bizans’tan, Sasanilerden aldılar. Yönetim, yargı, maliye vs. gibi devletin temel teşkilatını Müslümanlar bilmiyorlardı ve diğer medeniyetlerden öğrendiler.” Kettânî: “Hz. Peygamber döneminde bütün bunların var olduğunu ispat etmek için bu kitabı yazdım.” diyor. Dolayısıyla Hz. Peygamber döneminde yönetim, yargı, maliye, sosyal hayat, bütün yönleriyle hem devlet hem Medine hayatı, Medine şehir devleti bütün yönleriyle ele alınmış. Sadece devlet teşkilatı bakımından değil, eğitim öğretim, ilim irfan, sosyal hayat, folklor… Rasûlullah dönemine ait, o günkü Medine hayatına ait aklınıza ne gelirse… İstisnasız söylüyorum, acaba ne nasıldı diye merak ettiğiniz ne varsa burada bulursunuz…
Bazı Batılı araştırmacılar Hz. Peygamber’in hayatındaki gerçek güçlü faktörün ve olağanüstü başarısının temel anahtarının; başlangıçtan sonuna kadar, Allah’ın hitabına mazhar olduğuna dair sarsılmaz inancı olduğuna, böyle sağlam bir şekilde oluşan ve zerre kadar şüphe taşımayan bir kanaatin diğer insanları da derin bir şekilde etkilediğine, ilahî iradenin icracısı olarak ortaya çıkışındaki açıklık ve kesinliğin, kendisine, söz ve emirlerine nihaî olarak boyun eğmeyi sağlayan bir otorite kazandırdığına dikkat çekerler. Karâfî, Hz. Peygamber’in en büyük imam (devlet başkanı), en yüce hakim ve en alim müftü olduğunu, tasarruflarının bir kısmının tebliğ ve fetva yoluyla, bir kısmının kaza (yargı) yoluyla ve bir kısmının da imamet (devlet başkanlığı) yoluyla olduğunu, bazı tasarruflarında ise bunlardan iki veya daha fazla durumun birleştiğini belirtir. O ayrıca, tasarruflarının çoğunun, risalet vasfının daha baskın olduğu tebliğ yoluyla gerçekleştiğini kaydeder. Buna göre Hz. Peygamber’in tebliğ yoluyla gerçekleşen söz ve fiilleri genel hüküm ifade edip her Müslümanı fert olarak bağlarken, devlet başkanı olarak yaptığı tasarruflar ancak devlet başkanının izniyle, yargı özelliği taşıyan tasarrufları da ancak yargı yoluyla yerine getirilebilir. Medine döneminde peygamberlik görevi (tebliğ, risalet, davet, beyan, tâlim, tezkiye) yanında Hz. Peygamber, aynı zamanda devleti idare eden bir yönetici, orduları sevk ve idare eden bir komutan, camide cemaate imam, kişiler arasında ortaya çıkan davaları gören bir hakim ve kendisine sorulan her konuda fetva veren bir müftü idi. Bu görevler de ebedi ve evrensel ilke ve esaslara dayanmakla birlikte peygamberlik görevinden farklı olarak, mahalli ve tarihseldir. Yani çağının şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olmak, zaman ve mekanla sınırlı bulunmak gibi bir özellik taşır. Hz. Peygamber şartların değişmesini dikkate almayan, bütün zamanlar için sabit ve geçerli olan katı bir yönetim yapısı ortaya koymamış; aksine, ashabına değişen şartlara uygun olarak dinamik bir yönetim kurmalarını sağlayacak bir rehberliğin ana hatlarını vermiştir.
Hz. Peygamber bir insan, bir kul olmakla birlikte kendisine verilen misyon ve bu misyonun kazandırdığı manevi şahsiyet onu diğerlerinden ayırmaktadır. Kur’an-ı Kerim bir taraftan Hz. Peygamber’in beşerî tabiatına vurgu yaparken diğer taraftan da onun diğer insanlar arasındaki özel statü ve otoritesini kesin şekilde belirtir. Allah’ın kendisine itaatle birlikte ona itaati de emretmesi ve eğer inanıyorlarsa insanların anlaşmazlık konularını hükme bağlamak için Allah’a ve elçisine götürmelerini emretmesi (Nisâ, 4/59), siyasî ve hukukî alanlarda onun otoritesini kabulün imanın bir gereği olduğunu ve bu iki itaatin esasta birbirine bağlı bulunduğunu da gösterir. Daha önceki peygamberlere Allah tarafından “hikmet” (bilgelik) ve “mülk” (hükümranlık) bahşedildiğinin belirtilmesi (Bakara, 2/251; Nisâ, 4/54; Sâd 38/20), bunların bir peygamber olarak onun için de söz konusu olduğunu ima eder. Ancak Kur’an’da Hz. Peygamber için mülk tabiri yerine “hükm” kullanılmıştır. Nitekim Ahmed b. Hanbel’in naklettiği bir rivayette; Allahu Teala Rasûlullah’ı “hükümdar-peygamber” ile “kul-peygamber” olma arasında muhayyer bırakmış, O da Cebrail’in Allah’a karşı tevazu göstermesi yolundaki tavsiyesi üzerine “kul-peygamber” olmayı tercih etmiştir. Hz. Peygamber bir defasında huzurunda bulunan birinin korkuyla titremesi üzerine “Sakin ol, ben hükümdar değilim.” buyurmuştur. Ebû Süfyan’ın Mekke fethi sırasında İslam ordusunun haşmeti karşısında Hz. Abbas’a “Kardeşinin oğlunun mülkü (saltanatı, hükümdarlığı) büyük olmuş!” demesi üzerine O da “Bu nübüvvettir.” diyerek Rasûlullah’ın siyasî liderliğinin peygamberlikten ayrı olarak anılmasını hoş karşılamamıştır. Kâdî İyâz, Hz. Peygamber’in isimleri arasında “Sultan”ı da saymaktadır. Eserini şerheden Şihâbüddin el-Hafâd bir yerde bunun burhan (delil, hüccet), mülk (hükümranlık, saltanat), nübüvvet ve galebe gibi birçok anlamları bulunduğunu ve burada sözkonusu anlamlardan hangisi kastedilirse kastedilsin doğru olduğunu belirtirken, bir başka yerde “saltanat” kelimesini “imâmet-i uzmâ” (devlet başkanlığı) şeklinde açıklar. Daha önceki peygamberlerin yöneticilik misyonları için Kur’an-ı Kerim’de zikredilen hükümdarlık (mülk) kelimesinin Hz. Peygamber için kullanılmaması ve bu ifadenin gerek Hz. Peygamber gerek amcası Abbas tarafından da hoş karşılanmaması, onun yöneticilik misyonunun farklılığına bir işaret olarak değerlendirilebileceği gibi, kelimenin o dönemde taşıdığı olumsuz anlamı red şeklinde de anlaşılabilir. Nitekim melik ve halife kavramları arasındaki fark üzerine Hz. Ömer ile Selman-ı Fârisî veya bir başka sahabi arasında geçen bir konuşma, o dönemde hilafetin hak ve hukuka bağlılık, hükümdarlığın ise keyfi yönetim şeklinde algılandığını göstermektedir. Mâlikî alimlerinden Ebû Abdullah el-Makkarî de “mülk” kavramının daha önceki ümmetlerin şeriatinde bulunup İslam’da olmadığını, Kur’an-ı Kerim’de daha önceki ümmetlerden söz edilirken mülk teriminin kullanılmasına karşılık (Bakara, 2/247; Mâide, 5/20; Sâd, 38/35), Müslümanlar için hilafet kavramının tercih edildiğini (Nûr, 24/55) belirterek “mülk”ün babadan oğula geçen yöneticilik, “hilafet”in ise görüş ve seçime dayanan yöneticilik olduğuna, Muaviye ile birlikte hilafetin hükümdarlığa dönüştüğüne dikkat çeker. Batılı okuyucuların kavrayabilmesi açısından bazı Batılı araştırmacılar Hz. Peygamber’in devlet başkanı olarak rolünü Hz. Musa ve Davud’unkine benzetirlerse de onların otoriteleri ilahî tayine dayanmakla birlikte yöneticilik vasıflarının peygamberlikleri gibi kendi şahıslarıyla sınırlı olduğu, Hz. Peygamber’in ise son peygamber olması sebebiyle örnekliğinin kendisinden sonra devam edeceği göz önüne alınırsa yönetim tarzı konusunda Makkarî tarafından işaret edilen önemli fark dikkat çekmekte, İslam’da siyasî liderliğin -Hz. Peygamberden sonra- ilahî tayin veya babadan oğula intikal yoluyla değil toplumun ortak tercih ve onayıyla meşruiyet kazanacağını göstermektedir. Nitekim Allah Rasûlü de: “İsrailoğullarını peygamberler yönetiyordu. Bir peygamber vefat edince onun yerine başka bir peygamber geçiyordu. Benden sonra ise peygamber gelmeyecek, halifeler olacaktır.” buyurmuş, onun vahye dayanan, hayatın herhangi bir alanıyla sınırlı olmayan kesin ve tartışmasız liderliğine karşılık hilafet sistemindeki siyaset olgusu insanın sorumluluk, yetenek ve ehliyet alanı içinde kavranmış, siyasî liderliğin tesis yöntemi toplumun seçim ve biati şeklinde ortaya konmuştur. İlk dört halifenin belirlenme şekilleri de bu liderliğin bir kişinin seçimi ve onun üzerinde ittifak sağlanması, aday gösterilmesi ve bunun topluluk tarafından onaylanması, ehl-i hal ve’l-akd adlı seçkin topluluğun teşkili ve bunun tercih ve seçiminin esas alınması, çoğunluğun biatinin alınması gibi esnek ve yenileşmeye açık çeşitli yöntemleri ortaya koymuştur.
Tarihsel kimlik olarak, konuşmalarımızda ismi geçen sahabelerin orada her birinin ayrı ayrı görevleri olduğunu, belli konularda yetiştiklerini ve görev aldıklarını, büyük başarılar gösterdiklerini görüyoruz.
Tabi, mesela vali olarak kimler atanmış, mahkemelere kadı olarak kimler atanmış, vergi memuru, tahsildar, ordu kumandanı olarak kimler atanmış ya da küçük birliklerde kimler görev almış, pazarda kim görevliymiş, inzibat işlerini kimler yürütmüş… Hatta suikast timi diyebileceğimiz timler. Mesela, Rasûlullah Efendimiz (sav) savaşlarda zaman zaman böyle timler kullanmış. Kendi kabilesini yanıltan, dalâlete düşüren bazı İslam düşmanlarının öldürülmesi için bu tür timler kullanılmış. Dolayısıyla bugün devlet dediğimiz zaman temel organları yasama, yürütme, yargı var. Yasamayı zaten Rasûlullah Efendimiz kendisi yapıyordu, Kur’an ve sünnet…
Çarşı Pazarı Kontrol Eden Görevli Hanım Sahabe
Diğer teşkilatlar, yönetim, yönetimin ayakları nelerdir? En başta Hz. Peygamber, daha sonra valiler… Belediye hizmetlerine kadar her şey büyük bir disiplin içinde. Mesela pazar kontrol görevlisi bir hanım sahabe var o dönemde…
Hz. Peygamber’in örnek bir İslam toplumu kurması ancak otoritesi sayesinde mümkündü. Yukarıda belirtildiği üzere ümmetin lideri olarak onun Müslümanlar üzerindeki otoritesi Kur’an’da “hükm” ve türevleri ile ifade edilmiştir (Nisâ, 4/60,65). Bu ayetler Hz. Peygamber’e itaatin somut ifadesini, onu hakim kabul edip verdiği hükmü tartışmasız kabul etmek şeklinde ortaya koyar. Allah’a itaat Hz. Peygamber’e itaatin temeli olurken, Hz. Peygamber’e itaat de Allah’a itaatin tek görünür kanıtıdır: “Kim Peygamber’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ, 4/80). Onun peygamberlik görevi tamamen fikrî ve ruhî öğütle sınırlı olmayıp bir İslam toplumu (ümmet) kurma amacına bağlı olarak sosyal, politik ve askerî faaliyetleri de kapsadığından, kendisine itaat sadece ibadet vs. alanında değil sosyal hayatta da söz konusudur. Bu sebeple Medine döneminde inen ayetler sadece dinî alanda değil sosyal, siyasal, ekonomik ve askerî alanlarda da süratli bir kurumlaşmanın gerçekleşmesine, dinamik bir toplumsal yapının oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Hicretin onuncu yılında bütün Arabistan’ın İslam hakimiyetine geçmesi, Medine çevresindeki bölgelerin İslam devletinin eyaletleri haline gelmesi üzerine, Hz. Peygamber bu bölgelerin yönetimi için genellikle kendi kavimlerinden seçkin kimseleri göndermiştir. Kettânî, eserindeki ilgili bölümde yönetim, yargı ve vergi tahsili görevlerine tayin edilen 46 kişiyi zikretmiştir. İbn Kayyım’ın Rasûlullah’ın emîrleri olarak saydığı 11 kişi arasında Kettânî’nin anmadığı iki kişi, Süheylî’nin âmil olarak saydığı 9 kişi arasında ise onun anmadığı beş kişi daha bulunmaktadır. Muhammed Yasin Mazhar Sıddıkî; vali olarak 32 kişi, merkezî âmil (vergi toplayan anlamında) olarak 39 ve mahalli âmil olarak da 28 ismi ve görev yerlerini kaydetmektedir. Rasûlullah Medine dışına çıktığında yerine birini vekil bırakırdı. Bunların başında 12 veya 13 defa vekil bıraktığı âmâ sahabi İbni Ümmü Mektûm gelmektedir. Kaynaklarda Hz. Ali, Osman, Ebû Zer ve Sa’d b. Ubâde’nin de aralarında bulunduğu on yedi vekilin adı anılır.
Görev verdiği kimseler hakkındaki ölçüsü liyakat ve ferdî ehliyet idi. Bunlardan yetenekli çıkmayanları geri çağırma ve daha liyakatlisini göndermede de tereddüt göstermezdi. Başka konularda bilgi ve yetenek sahibi olsa da bir işin üstesinden gelemeyeceğine inandığı kimseyi o göreve getirmezdi. Nitekim meşhur sahabi Ebû Zer el-Gıfârî ve amcası Abbas’ın bu yöndeki talebini, görevin sorumluluğunu taşıyamayacaklarını belirterek kabul etmemiştir. Bu bakımdan ashabı bir görevi bizzat istemekten sakındırmış ve bir işe talip olanlara da görev vermeyeceğini ifade etmiştir. Yönetimde kabile üstünlüğü, soyluluk, zenginlik veya sınıf değil, inanç ve değerleri esas almış, herkese kabiliyet ve gayreti çerçevesinde kendisini gerçekleştirebileceği fırsat eşitliği tanımıştır. Bu sebeple ehil olan genç sahabileri önemli görevlere getirdiği görülür. Amr b. Hazm, Necran’a vali tayin edildiğinde yaşı on yedi idi. Mekke’nin fethi sırasında Müslüman olan Attab b. Esid’i bu şehre ilk vali tayin ettiğinde yirmi yaşlarında, hatta daha küçük olduğu kaydedilir. Hz. Ali’yi Yemen’e kadı olarak gönderdiğinde O, daha genç yaşta olduğunu ve bu hususta tecrübesi bulunmadığını söylemiş, Rasûlullah kendisine dua ederek ve bazı tavsiyelerde bulunarak başarılı olacağını bildirmişti. İbnü’l-Cevzî, Hz. Peygamber’in vefatı arefesinde gönderdiği ve içinde büyük sahabilerin de yer aldığı orduya kumandan tayin ettiği Üsâme b. Zeyd’in yaşının o sırada yirmi olduğunu; İbnü’l-Esîr de onun âmil (vali, vergi tahsildarı) olarak atandığında 18 yaşında bulunduğunu kaydeder. Hicretin 8. yılında Yemen’e yönetici, kadı ve vergi tahsildarı olarak gönderilen Muaz b. Cebel 23 yaşındaydı. Hz. Peygamber, ehil olmayan kişilerin göreve getirilmesini kıyamet alameti olarak görmüş, bir topluluk içinde Allah’ın daha çok razı olduğu biri olduğu halde diğer birisini göreve getirenin Allah’a, Rasûlü’ne ve müminlere ihanet etmiş olacağını söylemiş, ehil olmadığı halde sadece kendisine duyduğu sevgi ve yakınlık sebebiyle birini bir göreve getirene Allah’ın lanetini dilemiş, (bu günahına karşı) Allah’ın ondan ne bir tevbe ne de bir fidye kabul edeceğini belirtmiştir.
Görevler ve görevliler nasıl değerlendiriliyordu o dönemde?
Bir kere görev talebi diye bir şey yoktur zaten. Hz. Peygamber (sav ) bunu yasaklamış ve görevi kendisi vermiştir. Amcası Hz. Abbas yeni fethedilen yerlerin birine vali olmak istemiş, o zamanın tabiriyle amir olmak istemiş, fakat Hz. Peygamber amcasına görev vermemiştir. Mesela Meşhur sahabi Ebû Zer el-Gıfârî Hz. Peygamber’den bir yöneticilik istediğinde elini omzunun üzerine koyarak ona şöyle demiştir: “Ey Ebû Zer, sen zayıf bir kimsesin! Bu bir emanettir, kıyamet günü zillet ve pişmanlığa yol açar. Ancak hakkıyla elde edip kendine düşen sorumluluğu yerine getiren kimse bundan müstesnadır.” (Müslim, “İmâre”, 16; Turtûşî, 1,163,174) Bir başka rivayette de şöyle buyurur: “Ey Ebû Zer! Ben senin hakkında kendim için istediğimi arzularım. Seni zayıf görüyorum; sakın iki kişiye (bile olsa) yönetici olma, bir yetimin malını gözetmeyi üstlenme!” (Müslim, “İmâre”, 17; Turtûşî, 1,174)
Tabi burada liyakat önemli. Mekke o gün Arabistan’ın en önemli şehri; hem dini merkez olması bakımından hem de ticaret merkezi olması bakımından…
18 Yaşında Mekke Valisi
Mekke fethedildiği gün Müslüman olan Attab ibni Esid, genç, on sekiz yaşlarında ve o gün Müslüman olmuş. Hz. Peygamber onu Mekke valisi yapıyor, düşünebiliyor musunuz? Hem genç, çocuk denilesi yaşta hem de yeni Müslüman olmuş. Ama onda öyle bir cevher, öyle bir yönetim kabiliyeti görmüş ki Mekke gibi fevkalade büyük bir merkezin valisi yapmış; demek ki liyakat önemli. Dost, akraba, yakınlık önemli değil. Rasûlullah Efendimiz (sav) buyuruyor ki: “Ümmetimin herhangi bir işini üstlenen hangi yönetici, bir işe layık biri varken tutar da yakınlığından, akrabalığından dolayı yahut sevgisinden, muhabbetinden dolayı birini o işe getirirse Allah’a, Peygamber’e ve Müslümanlara ihanet etmiş demektir.” Benzeri birçok hadisler var. Bu hadisler İslam’daki yönetim anlayışının temel taşlarıdır.
Kitapta geniş bir şekilde yönetim anlayışından örnekler sunuluyor…
Ben onu ortaya koymak için bu kitabın muhtevasından hareketle “Hz. Muhammed’in Örnekliğinde Siyaset ve İş Hayatı” diye ayrı bir kitap yazdım. Bu sorulara bu kitapta cevaplar var, başlıklar var. Mesela birinci bölüm “Hz Peygamber’in yönetim misyonu”, “peygamberlik yöneticilik ilişkisi”, “yönetimde başarı ölçüleri”, “Hz. Peygamber’in uluslararası ilişkiler kuramı”, “ordu ve savaş stratejisi”, “adalet ve yargı sistemi”…
Yöneten ve Yönetilenler
Allah Rasûlü buyurdu: “Nasıl iseniz öyle yönetilirsiniz!” (Aclûnî, H, 184, 431; Muttaki el-Hindî, VI, 89; krş. el-En’âm 6/129; er-Ra’d 13/11)
Abdülmelik b. Mervan halka şöyle dedi: “Ey tebaa topluluğu, bize karşı insaflı (âdil) olun! Bizden Ebû Bekir ve Ömer’in hareket tarzını istiyorsunuz, fakat ne kendinize ne bize karşı davranışlarınızda onların yolunu izlemiyorsunuz!” (Turtuşî, II, 467)
Yönetim ve Sorumluluk
Allah Rasûlü buyurdu:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Devlet başkanı bir çobandır ve güttüklerinden sorumludur. Erkek, ailesinin çobanıdır ve güttüğünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve güttüğünden sorumludur. Hizmetkâr, efendisinin malının çobanıdır ve güttüğünden sorumludur. Sonuç olarak hepiniz çobansınız ve güttüklerinizden sorumlusunuz.” (Buhâri, “Ahkâm”, 1; Müslim, “Imâre”, 20)
Birisi Allah Rasûlü’nün yanında “Yöneticilik ne kötü şeydir!” deyince şöyle buyurdu: “Meşru şekilde ve hakkı olarak elde eden kişi için yöneticilik ne iyi şeydir! Hakkı olmadığı halde elde eden kişi için de yöneticilik ne kötü şeydir! Böyle biri için yöneticilik, kıyamet günü pişmanlık olur.” (Heysemî, V, 200; Muttakî el-Hindî, VI, 39)
Allah Rasûlü buyurdu:
“Sizler yöneticilik hususunda çok arzulu olacaksınız. Oysa bu görev (hakkını vermeyenler için) kıyamet günü bir pişmanlık olacaktır. Yöneticilik (önce veya dünyada sağladığı imkanlar bakımından) ne güzel sütannedir ve (sonunda ayrılınca veya ahirette hesaba çekilince) ne kötü sütten kesen annedir!” (Buhârî, “Ahkâm”, 7)
Allah Rasûlü, Ebû Ma’bed Mikdâd b. Amr’ı bir seriyyeye (küçük askeri birlik) kumandan tayin etti. Döndüğünde “Ey Ebû Ma’bed, yöneticiliği nasıl buldun?” diye sorunca O şöyle dedi: “Sefere çıkarken emrimdekilere bir üstünlüğüm olduğunu hiç düşünmedim. Fakat dönerken onları kölelerim gibi görmeye başladım!” Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ebû Ma’bed, işte yöneticilik böyledir! Bu makamın şerrinden Allah’ın korudukları müstesna.” (Turtûşî, II,567)
Allah Rasûlü buyurdu: “Ümmetimden iki grup insan var ki onlar iyi olurlarsa toplum da iyi olur, onlar kötü olurlarsa toplum da kötü olur: Yöneticiler ve ilim adamları.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, IV, 209)
Bütün bunların her birinin altında Hz Peygamber’in getirdiği ölçüler, bizim için ne anlam ifade eder, bizim için nasıl bir sistem çıkar, bütün bunları bu kitapta Kettânî’den hareketle inceledim. Dolayısıyla bu kitabı da okumak lazım.
Hz. Peygamber’in icraatlarıyla başlayan, Allah merkezli, çok diplomatik bir yönetim anlayışının olduğunu bu kitapta görmek mümkün…
Bu kitabın en önemli yönlerinden biri de; İslam kültüründe Hz. Peygamber genellikle ferdî faziletleriyle ele alınır, yöneticilik vasfı üzerinde hiç durulmamış. Sürekli Peygamber Efendimiz’in namazı, ibadetleri, güzel ahlakı üzerinde durulmuş, yöneticilik vasfı üzerinde durulmamış. Aslında mükemmel bir toplum, fertlerin hepsinin iyi birer insan olmasıyla meydana gelir. Müslümanların her birinin tek tek Hz. Peygamber’in ahlakını edinmeleriyle mükemmel bir toplum meydana gelecek ve bu doğru bir düşüncedir ve dolayısıyla Hz. Peygamber’in bu yönüne önem verilmesi doğrudur, yanlış değil. Ama ihmal edilen taraf, yöneticilik vasfının incelenmemesidir.
Hz. Peygamber’in devlet adamı olarak, yönetici olarak özelliği neydi? Nasıl bir yol ortaya koydu? Bu yoldaki örnekliği İslam toplumlarında hep unutulmuş. Batı da ise tam tersi Hz. Peygamber, hep devlet adamı olarak ön plana çıkarılmıştır.
Hz. Peygamber’in yönetimdeki prensiplerinden de bahseder misiniz?
Yönetimde vazgeçmediği prensiplerden biri danışma idi. Başta önemli kararlar olmak üzere birçok işte ashabın ileri gelenlerine danışıp görüşlerini alır, Uhud savaşında olduğu gibi bazen kendi kanaatine uymasa bile istişare sonucu oluşan kararı uygulardı. Hz. Ebubekir ile Ömer’in kendi vezirleri (yardımcı, danışman) olduğunu belirten Rasûlullah, iyi niyetle, hayır ve sevap umarak görevini yerine getirmek isteyen yöneticiye Allah’ın iyi yardımcı ve danışman (vezir) nasip edeceğini, kötü niyetli yöneticiler için ise aksi durumun söz konusu olacağını haber vermiştir. Bazı rivayetlerde yer aldığına göre Rasûlullah, daha önceki peygamberlerin her birine yedişer seçkin ve zeki yardımcı verildiğini, kendisinin yardımcılarının ise on dört tane olduğunu belirterek dört halife ile diğer bazı sahabilerin adlarını sayar.
Yönetici ile Yönetilenlerin Arasındaki Engeli Kaldırmak
Rasûlullah, yönetici ile yönetilenlerin arasındaki engelleri kaldırmak hususunda da çok hassastı. Bir yönetici zayıf ve güçsüzlerle kendi arasına engeller koyarsa kıyamet günü de Allah’ın onun önüne engel çıkaracağını; yoksullara, haksızlığa uğrayanlara ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatırsa Allah’ın da onun ihtiyacına karşı rahmet kapılarını kapatacağını belirtmiş ve ihtiyacını kendisine ulaştıramayan kimsenin ihtiyaçlarının kendisine haber verilmesini emrederek Allah’ın kıyamet günü bu hususta aracılık edenlerin iki ayağını sabit kılacağını müjdelemiştir. Bu amaçla halkın arasına girer, çarşı ve pazarı dolaşır, şikâyetleri dinler ve gerektiğinde olan bitenlere müdahale ederdi. Bir işle görevlendirdiği kimselere “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” tavsiyesinde bulunurdu.
Devlet işiyle görevlendirdiği kimselerin bu vesileyle maddî menfaat sağlamasına şiddetle karşı çıkmış ve onları sıkı bir şekilde kontrol etmiştir. “Kim bize âmil olmuşsa bir zevce edinsin, hizmetçisi yoksa bir hizmetçi edinsin, evi yoksa bir ev edinsin.” buyuran Hz. Peygamber, kendilerine bağlanan maaştan öte bir menfaat teminini haksız bir kazanç ve hırsızlık olarak nitelemiştir.
Hazırlanması sekiz yıl süren bu kitapla büyük bir hizmetiniz var...
Bu kitap bittiğinde umreye gitmek nasip oldu ve Peygamber Efendimiz’e de (sav) takdim ettim, umarım bu affımıza vesile olur. Şahsen ben üzülüyorum; bu kitap Türkiye’de çok az rağbet gördü, tanıtılmadı hiç desem yeridir…
Özellikle bu kitapta yönetim anlayışı ve vasfının da ibadet olduğunu anlatıyorsunuz. Din denilince ibadet geliyor akla. Sadece bilinen ferdî ibadetleri yapmak için dini yaşıyoruz gibi bir algı var; yanlış değil ama sadece bu da değil. Bu kitap bir bütünü görmemizi sağlıyor bir bakıma…
Evet, bu çok önemli. Yeni yazdığım kitapta da bu konudan geniş bir şekilde bahsettim. Rasûlullah Efendimiz’in (sav) bir sözü var; “Adil bir yöneticinin, devlet başkanının bir günü, bir âbidin yetmiş yılına bedeldir.” buyuruyor.
Çok teşekkür ediyoruz.
Ben de çok teşekkür ederim.