“Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e Verilen Hikmet ve Öğretilen Sünnet” adlı çalışmanızdan yola çıkarak düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Cahiliye Arap toplumundan başlayarak bütün insanları ilahi bildirimler doğrultusunda eğitmek ve kendilerine rehberlik yapmakla görevlendirilen ve hiçbir beşerden dini bir eğitim almadığı bilinen Hz. Peygamber’in (s.a.v.), aşkın bir güç tarafından eğitilmiş olması gerekir. Bu bağlamda Kur’ân-ı Kerim (en-Nisâ, 4/113), ona vahyin yanı sıra bu kutsal metinleri tahkim eden bir başka nimetin, “hikmet” olarak bahşedildiğini belirtmektedir.
Hikmet kelimesi, araştırmamız esnasında da görüleceği üzere kullanıldığı ayetlerdeki bağlama göre değişik anlamlar ifade etmektedir. Ancak biz, bunların arasından, konumuza uygun olduğunu düşündüğümüz; “gem vurmak yani olumsuz durumlardan engellemek” ve “özel ilahi bilgiyle eğitmek” gibi anlamları temel alarak Hz. Peygamber’in (s.a.v.) edindiği rabbani eğitimi ve kendisine öğretilen sünnetin neşet ettiği kaynağı inceleyeceğiz. Onun eğitiminin, peygamberlik öncesi yaşantısını oluşturan kırk yıllık süreç ve peygamberlik sonrasını oluşturan yirmi üç yıllık süreç olmak üzere iki dönemden oluştuğu bilinmektedir. Bu süreçlerin birincisinde kendisinin, müşrik bir toplumda yaşamasına rağmen, etrafında cereyan eden birtakım yanlış inanç ve eylemlere uymaktan ilahi bir gözetimle engellendiği birçok rivayetle sabittir. İkinci devrede ise onun, Kur’ân ayetlerinde tafsilatlı olarak açıklanmayan ancak nebevî uygulamalara yansıyan ibadetlerin ifa şekilleri ve bazı ayetlerde işaret edilen ancak muhtevası belirtilmeyen birçok hususta ilahi yönlendirme ve müdahalelere muhatap olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla bu devrelerden birincisini; nübüvvete hazırlık devresi olarak kabul edersek, ikincisinde, Hz. Peygamber’e (s.a.v.), Kur’ân vahyinden ayrı olarak bahşedilen manevi bir eğitim ve iletişim yoluyla sünnetin şekillendiğini söyleyebiliriz.
İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’den beri gönderilen peygamberleri diğer insanlardan ayıran ilk ve en önemli fark onların seçilmiş olmalarıdır. Bu gerçek Kur’ân’a şöyle yansımıştır: “İyi bilinsin ki, Allah, Adem’i, Nuh’u... âlemlere (peygamber olarak) seçti.” (Âl-i İmrân, 3/33) Bu ayette dile getirilen “seçti” kelimesi kanaatimizce çok derin anlamlar ifade etmektedir. Şöyle ki; peygamber olarak seçilen bir insan sıradan birisi olamaz. Öyleyse onun hayatının peygamberlik öncesi döneminin de bu seçilmişliğe uygun olması, yani bu dönemde kınanacağı ve pişmanlık duyacağı eylemlerden uzak durması gerekir. Dolayısıyla ilahi seçimin, böyle bir hayatın (risâlet öncesi ve sonrası) tamamına farklı şekillerde ve mutlaka müdahil olması gerekmektedir. Bu durum, bir beşerin ileride gerçekleştireceği nebevî örnekliği için elzemdir. Zaten hiçbir beşer, Yüce Allah’ın müdahalesi ve koruması olmaksızın günah işlemekten korunmuş değildir. Bu gerçekliğin yanı sıra söz konusu seçkin insanların günah işlememeleri bir tarafa, bunun bir adım daha ötesine giderek, onların her birisinin, toplumda icra edilen ve hatta sıradanlaşan yanlışlara bulaşmayan, aksine, erdemli davranışlar sergileyen ve ahlâkî yozlaşmaya karşı güzel ahlakın birer temsilcisi olmalarına payanda teşkil eden birtakım aşkın ve manevi dayanaklara sahip oldukları da malumdur.
Cahiliye Arap toplumunda mevcut az sayıdaki meziyete karşın, özellikle güçlülerin ve hâkim sultanın uyguladığı zulüm ortamının ve ayrıca insanlık onuruyla bağdaşmayan diğer yanlış fiillerin baskın olduğu bilinmektedir. Zaten “cahiliye toplumu” isimlendirmesinin temel sebeplerinden birisi de bu tür olumsuzlukların normal ve sıradan kabul edilmesidir. İşte Hz. Peygamber (s.a.v.), nübüvvetle vazifelendirilmezden önce yaşadığı böyle bir ortamda, kötünün ve kötülerin aksine yeni ve erdemli birtakım meziyetlerin hem habercisi hem de uygulayıcısı olmuştur. Her insana yaratılışında verildiği ifade edilen; “iyiye ve kötüye yönelme özelliği” bağlamında Hz. Peygamber’in baskın karakterinin son tahlilde her zaman iyiye yönelme olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla burada onun adına ilahi bir seçimin gerçekleştiği açıktır.
Hz. Peygamber’in bir beşer olması gerçekliğinin yanı sıra o sıradan bir kişi de değildir. Ayrıca kendisi hem nübüvvet öncesi hem de sonrasındaki hayatında ilahi anlamda bir eğitim ve öğretime tâbi tutulmuştur. Nihai olarak Hz. Peygamber’e bir taraftan Kur’ân-ı Kerim bir taraftan da ona has manevî bir iletişim dili (hikmet) aracılığıyla sünnet, Yüce Allah tarafından öğretilmiştir.
Öyleyse “Hikmet” nedir? Hikmet Kelimesinin Anlam Alanı
H-k-m fiilinden türeyen ve mastar olan hikmet kelimesi, lügatte bir insanı nasihat yoluyla iyi olan şeylere yönlendiren ve kötü olanlardan alıkoyan, engelleyen söz demektir. Bu çerçevede atın, binicisine itaatsizliği engellediği için “gemin ağızlığına” hikmet denilmiştir. Bu engelleme işi bazen de cehaletten uzak tutma şeklinde gerçekleşebilir. Dolayısıyla hikmet kelimesinin bilgi ve ilimle de çok yakın bir irtibatı bulunmaktadır. Bu sebeple onun, Yüce Allah’a nispet edildiğinde; kıymetli şeyleri mükemmel bilgiyle bilmek anlamına geldiği ifade edilmiştir. Bu kelime ayrıca susmak, adâleti tesis etmek, işi sağlam yapmak, gücü nispetinde insanın, eşyanın hakikatine vâkıf olması ve ona gerektiği gibi muamele etmesi, hüküm vermek, tecrübeli olmak, gem vurmak gibi anlamlara da gelmektedir. Hikmet kelimesinin ayrıca felsefe, ilim ve fıkıh, ilim-amel bütünlüğü gibi anlamlara geldiği de belirtilmiştir.
Hikmet kelimesine, İslâmî terminolojinin tarihsel sürecinde farklı pek çok ıstılahı tanımların yüklendiğini görmekteyiz. Bu bağlamda bazı ilk dönemde müfessir ve dilbilimciler tarafından yapılan tanımlar şunlardır:
İbn Abbas: Kur’ân’ı bilmek, derinliğine kavrayıp anlamak, Kur’ân’ın neshini, muhkemini, müteşâbihini, önce nazil olanını, sonra nazil olanını bilmektir.
Hasan el-Basrî: Hikmet, sünnet demektir.
Mücahid b. Cebr: Söz ve fiilde isabet,
Katade b. Diâme: Sünnet ve şeriatin açıklanması,
Mukatil b. Süleyman: Kur’ân’daki öğütler ve hükümler,
Mâlik b. Enes: Kur’ân’ı te’vîl etmek hususunda derin bilgi sahibi olmak,
İbrahim en-Nehâî: Kur’ân-ı Kerim’de anlayış sahibi olmak,
es-Süddî: Nübüvvet.
Diğer bazı bilge kişiler ise hikmet kelimesini; Kur’ân’ın hakikatleri, fıkhî hükümleri bilmek ve bunlarla yaşamak, söz ve eylemde işi sıkı tutmak, sağlam yapmak, ilim ve akılla hakka isabet etmek şeklinde tarif etmişlerdir. Aynı kelime hakkında şu tanımların da yapıldığını görmekteyiz:
Yüce Allah’ın, peygamberine özel olarak öğrettiği dini konular, diğer bir deyişle Allah’ın, Peygamber’in kalbini kendisiyle aydınlattığı ve sadece Allah’ın bildiği ve Peygamberi’ne öğrettiği ilimdir. O aynı zamanda hak ile bâtılı ayıran bir olgudur. Bazı müfessirler de onun esasen Hz. Peygamber’in sünnetinden başka bir şey olmadığını ifade etmişlerdir. Belirttiğimiz anlamların yanı sıra bu kelimeye; müteşabih ayetler, şeriat ve hükümlerin açıklanması gibi manalar da verilmiştir.
Batılı kaynaklarda ise “hikmet” kelimesinin karşılığı olan wisdom şu anlamlara gelmektedir: Bilimsel öğretinin hâsılası, ayrıntıların farkına varabilmek kabiliyeti, öngörü, doğru hüküm, sağduyu, genel olarak kabul gören inanç, tecrübe, bilgi vs.
Bazı kaynaklarda hikmet kelimesinin ikiye ayrıldığını görmekteyiz. Bunlardan birincisi; Allah’ın hikmetidir. Bunun anlamı, nesnelerin O’nun tarafından bilinmesi ve sağlam bir şekilde yaratılmalarıdır. İkincisi ise insanın hikmetidir ki bu da varlıkları tanımak ve hayırlı işler yapmak anlamına gelmektedir.
Zikrettiğimiz bu tanımlardan hareket edersek hikmet kelimesinin kısaca; Hz. Peygamber’e (s.a.v.) verilen özel bilgi, beceri, eğitim, sır, öngörüler ve olumsuz şeylerden engellemek-mâni olmak gibi anlamlara geldiğini söyleyebiliriz. Böylece onun Kur’ân’dan ayrı ve sadece Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ilahi anlamda hasredilen bir bilgilendirme yolu olduğu açıktır. Diğer bir deyişle hikmet kelimesinin yapısında “engellemek ve mâni olmak” olgularının yanı sıra “Hz. Peygamber’e verilen özel bilgi ve öngörü” öncelikli olarak yer almaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de Hikmetle İlgili Ayetler
Hikmet kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de yirmi ayet-i kerimede geçmektedir. Bu ayetlerin her birisinde bu kelime, kullanıldığı bağlama göre farklı anlamlara gelmektedir. Meselâ zikredeceğimiz şu ayetten de anlaşılacağı üzere bu kelime, Yüce Allah hakkında kullanıldığında; “işini sağlam yapan” anlamına gelmektedir: “Melekler, Allah’a şöyle dediler: Rabbimiz sen yüceler yücesisin... ve hikmet sahibisin (herşeyi kusursuz, sağlam yapansın).” (el-Bakara, 2/32. Ayrıca bkz. el-Bakara, 2/129, 209, 220; Âl-i İmrân, 3/6, 18, 58, 62, 126) Bu noktadan hareketle Yüce Allah’ın, işini sağlam yaptığını, hiçbir şeyi boşa yaratmadığını ve yarattığı her şeyde, beşerin tasavvur edemeyeceği inceliklerin bulunduğunu söyleyebiliriz.
Zikredeceğimiz şu ayette ise hikmet kelimesi, sünnet anlamında kullanılmaktadır. “Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab’ı ve hikmeti hatırlayın. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 2/231) Bu ayette bahsedilen kitabın, kendisine indirildiği peygamber tabii ki tebliğ ettiği ilahi buyrukları muhataplarına açıklamış ve bunun ardından mezkûr buyrukları evvelâ kendisi icra ederek onlara öğretmiştir. İşte bu ayette kitap kelimesinden hemen sonra yer alan “hikmet” kelimesinin sünnet anlamına geldiği açıktır. Aynı kelimenin bir başka ayette ise anlayış manasına geldiğini şöylece görmekteyiz: “Ey Yahya! Kitaba sımsıkı sarıl, dedik. Biz, ona daha çocuk iken hikmet ve katımızdan kalp yumuşaklığı ve ruh temizliği vermiştik.” (Meryem, 19/12) Bu ayette Hz. Yahya’ya hitap edilirken onun daha önce gönderilen Tevrat’ın buyruklarıyla amel etmesi ve o buyrukların doğrultusunda nübüvvetini icra etmesi ihsas edilmektedir. Bu görev kendisine tevdi edilmeden önce hatta o daha bir çocuk iken, kendisinin Yüce Allah tarafından hikmet yani kutsal buyrukların muhtevası ve icrası hakkındaki bilgilerle teçhiz edildiği belirtilmektedir.
İnceleyeceğimiz şu ayette ise, bu kelime nübüvvet anlamında kullanılmaktadır: “Biz, Davud’un hükümranlığını ona verdiğimiz hikmet ve etkili hitabet kabiliyetiyle güçlendirdik.” (Sâd, 38/20) Bu ayete konu edilen ve Hz. Davud’a verildiği belirtilen “etkili hitabet kabiliyeti” bir peygamberin kutsal vazifesini icrâ ederken ihtiyaç duyduğu en büyük nimetlerden birisidir. İşte bu nimetin öncesinde zikredilen hikmet kelimesi de tabii ki ona verilen nübüvvet vazifesini ifade etmektedir. Zikredeceğimiz şu ayette ise hikmet kelimesi, ‘Hikmetün Bâliga’ terkibiyle kullanılmış olup, “Kur’ân” anlamına gelmektedir: “Bu, en güzel öğütleri ihtiva eden ve manası apaçık olan Kur’ân’dır (Hikmetün Bâliğa). Bu gerçeğe rağmen ilahi öğütler, inançsız nankörlere hiçbir fayda vermemiştir.” (el-Kamer, 54/5)
“Öğretilen sünnet” kavramı ne anlam ifade etmektedir?
Öğretilen Sünnet
Hz. Peygamber’e nübüvvet vazifesi süresince İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim’i tebliğ (ilahi buyrukları muhataplara ulaştırmak), tebyin (açıklanmak) ve temsil (yaşayarak örnek olmak) görevleri verilmiştir. Eğitimsiz ve sıradan bir insan açısından bu görevlerin icrasındaki zorluk hatta imkânsızlık malumdur. Ayrıca İslâm, sadece Kur’ân’ın buyruklarıyla şekillenmiş bir din değildir. İşte bu noktada Hz. Peygamber’in icra ettiği nübüvvet vazifesi devreye girmektedir. Böyle ulvî bir vazifenin ifa edilmesi ancak bu vazifeye uygun olarak alınan bir eğitimden sonra gerçekleşebilir. Özellikle anlatılan ve açıklanan ilahi buyrukların uygulanması, diğer bir deyişle yaşanması söz konusu olduğunda nübüvvet vazifesi daha büyük önem arz etmektedir. Herhangi bir insandan dini eğitim almayan Nebi’nin (a.s.) sünnet adı altında icra ettiği uygulamaların kendisine Yüce Allah tarafından öğretilmiş olması gereklidir. Biz de “öğretilen sünnet” kavramıyla bunu kastediyoruz. Esasen “öğretilen sünnet” İslam’ın saf kemâliyeti için de gereklidir. Zaten onun, Hira mağarasında Cebrâil ile olan ilk buluşmasında; “Seni yaratan Rabb’inin adıyla oku.” anlamındaki Alak suresinin ilk ayeti nazil olduğunda, Hz.Peygamber’in, “Ben okuma bilmem.” şeklindeki beşerî reaksiyonunu müteakiben nazil olan şu ayetler bir elçi olarak kendisinin mutlak surette ilahi bir eğitimden geçirileceğinin ipuçlarını vermekteydi: “...Kerim olan Rabb’in, insana, kalemle yazı yazmayı hatta bilmediği her şeyi öğretmiştir.” (el-Alak, 96/3-5) İlerleyen süreçte aynı hususa değinen başka ayetler de nazil olmuş ve onun, Kur’ân’ın yanı sıra özel rabbani bir eğitimden geçirileceği bir kez daha teyit edilmiştir: “(Ey Resûlüm!) Sana okuduğumuz vahyi ezberlemek için hemen dilini kıpırdatma! Vahyi okuduğumuz zaman sen sadece dinle! Biz, onu sana önce okuyacağız, ezberleteceğiz ve ne anlama geldiğini de açıklayacağız.” (el-Kıyâme, 75/16-19)
Hz. Peygamber’e verilen özel ilahi eğitimin açık göstergeleri konumundaki bu ayetler, esasen söz konusu özel eğitimin içeriğine de değinmektedir. Çünkü bu ayetlerin sonuncusunda geçen “açıklayacağız” şeklindeki ibâre, Kur’ân dışı ilahi bir bilgilendirmeye işaret etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, hem özlü Kur’ân ayetlerinin içeriği hakkında hem de İslâm’ın diğer unsurlarını oluşturan ancak ayetlere konu edilmeyen hususlar hakkında bilgilendirilmiştir. Böylece ilahi emir ve yasaklar doğrultusunda değiştirilip dönüştürülecek olan bir toplumun teşekkülü için gerekli olan her türlü eğitimin kendisine verildiği ihsas ettirilmektedir. Bu noktada biz, Kur’ân’ın dışında ve ona eşdeğer bir başka vahyin var olduğunu söylemiyoruz. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in, Kur’ân vahyinin dışında başka bir iletişim yoluyla ilahi anlamda bilgilendirildiğini ve eğitildiğini ifade etmek istiyoruz. Hadis olarak sıhhat derecesi tartışmalı da olsa kendisine izâfe edilen şu söz esâsen peygamber olarak seçilen bir insanın sahip olduğu meziyetlere bir başka beşerin kaynaklık edemeyeceğini vurgulamaktadır: “Rabbim beni eğitti ve bana çok güzel bir eğitim verdi.” (Ebu’l-Fidâ İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs, Haleb tsz., I, 72) Dile getirdiğimiz bu gerçeklik bir başka açıdan şu hadis-i şerife de konu edilmektedir: “Bana Kur’ân ve onunla birlikte bir benzeri daha verildi. Karnı tok ve yastığa yaslanmış bir adamın; ‘Size gerekli olan Kur’ân’dır, onda neyi helal bulursanız onu helal kabul ediniz, neyi de haram bulursanız onu haram kabul ediniz.’ demesi yakındır. Peygamber’in haram ettiği şeyler, Allah’ın haram etmesi gibidir.” (Ebu Dâvûd Süleyman b. el-Eşas es-Sicistânî, es-Sünen, İstanbul 1401/1981, “Sünne”, 6) Zikrettiğimiz bu hadis-i şerif, bir taraftan Hz. Peygamber’in yetkilerinin ne olduğunu belirtirken diğer taraftan bu yetkiye meşru bir temel oluşturmakta ve bunun vahyin benzeri başka bildirimlerden kaynaklandığını teyit etmektedir. Aynı hususu teyit eden başka hadisler de bulunmaktadır. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’deki pek çok ayet-i kerimede; “Namazı kılın!” (Bkz: el-Bakara, 2/43, 110; el-Hacc, 22/78, en-Nûr, 24/56; el-Müzzemmil, 73/20) şeklindeki özlü ibare Müslümanlar tarafından ikame edilen namaz ibadetinin yapısını ve ifa şeklini müphem bırakmaktadır. Bu ve benzeri alanlardaki kapalılık Hz. Peygamber’in açıklamalarıyla belirginlik kazanmış ve ibadetlerin îfâ şekilleri ile muamelata dair mevzular nebevî bir tasarrufla müminlerin bilgisine sunulmuştur. Bu çerçevede yukarıda bahsettiğimiz namaz ibadeti hususundaki kapalılık şu hadis ile açıklanmıştır: “Ben, namazı nasıl kılıyorsam siz de benim ifa şeklime uygun olarak kılınız.” (el-Buhârî, “Edeb”, 27) Bu kutlu söz, Hz.Peygamber’e Müslümanların bilgisi dışında nasıl bir eğitimin verildiğini beyan etmektedir. Diğer bazı ibadetlerin farziyetini özlü olarak dile getiren ayetlerin açılımı da aynı eğitimin bir sonucudur. Zaten böyle bir eğitim gerçekleşmeseydi söz konusu ibadetlerin icrâsı mümkün olmazdı. İşte biz bu eğitimin, üsve-i hasene olarak takdim edilen seçkin bir insan için daha geniş bir yelpazede ve Kur’ân dışı ilahi bir müdahale ile gerçekleştiğini kabul etmekteyiz. Söz konusu eğitimin baskın karakteri de zaten bundan başkası değildir. Sadece ibadetlerin muhteva ve ifa şekillerine hasredilmeyen bu rabbani eğitim sayesinde Hz. Peygamber, yaptığı veya yapmadığı birtakım şeyler sebebiyle veya karşılaştığı bazı durumlar hakkında vahyin dışında özel manevi bir iletişim yolunun yanı sıra doğrudan Kur’ân aracılığıyla; bilgilendirilmiş, ikaz, teselli ve bazen de tehdit edilmiştir: “Resûlüm! Sabah, akşam hoşnutluğunu isteyerek Rabblerine yalvaranları yanından kovma! Onları hesaba çekmek sana, seni hesaba çekmek de onlara düşmez ki; onları kovarak haksızlık edenlerden olasın.” (el-Enâm, 6/52). “Resûlüm! Onların dediklerinin seni gerçekten üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar. O zalimler bildikleri halde Allah’ın ayetlerini yalanlıyorlar. Senden önce de birçok elçi yalanlanmıştı. Kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlanmaya ve incitilmeye katlandılar...” (el-Enâm, 6/33, 34). “Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.” (Hakka, 69/44-46)
Bütün bu hususlar, onun eğitiminin kemâliyetini teyit eden temel dayanaklardır. Bu konudaki rivayetler onun eğitiminde Cebrâil’in vahiy meleği olarak belirleyici bir rol oynadığı yönündedir. Cibril hadisindeki eğitici sorulara onun verdiği cevapların Cebrâil tarafından tasdik edilmesi ve nihayet karşılıklı konuşmanın ve buluşmanın bitiminde Hz. Peygamber’in, arkadaşlarına hitaben; “Bunu tanıdınız mı? Bu kimdir?” şeklindeki sorulara yanında oturan arkadaşlarından olumlu bir cevap alamayınca, “Bu Cebrâil idi. Size dininizi öğretmeye geldi.” demesi bunu ifade etmektedir. (Ebu’l-Huseyn Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-sahîh, İstanbul 1401/1981, “İman”, 1)
Kanaatimizce bu nebevî beyân, müminlerin eğitiminin sadece Kur’ân-ı Kerim ile ikmâl edilemeyeceğine, bunun, Yüce Allah’ın emri doğrultusunda, Cebrâil-Hz.Peygamber birlikteliğinden neşet eden bu ve benzeri ilahi derslerle tamamlanacağına dikkat çekmeyi hedeflemektedir. Diğer taraftan bu ilahi beyân aracılığıyla Hz. Peygamber, dini konularla ilgili olan, vahiy dışı sözlerinin ve vahiyden doğrudan neşet etmeyen fiillerinin, vahyi getiren melek tarafından teyit ve tasdik edilmesini de murat etmiş olabilir. Nebi (a.s.)’ın eğitimi, diğer bir deyişle “öğretilen sünnet” kavramı hakkında değineceğimiz bir başka husus da kudsi hadislerdir.
Şurası muhakkaktır ki, “Kudsi Hadis” kavramının “el-vahyu’l-metluvv; okunan vahiy” ve “el-vahyu ğayru’l-metluvv; okunmayan vahiy” ayrımıyla yakın bir ilgisi bulunmaktadır. Diğer bir ifade ile “Kudsi Hadis” kavramı Sünnet’in vahiy ürünü olduğu görüşünün bir uzantısı olarak ortaya çıkmış olmalıdır. Bundan dolayı onun tarafından dile getirilen “Cebrâil bana komşu hakkında o kadar çok nasihatte bulundu ki...” (el-Buhârî, “Edeb”, 28; Müslim, “Birr”, 140, 141) şeklinde ve benzeri diğer kudsî hadislerin ilahi bir temele oturduğu hususunda ona gönülden bağlı hiç kimsenin artık herhangi bir tereddüdü kalmamıştır. Kudsi hadisler hem Hz. Peygamber’in hem de onun şahsında bütün müminlerin rabbani bir eğitime tabi tutulduklarının en bariz şahitleridir. Diğer taraftan bu hadislerin genellikle Kur’ân’daki bazı ayetlerle aynilik arz ettiğini görmekteyiz. Zaten bu hadislerin bir bakıma “el-vahyu’l-metluvv” olarak bildiğimiz Kur’ân’daki bazı ayetlerin tefsiri veya bu ayetlerin farklı ifadelerle anlatımlarından ibaret olmalarını tespit etmek zor değildir.
Diğer taraftan kudsi hadislerin dışında kalan hadislerin ise “el-vahyu ğayru’l-metluvv” olarak tanımladığımız okunmayan ancak yukarıda da değindiğimiz üzere Hz. Peygamber’e yine onun tanımıyla; Kur’ân’ın bir benzeri olarak verilen bilgi kaynağından neşet ettiği kanaatindeyiz.
Şu ana kadar açıkladığınız konular içinde “el-vahyu ğayru’l-metluvv; okunmayan vahiy” şeklinde ifade buyurduğunuz konulara bazı örnekler vermek mümkün mü?
Peygamber ve Kur’ân-ı Kerim’den Hikmet Örnekleri
Hikmet kelimesinin bir anlamının da; Hz. Peygamber’e verilen özel bilgi olduğunu ifade etmiştik. Kur’ân vahyinin genel teması içerisinde bu özel bilginin bazen diğer muhataplardan ayrı olarak ona gizlice verildiğine ve mezkûr bilgilendirmeye başka zamanlarda nazil olan ayetlerde değinildiğine, bazen de bu bilgilendirmenin açıkça ve doğrudan indirilen ayetler aracılığıyla yapıldığına şahit olmaktayız. Biz burada önce Hz. Peygamber’e diğer muhataplardan gizlenerek verilen (hikmet) özel bilgileri birkaç örnekle inceleyeceğiz.
Birinci Örnek: Bu bilgilerden ilki, Hz. Peygamber’in ailevi ilişkileriyle ilgilidir. Şu ayet kendisine verilen “hikmetin bu şekline” yani “özel bilgiye” çok açık bir örnek teşkil etmektedir: “Bir zamanlar Peygamber, eşlerinden birisine bir sır vermişti. Fakat o eşi, bu sırrı başkalarına söyleyince Allah da bunu Peygamber’e bildirmiş ve olup bitenin bir kısmını açıklamış bir kısmını da açıklamamıştı. Peygamber de, bu durumu eşine bildirdiğinde o ‘Bunu sana kim açıkladı.’ deyince Peygamber de; ‘Her şeyi bilen ve farkında olan Allah bildirdi.’ dedi.” (et-Tahrim, 66/3)
Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir yerinde bu ayette geçen olaya ve karşılıklı konuşmalara işaret edilmemektedir. Sanki birtakım olaylar belli bir süreç içerisinde gerçekleşmiş ve bunlar kaydedilerek daha sonra Kur’ân muhataplarının bilgisine özet olarak sunulmuştur. Demek ki işaret ettiğimiz süreç içerisinde Hz. Peygamber’e aynı olayla ilgili olan ancak Kur’ân-ı Kerim’e yansımayan birtakım bilgiler özel ilahi bir iletişim yoluyla verilmiştir. Bu olayda hikmetin peygamber ailesine yönelik bir bağlamda gerçekleştiğini ve çok önemli bir mesaj deruhte ettiğini gözlemlemekteyiz. Buna göre Hz. Peygamber’in ailevi hayatı da ilahi gözetim altında tutulmaktadır. Öyleyse, onun ifa ettiği ve edeceği nübüvvet vazifesine eşleri de dâhil olmak üzere hiçbir beşer yön veremeyecektir. Gerektiğinde Yüce Allah, onun bu vazifesini, kendi ailesinden gelebilecek en küçük beşerî, olumsuz bir tavra karşı da koruyacağını ihsas ettirmiştir.
İkinci Örnek: Hikmet örneklerinden bir başkası da ifk hadisesinde Hz. Peygamber’in sergilediği tavırdır. Öyle ki bu olayın başlangıcından sonuna kadar takındığı vakur duruş ve sabr-ı cemîl, Yüce Allah’ın müdahalesi olmaksızın hiçbir erkeğin katlanacağı türden bir hadise değildir. İşaret ettiğimiz ifk hadisesini konu edinen ayet-i kerime olayın arka planındaki zorlukları aşmada Hz. Peygamber’e verilen gizli bir bilgi desteğini (hikmeti) ihsas ettirmektedir: “O iftirayı içinizden bir grup insan uydurmuştur. Onun (ifk/iftira olayının) sizin için bir kötülük olduğunu zannetmeyin. Aksine, sizin için o hayırlıdır (bir ibret vesikası). Onlardan her birisi işlediği günahın karşılığını mutlaka görecektir. Onların önde gelenleri ise daha büyük bir cezayı hak etmişlerdir.” (en-Nur, 24/11)
Zikrettiğimiz bu ayet her ne kadar Hz. Peygamber’i, içinde bulunduğu durum çerçevesinde değerlendirmese de ona takip edeceği metot hakkında bilgi vermektedir. Bu ayette âdeta Hz. Peygamber’e sabretmesi tavsiye edilmekte ve bu sürecin sonunda gerçeklerin ortaya çıkacağı ihsas ettirilmektedir. Ortaya çıkan bu türden üzücü durumlar karşısında sabırlı olmak esasen iyi kulların ve özellikle peygamberlerin meziyetlerindendir. Meselâ, oğlu Yusuf’u kaybeden Hz. Yakub’un da sabrı öncelediğini yine Kur’ân’dan (Yusuf, 12/18) öğrenmekteyiz.
Diğer taraftan ifk hadisesini aydınlatmak sadedinde nâzil olan vahyin ortaya çıkardığı gerçekler, Müslümanlar açısından bir samimiyet sınavı mesabesinde olmuş ve onların herhangi bir konuda verecekleri hüküm ve alacakları kararlar hususunda daha dikkatli olmaları istenmiştir.
Üçüncü Örnek: Hikmet konusunda inceleyeceğimiz bir başka husus; Hz. Peygamber’in yaptığı olağanüstü bir tasarrufla ilgilidir. Medine’de meskûn Yahudi kabilelerinden olan Nadîroğulları daha önce Müslümanlar ile yaptıkları antlaşmalara bağlı kalmamışlar, bunun yanı sıra birçok yönden kendileriyle yaşamanın imkânsızlığını teyit eden olumsuz tavır ve davranışlar sergilemişlerdi. Bütün bu sebeplerden dolayı onların, Medine’den çıkarılmaları kararlaştırılmıştı. Ancak onlar bunu reddedip kendi kalelerine sığınarak âdeta Müslümanlara meydan okumuşlardı. Bunları on beş gün süreyle kuşatma altında tutan Hz. Peygamber ve arkadaşları nihayet onlara ait hurma ağaçlarından bazılarını kesmeye başlayınca Nadîroğulları kalelerinden inerek teslim olmuşlardı. Bu olayın akabinde bazı münafıklar, hurma ağaçlarının kesilmesi için emir veren Hz. Peygamber’in bu tasarrufunu bir dedikodu meselesi haline getirmişlerdi. İşte bu olay üzerine Cenab-ı Hakk, şu ayeti indirerek Peygamber’ine Kur’ân dışında gizlice ve ona özel olarak daha önceden verdiği bilgiyi (hikmeti) olayın bitiminden ve dedikoduların ortaya çıkmasından sonra ifşa ederek münafıkları susturmuştur. (Ebu’l-Hasen Ali b. Ahmed el-Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, (thk., Kemal Besyûnî Zağlûl), Beyrût 1411/1991, s. 436, 437; Ebu’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahman b. Ebî Bekr es-Suyûtî, Lübâbü’n-nükûl fî esbâbi’n-nüzûl, Beyrût 1420/1999, s. 318, 319. Ayrıca bkz., Buhârî, “Tefsir”, 59; et-Tirmizî, “Tefsir”, 60; el-Kurtûbî, a.g.e., XVIII, 8) “Hurma ağaçlarından herhangi birisini kesmeniz veya kesmeyerek olduğu gibi bırakmanız tamamen Allah’ın izniyle gerçekleşmiştir. O, bu şekilde yoldan çıkanları cezalandırmak istemiştir.” (Haşr, 59/5) Zikrettiğimiz bu ayetten, Nadiroğulları’nın kalelerinde kuşatıldığı esnada onlara ait hurma ağaçlarının kesilmesi için Cenab-ı Hakk’ın Hz. Peygamber’e gizli bir izin/emir verdiğini anlamaktayız. Ancak bu iznin verilişi başka herhangi bir ayette konu edilmemektedir. Dolayısıyla bu da Hz. Peygamber’e bahşedilen özel nebevî iletişimin bir başka örneğini teşkil etmektedir.
Dördüncü Örnek: Kur’ân-ı Kerim, savaşın, insanlar tarafından sevilmeyen bir gerçeklik olduğunu beyan etmektedir. (Hoşunuza gitmese de gerektiğinde savaşmanız size farz kılınmıştır. Nice hoşlanmayacağınız şeyler vardır ki onlar sizin için daha hayırlıdır. Diğer taraftan hoşunuza giden pek çok şey de sizin için daha zararlıdır. Bütün bunları Allah bilir siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 2/216) Buna rağmen bazı hallerde insan, hoşlanmadığı bu türden birtakım görevleri icrâ etmek zorunda kalabilir ve insan psikolojisi bu durumlarda başka arayışların peşine de düşebilir. Burada önemli olan; insanın bireysel tercihleriyle, kendisini sarmalayan şartların gereklerini uzlaştırabilmesidir. Bu çerçevede Bedir Savaşı, hemen öncesinde gerçekleşen ve çok daha sonra inen ayetlerle tahkiye edilen birtakım hikmet izlerini taşıması bakımından da üzerinde durulması gereken önemli bir olaydır. Şu ayet, bu türden bir arka plana mutlak surette sahip gibi gözükmektedir: “Rabb’in seni evinden hakk bir dava (Bedir Savaşı) için çıkarmıştı da müminlerden bazıları bundan pek hoşlanmamıştı. Ayrıca gerçekler ayan beyan ortaya çıktıktan sonra bile, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle tartışıp duruyorlardı. Hani Allah iki gruptan birinin muhakkak sizin olacağına dair müjde vermekteydi de ama siz basit olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, inkârcıların cezalandırılmalarını ve Hakk’ın galip gelmesini (Bedir Ovası’nda düşmanı karşılamanızı) istiyordu.” (el-Enfâl, 8/5-7)
Bedir Savaşı’nı çeşitli yönleriyle anlatan Enfâl suresindeki bu ayet-i kerimeler, savaş öncesinde yaşanan bir olaya işaret etmektedir. Bu olay hakkında kaynaklarda anlatılanlar kısaca şöyledir: Müşrikler, daha önce Mekke’yi terk ederek Medine’ye hicret eden Müslümanlara ait mal varlıklarından oluşan bir kervanı Ebû Sufyân yönetiminde Şam yönüne doğru yola çıkarmışlardı. Bunu duyan Müslümanlardan bazıları Bedir Savaşı’nın hemen öncesinde Medine yakınlarından geçecek olan bu kervana saldırarak kendilerine ait mallarını kurtarmak istediler. Ancak Hz. Peygamber, yaklaşan düşman tehlikesinin bertaraf edilmesi hususunda ısrar etti ve yapılan savaş böyle bir ortamda sonuçlandı. İşte onun bu kararlılığının kendisine hikmet yoluyla ihsas ettirildiğini anlıyoruz. Çünkü savaşın bitiminde nâzil olan ve yukarıda incelediğimiz ayet-i kerimedeki; ‘gerçekler ayan beyan ortaya çıktıktan sonra’ şeklindeki müjdeli bildirim de Kur’ân’ın hiçbir yerinde geçmemektedir. Buna göre; zaferin, Müslümanlara nasip olacağı müjdesi, daha savaş başlamadan önceden Hz. Peygamber’e haber verilmiştir. İşte bundan dolayı o, kendisine verilen bu türden gizli ilahi bir müjdenin/bildirimin yönlendirmesiyle karar almış ve bu karar doğrultusunda hareket ederek savaşı neticelendirmiştir. Bu ilahi bildirimin, Müslümanlardan ilk başta gizlenmesi, onlar için bir sabır ve samimiyet sınavına yönelik olsa gerektir. Aynı konuyla ilgili olarak onun bu savaşta zafer talebiyle yaptığı duanın kabul edildiği de, yine aynı surede, savaşın bitiminden sonra inen Enfâl Suresi’nde şöyle yer almaktadır: “Siz Rabb’inizden yardım istemekteydiniz O da: ‘Ben size bin melekle yardım edeceğim.’ diye duanızı kabul etmişti. Allah bunu sadece bir müjde olarak kalplerinize güven duygusu hâkim olsun diye yapmıştı. Zafer her zaman en üstün ve en güçlü olan ve hikmetle hükmeden Allah’tandır.” (el-Enfâl, 8/ 9, 10) Yine bu ayetlere konu edilen ve Hz. Peygamber’in Bedir savaşının hemen öncesinde yaptığı duanın kabul edildiği hususu da Kur’ân’ın başka hiçbir yerinde geçmemektedir. Ama ayetin muhtevası dikkatlice incelendiğinde kendisine savaşın sonunda, zaferin, Müslümanların lehine mukadder olduğu müjdesinin verildiği çok açık olarak anlaşılmaktadır. Öyleyse Hz. Peygamber’e mezkûr müjdenin, daha savaş başlamadan önce özel bir iletişim (hikmet) yoluyla verildiğini kolaylıkla söyleyebiliriz.
Buraya kadar incelediğimiz örnek ayetlerden ve onların arka planlarından anladığımız kadarıyla Hz. Peygamber’e, Kur’ân vahyinin tamamen dışında ve ondan ayrı olarak bazen karşılaşılan durumlarda alınması gereken tedbirlerle ilgili olarak, bazen de sadece bilgilendirme gayesiyle özel birtakım bilgiler verilmiştir. Bir başka deyişle Hz. Peygamber, Kur’ân muhataplarının, künhüne vâkıf olamadıkları özel bir iletişim yoluyla sürekli olarak eğitilmiştir. İşaret ettiğimiz üzere Kur’ân vahyinin dışında verilen bu ilahi bildirimler, kendisine destek olmak ve yol göstermek gayesine matuftur. Ancak onun eğitilmesinde Yüce Allah’ın kullandığı metot sadece bundan ibaret değildir. Bu hususun nirengi noktasını hiç şüphesiz Kur’ân oluşturmaktadır.