Zor bir zaman diliminin insanlarıyız. Dünya olanca cazibesi ile başımızı döndürüyor. Her taraftan günah ve gaflet bizi kendine çağırıyor. Nefsimizden ve çevremizden gelen bu baskılarla bunalıyoruz. İbadetlerimizde gevşemeler, imanımızda zayıflamalar ve tereddütler baş gösteriyor. Daha kötüsü de Allah için hizmet ederken, böyle bir gayret içindeyken birçok olumsuzluklar yaşıyoruz. En çok da böyle hallerde nefis ve şeytan yakamızı bırakmıyor ve en acı ve zehirli vesveseleriyle bizleri iğneliyor.
"Sen hangi dava için didiniyorsun? O zaman Allah'ın yardımı nerede?" v.s. gibi. Öyle ki, bu vesveselerde boğulup umudumuzu yitirecek gibi oluyoruz. İşte bu türden vesveselerin içinde boğulurken bize umut aşılayacak, umut dolu gönüllere ve umut verici haberlere ihtiyaç hissediyoruz. Hatırlatmakta fayda var, böyle durumlarda, Kur'an'daki ibret dolu kıssalar üzerinde düşünmek ve ashabın hayatını yeniden gözden geçirmek her zaman etkili bir ilaç olmuştur umudunu yitirenlere. Nitekim bu kıssalara Kur'an'da yer verilmesinin maksatlarından birisi de zaten budur.
Ülkemiz ve hatta bütün Müslüman âlemi ve bunlarla bağlantılı olarak bütün insanlık, bir çıkmazın içinde. Dünyanın gidişatı ilginç olaylara gebe. Müminler olarak bütün bu olumsuz görünen gelişmeleri, daha umutla algılamak ve gayretlerimizi artırmak için ashabla ilgili bir olayı hatırlatmak istiyorum.
Bedir'deki parlak zaferden sonra Uhud savaşında hayale gelmeyecek kadar acı bir hezimet yaşanır. Bu çarpışmada Müslümanlara ciddi bir yara isabet eder. Ölümü ve yenilgiyi tadarlar. Yetmiş sahabe şehid edilir. Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) dişi kırılır, yüzü yaralanır ve müşrikler yanına kadar sokulurlar. Ayrıca birçok arkadaşı da yaralanır. Dolayısıyla bedenlerinde birçok eziyetle beraber, ruhlarda da bir sarsıntı baş gösterir. Öyle ki, başlarına gelenlerden sonra bazı Müslümanlar, "Bu da nerden çıktı?", "Müslüman olduğumuz halde bizim işlerimiz böyle mi gidecekti?" demeye başlarlar. İşte, görünüşte son derece menfi olan bu olayı müminlerin nasıl yorumlamaları gerektiğini Allah-u Teâlâ, Âl-i İmrân sûresindeki ayetlerle, şöyle hatırlatır ve çok önemli dersler verir:
137- Sizden önce ilahî yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti. Yeryüzünü geziniz ve Allah'ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görünüz.
138- Bu Kur'an, insanlara yönelik bir açıklama, takvalılar için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür.
139- Sakın gevşemeyiniz, karamsarlığa kapılmayınız. Eğer mümin iseniz üstün gelecek olan taraf sizlersiniz.
140- Eğer siz (Uhud'da) yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır. Biz bu tür acı günleri insanlar arasında dolaştırırız. Allah'ın kimlerin mümin olduklarını belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir bu. Hiç kuşkusuz Allah zalimleri sevmez.
141- Bunun bir başka sebebi Allah'ın, müminleri arındırması ve kâfirleri yok etmesidir.
142- Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayırt etmeden ve sabırlıları belirlemeden Cennete girebileceğinizi mi sandınız?
Bu ayetlerden şunu anlıyoruz ki, dertlerimizde yalnız değiliz. Bizim bu başımıza gelenlerin benzerleri bizden önce sınava tabii olmuş ve bu âlemden göçüp gitmiş insanların başlarına da gelmiştir. Her yıl üniversite sınavlarına giren kişiler değişse de eski sınav sorularının aynılarının veya benzerlerinin sınavda tekrarlanması gibi. Hayat tesadüfen akıp gitmemektedir. İnsanların başlarına gelen acı ve tatlı olaylar, zafer ve hezimetler, hep yüksek bir gayeye matuftur. Bu gaye Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan ve eşref-i mahlûkat olarak nitelenen insanoğlunun eğitimi ve sınavıdır. Bu haberler bizim için aynı zamanda teselli edici haberlerdir.
Zira bu durum, tıpkı fizik yasaları gibi, mana dünyamızın gelişimine etki eden ilahi yasalardır. Ve kimsenin bu yasalardan kurtulma şansı yoktur. Ayet aynen şöyle söylemektedir: "Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti." Evet, bunlar, hayata hükmeden yasalardır. Eski devirlerde ne meydana gelmişse, durumunuza uygun olanlar Allah'ın dilemesiyle sizin zamanınızda da meydana gelecektir. Peki, böyle durumlarda nasıl bir duruş sergileyelim, diyecek olursak aşağıdaki ayet imdadımıza yetişir; "Sakın gevşemeyiniz karamsarlığa kapılmayınız; eğer mümin iseniz üstün gelecek olan taraf sizlersiniz" Uğradığınız zayıflıktan dolayı gevşemeyin. Başınıza gelen musibetlerden ve kaçırdığınız fırsatlar yüzünden üzülmeyin. Üstün olan sizsiniz. Hayat metodunuz üstündür; çünkü siz Allah'ın gösterdiği metoda göre hareket ediyorsunuz..
Üstlendiğiniz rol üstündür; çünkü siz, bütün insanlığın önderliğini elinizde bulunduruyorsunuz, topyekûn insanlığın öncülerisiniz. Yeryüzündeki konumunuz üstündür; çünkü Allah'ın size vaat ettiği yeryüzünün mirası sizindir, şayet gerçek müminlerseniz, üstün olan sizsiniz. Gerçekten inanıyorsanız, gevşemeyin, üzülmeyin! Cihad, imtihan ve arınmadan sonra sonucun sizin olması için yaralar almanız ve yaralanmanız yüce Allah'ın bir kanunudur.
"Bunun bir başka sebebi de Allah'ın müminleri arındırması ve kâfirleri yok etmesidir." Rahatlık ve sıkıntı dönemleri devletlerin hayatında olduğu gibi insanların hayatında da döner durur. Bu değişik haller, insanda var olan bir takım güzel hasletlerin belirginleşmesine ve açığa çıkmasına yardımcı olurken kötülüklerinden de arınmasına sebebiyet verir. Böyle durumlarda, saflar ayrılır, mümin-münafık ortaya çıkar. İnsanların ruhlarının derinliklerinde bulunan bozukluklar gün yüzüne çıkar. Yüce Allah, müminleri de münafıkları da bilir. O, kalplerin sakladıklarını da bilir. Ancak, böyle olaylar, imanı görünür bir amele, aynı şekilde nifakı da açık bir uygulamaya dönüştürür. Hesap ve ceza bundan sonra söz konusu olur. Çünkü yüce Allah insanları, kendisinin bildiği işlerinden dolayı değil ancak kendilerinden meydana gelenlerden dolayı sorgular.
Yine insan hayatındaki, sıkıntı ve rahatlığın ard arda gelişi, yanılmaz bir mihenk ve haksızlığa meydan vermeyen bir ölçüttür. Bu noktada rahatlık da sıkıntı gibidir. Çünkü nice ruhlar vardır ki, sıkıntı anında sabredip gerçeğe sıkı sıkıya sarılmalarına rağmen, rahatlık zamanında gevşeyip ödün verirler. Mümin ise zorlukta sabredip, bollukta da boş vermeyen kişidir. O her iki durumda da Allah'a yönelir. Kendisine dokunan iyilik ya da kötülüğün Allah'ın izniyle olduğunu çok iyi bilir.
Çoğu zaman insan, kendi nefsinden, onun gizli yönlerinden, alışkanlık ve dolambaçlarından habersiz olur. Meselâ, insan kendisinde, güç, cesaret ve fedakârlık, cimrilik ve ihtirastan kurtulmuşluk duygularının bulunduğunu zannedebilir. Sonra, pratik deneylerin ışığında, meydana gelen olaylarla yüz yüze geldiğinde henüz nefsinde temizlenmemiş yaraların bulunduğunu ve baskılar karşısında direnecek olgunluğa erişmediğini anlar. Dolayısıyla insanın kendi hakkındaki hüsn-ü zannı veya su-i zannı ölçü olamaz. Bu değerlerin subjektif âlemden sıyrılıp, objektif âlemde belirginleşmesi gerekir. Bunun için Allahu Teala; "Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayırt etmeden ve sabırlıları belirlemeden Cennete gireceğinizi mi sandınız?" buyurarak, bu konudaki ilahî yasayı hatırlatır. Evet, Cennet'in yolu zorluklarla çevrilidir ve azığı da yoldaki eziyetlere sabretmektedir. Ayet bunu söyler. Çünkü derinleşmek ve arınmak boş temennilerle ve eylemi olmayan sözlerle olmuyor.
Meselâ; Müminlerin yalnızca cihada karar vermeleri ve "ölümü göze aldım" demeleri yeterli değil. Davanın zorluklarına karşı sabretmek de gerekiyor. Ve zorluklar, meydan savaşında yapılan cihatla bitmeyecek kadar sürekli ve çeşitli. Savaş alanındaki fiili cihad ki, buna Efendimiz "küçük cihad" demiştir, iman davasının belki en hafif zorluğudur. Bir de Efendimizin işaret ettiği büyük cihad vardır ki, gerçekten bu cihad daha fazla sabrı ve mücadeleyi gerektirir. Bunlar da, her gün karşılaşılan birçok meşakkate sabır; istikamet üzere yaşamaya sabır; müminin, günlük hayatında beraber bulunduğu insanlardan gelecek olan eza ve cefalara karşı sabır; yolun uzunluğuna, engellerin çokluğuna karşı sabır; cihad, sıkıntı ve çarpışmanın zorluğuna ilişkin sabır; rahatlığın, vesvese ve nefsin saptırmalarına karşı sabır v.b.gibi Yukarıdaki ayetlerden anlıyoruz ki, hayatın iniş ve çıkışları hep birer ibrettir, derstir, eğitimdir. Bu meseleyi kavramak, olaylara bakış açımızı değiştirecek ve bizler başımıza gelenler hususunda yalnız olmadığımızı düşünerek, gerek zillet ve ümitsizlik gerekse şımarıklık, azgınlık ve kibir girdaplarına düşmeden kulluk sınavımızı vermeye çalışacağız. Evet, zaman zor zaman, zaman ahir zamandır. Zaman, Allah'a ve O'nun dinine, Resûl'e ve O'nun emanetlerinden olan Ehl-i Beyt'e, sıkı sıkı sarılma, sahiplenme ve bağlanma zamanıdır.
Bizler Allah'a iman ve O'nun kudretine güvenimizden kaynaklanan umudumuzdan enerji alarak çalışmalıyız. Böylece, her türlü zorluğun üstesinden gelebilir, her türlü sorunu yenebiliriz. Yeter ki, bakış açılarımızı bu yönde değiştirmeyi bilelim.
Bizi ödenecek ağır sorumluluklar ve bedeller beklemektedir. Yılgınlıktan ve yorgunluktan kaçmak gerekir. Ağır olan bu sınavda bazen tökezler bir anda taşıdığı değerleri unutur, şaşar âdemoğlu. Ama bu yılgınlığın ve tökezlemenin geçiciliğinin farkına varmalı hemen. Sahip olduğumuz değerleri hatırlamalı ve dört elle sarılmalı. Elbette ki, nefse bahaneler çoktur. Ama ümitli ve cesur olmak, işte bütün bahaneleri yutar götürür.
"Gevşemeyin, üzülmeyin! Eğer inanıyorsanız üstün gelecek olanlar sizler olacaksınız." (Âl-i İmrân; 139)
Allah'a emanet olun...