Hayat, İnsan, Anlam Arayışı Ve Modern İnsanın Anlamsızlık Sorunu / Prof. Dr. Abdülkerim Bahadır

İnsanoğlu hayatı nasıl anlamlandırmalıdır, fıtratında var olan hakikat arayışına nasıl cevap vermelidir? 

En genel anlamıyla hayatı, “tabii kanunların yürürlükte olduğu dünyada, insanlığın oynamak zorunda olduğu roller ile karşılaşılan güçlükler önünde ortaya konan fiziksel, psikolojik ve sosyal çabalar bütünü” şeklinde tanımlamak mümkün görünmektedir. Tanımdaki rollerden kasıt, bireyden kendisi ve çevresi adına yapması beklenenleri yerine getirmesi anlaşılmalıdır. (Sağlıklı bir kişilik, mesleğinin gereklerini yerine getirmesi, ailesine ve topluma karşı görevlerini üstlenmesi “gelişim ödevleri”)

Çabalardan kasıt, değişme yeteneğini işletmesi ve böylece sorunlar karşısında her türlü olumlu mücadele gücünü ortaya koymasıdır.

Her şeyden önce hayatın amacı yaşamaktır. Doğan her canlı, içgüdüsel olarak hayatını korumaya ve sürdürmeye çalışır. Aynı durum insanın ilk yılları için de söz konusudur. Ancak ilerleyen yıllarla o, bilinçli olarak hayata adımını attığı andan itibaren diğer canlılardan farklılaşır ve en büyük sorumluluğunu üzerine alır: Hayatı bütün olumlu ve olumsuz yönleri ile birlikte insan onuruna uygun şekilde yaşamak... Hayat, en ağır koşullar altında bile tabiatı gereği insana çeşitli seçenekler ya da tercih yolları sunar. Bu noktada hayatı cebriliğe ve anlamsızlığa mahkûm etmek mümkün değildir.

Hayat, bir zıtlıklar yumağıdır. Bu yapısıyla hayat, olumlu-olumsuz, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin... gibi çift yönlü oluşumlara imkân verecek bir tabiata sahiptir. Mıknatıs örneğinde olduğu gibi hayatın dinamiği bu zıtlıklar nedeniyledir. Mutluluk, huzur, tatmin gibi olumlu unsurlar ne kadar hayatın aslî öğelerindense, aynı şekilde mutsuzluk, ızdırap, acı ve tatminsizlik gibi olumsuz unsurlar da hayatın vazgeçilemez esaslarındandır. Gerçekçi bir yaşama ancak, hayatın çift kutuplu karakterini kabul ederek, her şeye rağmen ona aktif olarak katılarak ulaşılabilir.

Modern hayat şartları altında insan her durumda potansiyellerini geliştirebilecek, kendini gerçekleştirebilecek ve böylece anlamlı bir hayat sürdürebilecek imkânlardan yoksun değildir. Gelişmelere açık olabilen ve sorunlarını aşma çabasında cesaretini koruyanlara hayat kendini başlıca üç tecrübe yoluyla takdim eder:

1- Ağız tadına ve estetik zevke hitap edecek sayısız imkânlar sunarak. İnsan bu imkânlardan istifade etmek amacıyla hayata aktif olarak katılabilir. (Yiyecekler, göze hoş gelen oluşumlar vs.)

2- Araştırma ve keşfetme arzusunu tatmin edebilecek imkânlar sunarak. Hayat, insanın merak duygusunu tatmin edecek çok zengin bir muhtevaya sahiptir. (Tabiat incelemeleri, bilimsel keşifler, üretim ve araştırma vs.)

3- Yaratıcı ve etkinleştirici fiili imkânlar sunarak. Hayat insanda en güçlü eğilimlerden olan yaratıcılık ve etkinlik gibi aktiviteyi doğuran ve besleyen eğilimlere karşılık gelebilecek tükenmez fırsatlara sahiptir. (Meslek, spor, sanat, birliktelik, kişisel zevkler vs.)

HAKİKAT ARAYIŞI VE HAYATI SORGULAMA

İnsan hayatını konu edinen tüm disiplinler, varlığı anlamlandırma çabasının ve hakikat arayışının insanla birlikte doğduğu hususunda birleşmektedirler. Bu köklü eğilim, insan varoluşunun ayrılmaz bir yönünü teşkil etmektedir. Ruhsal yapının derinliklerinden kaynaklanan anlam ihtiyacı, antropolojik veriler dikkate alındığı takdirde, etkisini ilk insanda olduğu kadar, günümüzün modern insanında da güçlü bir şekilde hissettirmeye devam etmektedir. Varlığı anlamlandırma ve dolayısıyla olayları kontrol altına alma eğilimi, insanı diğer canlılardan ayıran en temel özelliktir.

Hakikat arayışı; düşünce, tutum ve davranışları belirleyen en güçlü güdülerden biridir: İnsan, öteden beri kesin bilgiye ulaşma çabasında olmuştur. Bu amaçla tarih boyunca kimi zaman felsefeye, kimi zaman sanata ve bazen de metafiziğe veya dine sarılmıştır. Hakikatin bilgisine ulaşmayı ifade eden bu süreçte insanın temel hedefi, belirsizlikten kurtulmak, hayattaki konumunu tayin etmek ve varlığı anlamlandırma ihtiyacını gidermektir. 

Hakikat arayışı, antropolojik (beşeri) anlamda hem ezeli hem de ebedîdir. Başka bir ifadeyle gerçeği arama ve anlama ihtiyacı, tüm insanlarda doğuştan var olan en önemli eğilimlerden biridir. İlk insan tutum ve davranışlarında nasıl bir anlam peşinde koşmuşsa, son insan da özde aynı çaba içerisinde olacaktır. Genel bir insanî olgu olarak “anlam” ve “anlam arayışı” evrenseldir. Ancak, muhteva ve yöneliş biçimleri açısından özneldir. Algılama biçimine bağlı olarak her insanın, kendine ve yaşadığı hayata yüklediği, kendine özel bir anlamlandırma tarzı vardır. Bu nedenle insan sayısı kadar “anlam” anlayışının varlığından söz edilebilir. Zira arayışın biçimini, her insanın kişisel ihtiyaçları, ilgileri ve arzuları belirler.

Hakikat arayışında en ciddi adım, insanın kendini ve çevresini kuşatan varlık ve insanlık alemini sorguladığı an atılır. Böylece kendinin ve çevresinin farkına varılır. Hayat nedir? Anlamı, amacı veya hedefi var mıdır? Dünya niçin yaratılmıştır? Ölüm nedir? Ölümden sonra ne olacak? Ben kimim, neyim, niçin varım, nereden geldim, nereye gidiyorum? Bunca ızdırap, keder ve acı ne diye vardır? İyilik, doğruluk, dürüstlük ne işe yarayacak? İnsan ile dünya arasındaki ilişkinin aslı, esası nedir? Gibi çoğaltılması mümkün varoluşsal sorular, hakikat arayışının muhtevasına işaret eder. Kuşkusuz bu sorulara insanın verdiği cevaplar, yaşadığı hayatın anlamlı olup olmadığını ya da ne kadar anlamlı olduğunu tayin eder.

Teknolojik, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler; güvensizlik, umutsuzluk, yetersizlik, doyumsuzluk gibi kişilik sorunlarına yol açan olumsuz duyguları beslemiştir. Zihinsel ve ruhsal yapıda meydana gelen evrime bağlı olarak ortaya çıkan pek çok farklılaşmalara maruz kalmasına rağmen, bu tarz teslimiyetçi-geleneksel anlayış, büyük ölçüde kutsaldan ve dinden güç alıyordu. Ancak, bu düşünce de, diğer birçok değer gibi maneviyatın akılcılığa kurban edildiği modern dönemde temel işlevini önemli derecede kaybetmiş görünmektedir. Sosyo-kültürel değerleri dikkate almayan ideolojik yaklaşımlar; maneviyatı dışlamakla veya ikinci plana itmekle, modern insanı bir taraftan tek başına asla aşamayacağı varoluşsal sorunlarla karşı karşıya bırakırken; diğer taraftan da kendine ve çevresine yabancılaşmasına, yalnızlaşmasına neden olmuştur.

Özellikle 20. yüzyılda ortaya çıkan ve hayatı derinden etkileyen ekonomik, sosyal ve kültürel değişmeler, hayatı karmaşaya, belirsizliğe ve çözümsüzlüğe sürükleyecek hızlı gelişmelere yol açmıştır. Böyle bir ortamda kendini arayan insan, çağın en temel problemiyle yüz yüze gelmiştir: Varoluşsal Engellenme. Engellenme, “biyo-psiko-sosyal belirli bir amaca veya hedefe doğru güdülenmiş insanın, iç veya dış çevreden kaynaklanan çeşitli nedenlerden ötürü hedefine ulaşamaması durumu” şeklinde tanımlanmaktadır. Engellenme doğal olarak, insanda gerginliğe yol açar. Gerilim karşısında insan, çözüme yönelik birtakım tepki şekilleri geliştirir.

Logoterapide sadece insana has olan varoluşsal engellenme, anlam arzusunun engellenmesi olup “insanın bütün yapıp etmelerinin boşa gittiği hissine kapılması; her şeyin kendisi için anlamsızlaştığına inanması” şeklinde tanımlanır.

Varoluşsal engellenme, doğurduğu gerilim aracılığıyla insanı yeniden hayata sarılmak noktasında çözüm aramaya zorlar. Anlam arzusunun yeniden işlerlik kazanması için gereken önlemler alınmadığı takdirde varoluşsal engellenme, hayata yönelik bıkkınlığa ve hissizliğe yol açar. Anlam arzusunun kaybı ve bıkkınlık ya da yanlış anlamlandırmalar, neticede geri dönülmesi çok daha zor olan varoluşsal boşluğa, yani anlamsızlığa yol açar. Bu durumdaki insan, mücadele gücünü kaybeder. 

Günümüzde anlamsızlık kitlesel boyutlara ulaşmıştır. Nihilizm (Hiççilik), Hedonizm (Zevkçilik), Konformizm (Uyuşumculuk), Totalitarizm (Teslimiyetçilik) vb. çağdaş anlayışlar, anlamsızlığın tipik kitlesel göstergeleridir.

Gerçekte mutluluk, insanı kendi ötesine taşıyan ve yaratılış amacına uygun düşen değerlerin gerçekleştirilmesi sonucunda, hak edilmiş bir ödül olarak ortaya çıkar.

LOGOTERAPİ’DE ANLAM, ANLAM SÜREÇLERİ VE DİN

Logoterapi nedir? Anlam arayışında insanoğluna nasıl yardımcı olmaktadır? İnsanoğlu, hayata ne ile anlam yükleyebilir?

“Logotherapie” (Anlam Terapisi) ya da diğer adıyla “Existenzanalyse” (Varoluş Analizi), 1950’li yıllarda psikoterapi sahnesine çıkan bir yaklaşımdır. Ünlü Viyanalı nörolog ve psikoterapist Prof. Dr. Viktor E. Frankl’ın (1905-1997) öncülüğünde temellenen bu yeni yaklaşım, 2. Dünya Savaşı sırasında “Auschwitz” ve “Dachau” toplama kamplarında bizzat yaşadığı acı tecrübelerden beslenmiştir. Frankl, bu kampların gaz odalarında annesini, babasını, eşini ve birçok yakın akrabasını kaybetmiştir.

“Logoterapi”, adını “anlam” kavramına karşılık gelen Yunanca bir kelimeden, “Logos”tan almaktadır. 

Anlam merkezli bir terapi tekniği olan Logoterapi, bilim dünyasında Freud’un Psikanaliz’i ve Adler’in Bireysel Psikolojisinden sonra “Üçüncü Viyana Psikoterapi Ekolü” olarak şöhret bulmuştur. Logoterapi’nin odak noktasını “Anlam Arayışı” teşkil eder. Bu psikoterapi ekolünün temel amacı, insan varoluşunun en aslî ihtiyacı olan “Anlam Arzusu”nu tatmin etmek; anlamlı bir hayatın teşekkülüne yardımcı olmak ve böylece modern insanı içine düştüğü çağın hastalığı “Varoluşsal Boşluk”tan, yani “anlamsızlıktan” kurtararak hayatını yeniden anlamlandırmasında veya anlamlı yönlerini keşfetmesinde rehberlik yapmaktır.

“Anlam” kavramıyla kastedilen, kelime ve cümlelerin ahenkli birlikteliğinden ortaya çıkan ifade biçimi değildir. Bu kavramla, sadece zihinsel süreçlere işaret eden “anlama eylemi” de kastedilmemektedir. 

Logoterapinin merkezinde yer alan anlam kavramıyla, her şeyden önce hayatın yaşamaya değer olup olmadığı; hayatın insan onuruna yaraşır tarzda yaşanıp yaşanmadığı; insanın kendisinden bekleneni yerine getirip getirmediği ve yüce amaçlar doğrultusunda hareket edip etmediği soruları karşısında, insanın yaşantısıyla verebileceği olumlu cevaplar kastedilmektedir. Bu bağlamda “anlam”, insan varoluşunun özünü ifade eder.

Anlam Arayışının Temel Nitelikleri

Logoterapi’nin savunduğu düşünceye göre hayatın anlamı sorunu, sadece insana özgüdür. İnsan, bilerek ya da bilmeyerek, fakat her durumda anlam arayan bir varlıktır. Çünkü yaratılışı gereği bir “anlam”a inanmak zorundadır. 

İnsan nefes aldığı sürece olumlu-olumsuz, iradeli-iradesiz tüm tutum ve davranışlarında “anlam” bulmaya yöneliktir. İntihar teşebbüsünde bulunan kimse bile, ölümle sonuçlanabilecek bu hareketine “anlam” yüklemiştir. Başka bir ifadeyle, kendisi için yaşamak ne kadar anlamsızlaşmışsa, hayatına son vermek, o kadar anlam kazanmıştır.

Araştırma Bulguları:

ABD’de 48 kolejde öğrenimini sürdüren 7948 öğrenci üzerinde gerçekleştirilen geniş çaplı bir araştırmanın bulgularına göre ankete katılanların % 78’i, ilk hedef olarak “hayatta bir amaç ve anlam bulma”yı tercih etmişlerdir. Araştırmaya katılanlardan % 67’si, anlam kazanma amacıyla topluma yararlı işlere veya mesleklere yöneldiklerini belirtirken, daha çok para kazanmayı hedefleyenlerin oranı sadece % 16 olarak tespit edilmiştir.

Amerikan Eğitim Konseyi tarafından yayınlanan bir başka anket sonucuna göre ise, ankete katılan 171,509 öğrenciden “anlamlı bir hayat felsefesi geliştirme” seçeneğini en yüksek hedef olarak işaretleyenlerin oranı, % 68.1’dir.

Fransa’da gerçekleştirilen bir kamuoyu araştırmasına göre de halkın % 89’u, insanın uğruna yaşayabileceği “bir şey”e ihtiyaç duyduğunu belirtmiştir. Araştırmaya katılanların % 61’i, hayatlarında uğruna ölmeye değer bir şeyin veya bir insanın bulunduğuna dair düşüncelerini belirtmiştir.

“Anlam” araştırmacısı Markus Doll, 220 kişi üzerinde yürüttüğü araştırmasının sonunda anlam tecrübesini ifade eden dört faktör grubu tespit etmiştir. Bunlar:

1. Faktör: İçsel (psikolojik) yapıda anlam tecrübesi. (Kendine güven, kişisel amaç, vücut sağlığı, tabiat tecrübesi vs.)

2. Faktör: Başkalarına yardımcı olmak, sorumluluk yüklenmek, dostluk ve aile ilişkilerinde anlam tecrübesi.

3. Faktör: Başarı, kariyer, meslek, hedefler, istekler, kendisi için bir şeyler elde edebilme, spor vb. gibi tecrübeler.

4. Faktör: Dinî-ruhanî-felsefî inanç, modeller, değiştirilemez olanı kabullenme… gibi tecrübeler.

Anlam arayışının özellikle yüzyılımızda hayati bir ihtiyaç olarak belirmesi ve gittikçe güç kazanmasının en önemli nedeni, sosyal, kültürel ve ekonomik alanlardaki hızlı değişmelere karşın, Varoluşsal Engellenme’nin çözümsüz kalarak “Varoluşsal Boşluk”a dönüşmesidir.

Logoterapi’ye göre, insanda doğuştan var olan anlam arzusu, onu en acımasız ve en korkutucu şartlar içerisinde bile sarılabileceği bir değere, bir amaca veya hedefe yöneltebilir. Anlamsızlık, ancak anlam arzusunun engellendiği durumlarda ortaya çıkar.

Anlam tecrübesi, bireyin olumlu mücadelesi olmadan kendi kendine de ortaya çıkamaz. İnsan bizzat çabasıyla anlamı keşfetmek zorundadır. Anlam birine veya bir şeye karşı duyulan sevgide ya da icra edilen bir iş ve meslekte; hatta acı ve dramatik tecrübelerin derinliklerinde saklı olabilir.

Anlam Aramak, İnsanın En Büyük Sorumluluğudur

Hayatta anlam konuları, kişiye zamana ve ortama bağlı olarak değişmeye açık olmasına karşılık hiçbir zaman eksik olmayacaktır. Herhangi bir eser ortaya koyarak, bir iş yaparak veya bir şeyi yaşayarak ya da biriyle sevgi eksenli bir ilişki kurarak insan, kesintisiz bir anlam kazanma süreci yaşayabilir. 

En umutsuz, acı durumlarda bile insan, yaşadığı trajediyi zafere dönüştürme imkanına sahiptir. Mevcut durumu belki değiştiremeyecektir, ancak kendini içinde bulunduğu şartların gereğine göre yeniden düzenleyebilecektir. 

Çeşitli nedenlerle acı içinde kıvranan bazı hastalarına Frankl’ın ilk soru olarak yönelttiği “Niçin intihar etmiyorsun!?” sorusuna karşılık aldığı cevaplar, insanın yaşamak için farkında olmadığı pek çok nedene sahip bulunduğunu ortaya koyuyordu. (Aile bireylerine duyulan sevgi, yetenekler, başarılar, geçmişte yaşanan hatıralar, zorluklara karşı onurlu mücadele vb. nedenler, insanı hayata bağlayan unsurlardan sadece birkaçıdır.) 

Giosch Albrecht, hayatta anlamın zorunlu olarak varolduğunu güneş örneği ile açıklar. Albrecht şöyle der: “Tıpkı varlığını ihtişamla sürdüren güneş gibi, “anlam” da koşulsuz olarak vardır. Güneş, günlerce bulutların arkasında kaybolduğunda, onun yokluğunu düşündüğümüz olur. Oysa gezegenimizde hayatın sürmesi, onun mutlak varlığına delalet eder. Çünkü onun ışınları en karanlık bulutlara rağmen dünyamıza hayat vermeye devam etmektedir. İşte “mutlak, koşulsuz anlam” da böyledir. Bazen hayal kırıklıklarının, hastalıkların, felaketlerin ve üzüntülerin gölgesi altında kalabilir. Ancak bizim ona olan inancımız, tıpkı güneşin varoluşunu bildiğimiz gibi onun varlığını da bilmemizi sağlar.”

Tecrübi araştırmalar göstermektedir ki, insan, içinde bulunduğu her durumda, gizli veya açık bir anlam aramaktadır. Elde edilen neticeler, “anlam”a yönelik güçlü bir istek ve iradenin, ruhun derinliklerinde kök salmış olarak var olduğunu göstermektedir.

Logoterapi-Din İlişkisi

Anlamsızlıktan kurtulma ve böylece anlamlı bir hayata kavuşma sürecinde din ile anlam arayışı arasında önemli bir ilişki söz konusudur. 

Din, tüm varoluşu ele alıp yorumlayan; bilinmeyen pek çok yönünü, sunduğu tatminkâr cevaplarla açıklığa kavuşturup anlamlandıran eşsiz bir sistemdir. Din, hiçbir öğretinin cevaplayamayacağı varoluşsal sorulara verdiği cevaplarla, insan için vazgeçilmez bir öneme; bütün yönleri ile zihinsel, ruhsal ve toplumsal sağlığı temin edecek ve koruyacak mükemmel bir muhtevaya sahiptir.

Frankl’a göre değerlerin temel dayanaklarını kişisel olarak ortaya koyan Tanrı’dır. İnsanı nihaî noktada ancak Tanrı anlayabilir. Ona göre, insanın ruhsal derinliğinde güçlü bir özlem hakimdir. Bu şiddetli özlemin ve susuzluğun konusu Tanrı’dan başkası olamaz.

Logoterapi, dinî kurumlarla rekabete girmeyecek ölçüler dahilinde -hastanın menfaatine olduğu sürece- dindarlıkla ilgilenir. Logoterapi’nin din ile ilişkisi, dinin insanla ilişkili olduğu alanla sınırlıdır (Dinin insani boyutu). İnsan-ötesi manevî alanla ilgilenmez. (İlahi boyut)

H. Thielicke Logoterapi’yi, psikoloji ile ilahiyat arasındaki diyaloğun en verimli partneri olarak takdim eder. Logoterapi, diğer ekollerin aksine, dini insan huzuru için en önemli imkanlardan biri olarak kabul eder ve onu tüm insanî boyutlara hitap edebilecek güçlü bir olgu olarak tanımlar.

Logoterapi’ye göre insanda, nihaî bir anlama; kendi kavramıyla Anlam Ötesi (Über-Sinn) bir merciye yönelik temel bir arzu ve güçlü bir irade bulunur. Bu nihaî anlam veya üst anlam düşüncesi, aynı zamanda dinî inanca da işaret eder.

Frankl’a göre “hayatın anlamı nedir?” sorusuna en tatminkâr ve kapsamlı cevabı, ancak din verebilir. İnsan anlam arayan bir varlık; din de anlam kaynağı olduğuna göre, insan, dinî tabiatlı bir varlıktır.

Logoterapi, Sahip Olduğu Üç Ortak Özellik Nedeniyle Dine Özel Bir İlgi Duyar:

1) Anlam kaynağı olması nedeniyle din, insana kalıcı anlam imkanları bulma noktasında yardım eder.

2) Din, sorumluluk duygusunu kulluk görevi olarak son derece önemsemektedir.

3) Acının, ızdırabın ve ölümün anlamlandırılması noktasında din, önemli bir telafi kaynağıdır.

Logoterapi-Din İlişkisi, Başlıca Dört Temel Noktada Özetlenebilir

1) Din, tek tek insanı ele alarak onu, ruhsal bir eğitime tabi tutar ve topluma uyumlu hale getirir. Aynı amaç Logoterapi için de geçerlidir.

2) Dinî öğreti gibi Logoterapi de insana, anlama ulaşabilmesi için yardımcı olmaya çalışır. 

3) Dinî değerler ile Logoterapi’nin anlam imkanları, büyük ölçüde aynıdır veya benzerdir.

4) Her ikisi de bencilliği reddederek kendi bireysel sınırları dışına taşmayı; başkaları ile iyi ilişkiler kurmayı; kardeşliği, fedakârlığı ve dayanışmayı tavsiye eder.

Anlam Arayışının Ayırıcı Nitelikleri

Anlam, sadece insana özgüdür, doğuştandır, 

Anlam, en büyük sorumluluktur, insan yaşamak ve anlam aramak zorundadır. 

Anlam, evrenseldir, her insan anlam arar (gelenek-modern farkı)

Anlam koşulsuzdur. (Güneş-bulut, susuzluk-su ilişkisi). 

Anlam, bizzat keşfedilmelidir, kendiliğinden ortaya çıkmaz, aktarılamaz ve devşirilemez.

Anlam, değişme yeteneğini ifade eder.

Anlam, nihai anlamla değerlere ve Tanrı’ya ulaştırır.

Anlam Kazanma Yolları ve Kaynakları

Birine ya da bir şeye karşı anlam kazandırıcı bir sevgi ve ilgi duymak.

Kendine olduğu kadar insanlığa yararlı bir meslek icra etmek, üretken olmak.

Acı ve ızdıraplara katlanarak, onlardaki gizli anlamı keşfederek trajediyi zafere dönüştürmek.

Dini-manevi değerlere bağlanarak kutsal ile buluşmak ve bütünleşmek.

Anlam arayışında temel güçler nelerdir?

1. Güç: Kendini Gerçekleştirme, Kendini Aşma, Kendine Mesafe Koyma

Kendini Gerçekleştirme kavramı, “Bireyin kişilik yapısında var olan eğilim ve potansiyelleri keşfederek mümkün olabilecek en üst düzeyde geliştirmesi” şeklinde tanımlanabilir.

Kendini gerçekleştirme süreci, kısa zamanda ve kolayca ortaya çıkacak bir gelişme veya değişme çabası değildir. Bu süreçte birey, üstesinden gelmek zorunda olduğu, büyük ölçüde mücadeleyi gerekli kılan engellenmelerle karşılaşabilir. İnsan, kişisel özelliklerini tanıyabildiği ölçüde kendini gerçekleştirebilir. Bu anlamda kendini gerçekleştirme, bireyin, “Ben kimim, varoluş nedenim ve amacım nedir?” gibi varoluşsal sorulara vereceği cevaplar doğrultusunda şekillenir ve tamamlanır.

Sorun: Kendini Gerçekleştirme kavramını düşünce merkezlerine oturtan bilim adamlarının çoğu, kavramı genellikle kutsaldan ve manevîyattan bağımsız, sadece beşerî sınırlar dahilinde ele alırlar. 

Buna karşılık Frankl, Kendini Aşma yaklaşımıyla, kendini gerçekleştirme teorisini aşmaktadır. Bu çerçevede O, kendini gerçekleştirme düşüncesini, daha önce eksik kalan “kutsal” bağlamı gündeme getirerek tamamlamış ve böylece insanı, mükemmellik arayışında kendi ötesine taşımıştır.

Kendini aşma, insanın kendinin dışında veya ötesinde bir şeye; bir insana, bir amaca veya inanca yönelmesi, bu uğurda kendini adaması anlamına gelir.

Kendini aşmanın konusu, hiçbir zaman insanın kendisi olamaz, kendi dışında bir şey veya insan olmalıdır. Aksi bir durum, kişilikte sorununun varlığına işaret eder. Frankla göre kendini aşma; ancak, kendi arzu ve isteklerine mesafe koymak ile mümkün olabilir. Zira insan, kendi sınırlı benliğinden sıyrılmaksızın kendi ötesine ulaşamaz. 

Kendine Mesafe Koyma, “daha çok kendi dışında var olan maddî-manevî gerçekliği dikkate alarak bencil eğilimlere boyun eğmemek ve bunlara karşı tavır koyabilmek” demektir.

İnsan ancak kendine mesafe koymak suretiyle kendini aşarak, sevgi eksenli bir yönelişle bir amaca bağlanarak bütüncül bir anlama ulaşabilir. İnsan-üstü değerler, insanın kendini kontrol etmesinde, yeniden düzenlenmesinde ve kendine mesafe koymasında, bencillikten uzaklaşmak suretiyle kendini aşmanın en güçlü anlam imkanları arasında yer alır. Zira insan, kendi kendine bu tarz değerler üretemez.

2. Güç: Varoluşsal Özgürlük ve Sorumluluk

Varoluşsal özgürlük, insana özeldir ve insanca yaşamanın hayati önemini vurgulayan temel niteliklerden biridir. İnsan, bilinci ve farkındalığıyla, gizli yeteneklerini gerçekleştirme ve geliştirme çabasında olan tek varlıktır. Eylemlerini tercihleri ile ortaya koyar. Hayat insana, çeşitli görev ve sorumluluklar yükler. Hayat soru sorar, insan cevap verir.

İnsanın sorumlu olduğu alanları üçe ayırmak mümkündür: 

a) Kendisi ile ilgili sorumluluk ve görev alanı. 

b) Çevresi ile ilgili sorumluluk ve görev alanı. 

c) İnancıyla ilgili sorumluluk ve görev alanı.

İnsan için sınırsız ve mutlak bir özgürlük söz konusu değildir. Hangi durumda olursa olsun birey, kendisini kuşatan biyolojik, psikolojik, fiziksel ve sosyal koşullardan tamamen bağımsız kalamaz. İnsan ancak sınırlı bir özgürlüğe sahiptir ve tüm özgürlüğü bu sınırlar içerisinde geçerlidir. Özgürlük asıl değerine, sorumlulukla beraber yaşandığı zaman ulaşır. Sorumluluğun eşlik etmediği özgürlük, insan onuruna uygun değildir ve kişiliğin dağılmasıyla sonuçlanır. Fromm’un “özgürlükten kaçış” kavramı, bu soruna işaret eder.

İnsan onuruna yaraşır anlamda özgürlük, kişisel, çevresel ya da kültürel sınırları hiçe sayarak, onları yıkarak aşmayı değil; onlara riayet etmeyi, olumlu yaklaşmayı ifade eder. Bu çerçevede özgürlük, “bir şeyden kaçarak hür olmak” değil, “bir şeye yönelik hür olmak” anlamına gelir. İnsan değerlere bağlandıkça içgüdülerinden özgürleşir. Özgürlüğün bir bedeli vardır. Erdemli ve dindar insan, sahip olduğu özgürlüğü anlamlı, manevi-dini değerlere yönelik tercihlerde bulunarak kullanır.

3. Güç: Problem Çözme ve Değişme Yeteneği

Anlam kazanma süreci, bazen engellenme ve çatışmalar nedeniyle kesintilere uğrar. Bu durumda birey, kendini yeniden düzenlemek ve planlamak zorunluluğuyla karşı karşıya gelir. Bu zorunluluk, kısmen problem çözmeyi kısmen de kendini yeni duruma uyarlamayı gerekli kılar. 

Sorunsuz insan yoktur. Her birey, hayatın doğal bir yansıması olarak büyük-küçük acı ve sıkıntılarla yüz yüze gelebilir. Sıkıntı ve acılar, kişisel tavır alışa bağlı olarak hem olumlu hem olumsuz neticelere yol açabilir. Bu anlamda karşılaşılan acı tecrübeler, kimi bireyler için hayatı daha da çekilmez kılarken, kimileri için hayatı daha anlamlı yaşamaya vesile olur.

Güdüleyici değeri açısından ele alındığı zaman olumsuz tecrübeler, bir yönüyle insanın gizli bazı düzenleyici yeteneklerini uyarır; diğer yönüyle ise, bireyi içinde bulunduğu zor durumdan kurtaracak çeşitli telafi mekanizmalarını harekete geçirir. İnsan, mevcut olumsuz durumla mücadele noktasında “değişme yeteneği” gibi eşsiz bir yeteneğe de sahiptir. 

Gerek problem çözme çabasında ve gerekse kendini uyarlama sürecinde insanın imkanları, sadece somut olanla sınırlı değildir. Özellikle dinî-ahlâkî değerlere bağlı insanlar, engellerin aşılmasında ya da belirsizliklerin giderilmesinde, dini inancından azami ölçüde faydalanabilirler.

Bu çerçevede din ile “başa çıkma” arasında üç boyutlu bir ilişkiden söz edilebilir:

a) Din, başa çıkma sürecinin “bir parçası” olabilir: İnsan hayatında pek çok olay, çoğu zaman dinî bir içeriğe sahiptir. Evlenme, doğum, boşanma, cenaze, ihtida, mistik tecrübe vb. bireysel ve toplumsal olaylar, büyük ölçüde din ile ilişkilidir. Sorun çözme noktasında din, doğal olarak devreye girer, yol gösterir; çözümsüz sorunları yüce mercilere havale etmede, insana yardımcı olur.

b) Din, başa çıkma sürecine “yardımcı” olabilir. Ortaya çıkan problemlerin üstesinden gelme veya onları kabullenme noktasında din, destek sağlayarak olayların nedeni hakkında tatmin edici açıklamalar ve telafi mekanizmalar sunar.

c) Din başa çıkma sürecinin “bir ürünü” olabilir. Acı tecrübeler, insanı güven ve sığınma ihtiyaçlarına dayalı dinî bağlılıklara yöneltebilir. Bulgulara göre, acı ve sıkıntı gibi tecrübelerin Tanrı’ya ve dini hayata yönelişte önemli katkısı söz konusudur.

Anlam arayışında psiko-sosyal faktörler nelerdir?

Anlamlı bir hayatın teşekkülünde, doğrudan rol oynayan psikolojik ve sosyal, pek çok faktör söz konusudur. Anlam referansları ya da anlam imkanları olarak tanımlanabilen bu eğilimler, kişiliğe mâl edilip gereği yerine getirildiği takdirde, anlamlı ve mutlu bir hayatın oluşturulmasında ya da geliştirilmesinde önemli katkılar sağlar. 

Mutluluk, “anlam kazandıran eğilimlerin gerçekleştirilmesinden doğan iç huzur ve uyum”dur.  Mutluluk bu eğilimlerin yan ürünü olarak ortaya çıkar. 

Mutluluk, “anlam kazanmışlığın bir sonucu” olarak doğar. Buna göre bir şey mutluluk verdiği için anlamlı değil; anlamlı olduğu için mutluluk verir.

Mutluluk asla bizzat amaçlanamaz veya hedeflenemez. Çünkü mutluluğun ortaya çıkmasında aracı olarak güçlü bir nedenin var olması, zorunluluk arz eder. 

Mutluluk, peşinden koşulacak bir olgu değildir. İnsan, mutluluğun peşinden koştukça, aslında ondan uzaklaşır. 

Bu gerçeği Frankl Aşırı Niyet (Hiper-Intention) kavramıyla açıklar. Frankl’a göre duygular, aşırı niyetten her zaman olumsuz etkilenir. Buna göre örneğin hiçbir neden yokken kendini gülmeye veya ağlamaya zorlayan kimse, gerçekçi olarak bu niyetine ulaşamaz. Tıpkı bunun gibi mutluluk niyet haline getirildiği ya da bizzat hedeflendiği andan itibaren gerçekleşme ihtimali son derece azalır.

Sevgi, ilgi ve sempati, yani başkaları ile samimi ve sıcak ilişkiler kurma; ben merkezcilikten uzaklaşma, mutluluğun olmazsa olmaz koşullarındandır. Kierkegaard’ın “mutluluğun kapısı dışarıya doğru açılır, kapıyı kendine doğru açmak için harekete geçen, neticede onu yüzüne kapatmış olur.” sözü buna işaret eder.

Mutluluğun ortaya çıkmasını sağlayan başlıca psiko-sosyal faktörler, umut, iyimserlik, sevgi, ilgi, amaç, sorumluluk, fedakârlık ve diğergamlık şeklinde sıralanabilir.

Umut

“Gelecekte herhangi bir insandan; bir olaydan ya da varlıktan ötürü ortaya çıkması beklenen ve olumlu bağlara yol açan, henüz gerçeklik kazanmamış kişisel veya toplumsal beklenti” şeklinde tanımlanan umut, anlam kazanmada en önemli psiko-sosyal faktörlerinden biridir. 

Logoterapik bakış açısında umut, henüz varolmayan bir şeyi yaratacak “koşulsuz bir anlam”a inanmayı ifade eder. Umut, insanı gizli anlamı keşfetmeye zorlar. İnsan, bu niteliği ile geçmişin ve yaşanan anın sorunlarından sıyrılıp geleceğin güzelliğine uzanır.

Umutsuzluk, üç temel olumsuz eğilimle ortaya çıkar: 

a) Mücadeleden vazgeçip koşullara boyun eğiş. 

b) Gerçekleri görmezden gelip hayal dünyasına kaçış. 

c) Çözüm üretmek ve düzeltmek yerine saldırganlık. 

İyimserlik

İyimserlik, “dünyaya, hayata ve kişisel kadere güveni ifade eden ve her durumda iyi bir çıkış yolunun var olabileceğine dair umudu aşılayan hayat görüşü” şeklinde tanımlanmaktadır. 

İnsanın olumlu bir beklentiyle hareket etmesi, onun herhangi bir durumda sonucun iyi ve olumlu olacağına inandığını gösterir.

Sevgi

Sevgi, yaşamayı anlamlı kılan ve insanı harekete geçiren bir hayat enerjisidir. İnsan bu enerji ile önce kendine, sonra kendi ötesine, yani hayata ve tüm varlığa açılır. Anlam arayışında sevgi, “olmazsa olmaz” bir öneme sahiptir. 

Sevginin en güçlü ve en geniş açılımı, kendini adama ile mümkündür. Sevgi yönelişli kendini adama, bireyin tüm çıkarlarından vazgeçmesi yanında kendinde olanı da vermesi; gerektiği zaman kendini feda etmesi demektir. 

Amaç

İnsanı diğer bütün varlıklardan ayıran en önemli niteliklerinden biri, bilinçli amaçlara ve hedeflere yönelik olmasıdır. 

Dini-manevi amaçlar, insanın kendini aşıp adayabileceği, dünya ile sınırlı olmayan evrensel ve kalıcı amaçlar olduğu için, anlam kazanma sürecinde en büyük etkileri icra eder.

Sorumluluk

Sorumluluk, “temyiz gücüne sahip bireyin, hür iradesi ile yapıp etmelerinin bilincinde olması ve sonuçlarını takdir ederek kabul etmesi” şeklinde tanımlanabilir.

Varoluşcu anlayışta insan olmak, özgür olmanın zorunlu bir sonucu olarak sorumlu olmak anlamına gelir. Bu anlayışın psikoterapik yansıması olan Logoterapiye göre sorumluluk, biricikliği ve eşsizliği içerisinde insanın, varoluş nedeninin ve görevlerinin bilincinde olmasıdır. 

Fedakârlık

İnsanlar arası ilişkileri düzenleyici boyutu itibariyle fedakârlık, “başkalarını kendine tercih etmek; başkalarının ihtiyaçlarına ya da olumlu istek ve arzularına öncelik tanıyarak bunların gerçekleşmesinde kendi çıkarlarını ikinci planda tutmak ve duruma göre çıkarlarından tamamen vazgeçmek” şeklinde tanımlanabilir. Fedakârlığı erdemli kılan değer, “sevgi yönelişli bilinçli vazgeçme”dir.