Ebû Ümâre Berâ İbni Âzib radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Ey falan! Yatağına yattığında şöyle dua et:
Allahım! Kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana çevirdim. İşimi sana ısmarladım, işimde sana güvendim. Rızanı isteyerek, azabından korkarak sırtımı sana dayadım, sana sığındım. Sana karşı yine senden başka sığınak yoktur. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere inandım.
Eğer bu duayı yapıp yattığın gece ölürsen iman üzere ölürsün, ölmez de sabaha çıkarsan hayra kavuşursun.”
Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde (gösterilen yerlerde) yine Berâ İbni Âzib’den rivayet edildiğine göre Berâ, “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle buyurdu.” demiştir:
“Yatağına yatacağın zaman, namaz kılmak için abdest alıyor gibi abdest al, sonra sağ tarafına yat ve -yukarıdaki duayı aynen zikrederek- böyle dua et!” Sonra da şunu ilâve etti: “En son sözün bu dua olsun!” (Buhari, Müslim)
Bu hadis-i şerifte de açıkça ifade edildiği gibi bir mümini hayra ulaştıracak, onu hayatın zorlukları içinde ayakta tutacak, İslam’ı yaşamanın güçlüklerine karşı direnç verecek, tebliğin zorlukları karşısında yine ona en büyük dayanak olacak şey imandır. İman şüphesiz bir müminin en büyük sermayesidir.
Allah’a imanımız ne kadar güçlü olursa itimadımız da o kadar güçlü olur. Rabbimiz’e itimat ve güven o kadar önemlidir ki hayatın ve İslam’ı tebliğin bütün zorlukları ancak bu itimat ve güvenle aşılabilir. Bu yüzden kimin imanı güçlü ise o kişileri; hizmette, cihatta, fedakârlık ve güzel ahlakı yaşamada hep önde görürsünüz. İmanı zayıfları da vesvese, şüphe ve kuruntular içinde boğuşurken hep gerilerde...
Yine kimin Allah’a ve davasına imanı sağlam ise dünyadan kaybettiklerine üzülmediğini, ahirette kazanacaklarının ümit ve neşesiyle dünyanın tüm çekiciliğini elinin tersiyle geriye itebildiğini, imkânsız denecek işleri başarabildiğini, en zorlu sınavları geçebildiğini görürsünüz. Bu nedenle iman etmek ve sonra da bu imanı güçlendirmek akıllı bir müminin en önemli gayesi olmalı… Özlü bir ifadeyle bir mümin imanda yakîn arayışında olmalı… Nitekim İslam tarihi içinde evliyalar yetiştiren tasavvufi müesseselerin veya manevi okulların çıkış noktası da bu yakîn arayışlarıdır...
“Yakîn” sözlük manasıyla “tereddütsüz, şüphesiz ilim.” demektir. Bu tariften, yakîni şöyle anlamak gerekir: Bir şeyi gerçekte nasılsa öyle bilmek ve sonra da bu inançtan zerrece şüphe etmemek.
Yakînin üç mertebesi vardır: ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn.
İlme’l-yakîn, bir şeyi akıl yoluyla dosdoğru bilmektir veya aksine ihtimal verilmeyen sağlam ve kesin bilgi demektir.
Aklın yanında hislerin de devreye girmesiyle bir bilgi ayne’l-yakîn olur. Bilgiyi yaşamak ise hakka’l-yakîn mertebesidir. Bir örnekle anlatacak olursak: Dünyanın yuvarlaklığını ve şeklini coğrafya kitaplarından okuyup resimlerden öğrenmek ilme’l-yakîn, uzaydan çekilmiş bir videodan izlemek ayne’l-yakîn, uzay aracında olup da bu muhteşem tabloyu bizzat yaşamak hakka’l-yakîn olarak ifade edilebilir…
Rabbimiz, “Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.” (Bakara, 2/3-4) buyuruyor. Bu ayet yakîne ulaşmanın yolu hakkında bizlere ip uçları veriyor. Önce inanmak sonra inancı doğrultusunda adam gibi yaşamak bizi yakîne taşıyacak demek ki bu önemli bir bilgi…
Evet, insanın madde ve mana olmak üzere iki cephesi vardır ve iman mevzuuna sadece madde cephesinden bakanlar için yakîn hali imkansızdır. Zira madde cephesi akıl cephesidir ki bu cephe, vesvese ve soruların dinmek bilmeyen savaşlarının yaşandığı bir cephedir. Huzur, sükûnet ve temkin ancak kalptedir, sezgi ve hislerdedir… “Görmediğime inanmam.” diyerek bütün bilgisini gözlerinin görüşüyle sınırlandıran kişiler bunu anlayamaz. Nitekim açım diyen bir adamın nasıl açlık çektiğini, eğer hiç açlık çekmediyseniz hissedememeniz gibi bir şeydir bu... Çünkü, anlayabilmeniz için hislerinizin, yani empati duygunuzun devreye girmesi gerekir.
Dolayısıyla yakîn, aklın, hislerin, duyguların ve kalbin de devreye girmesiyle elde edilen ve insanı her boyuttan kuşatan şeksiz şüphesiz bir iman halidir. Bu iman sahibi kişi, şekilden öze, suretten manaya inebilmiş kişidir...
Maalesef, pozitivizm yıllarında beynimize saplanan kıymıklar yüzünden özü ve manayı kaybettik; bu kıymıklar hâlâ içimizi kanatmaya devam ediyor…Pozitivizmin kendisi bitti ama maalesef ki etkileri hâlâ ruh dünyamızda etkilerini sürdürüyor...
Rabbimiz bir ayetinde “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin…” (Nisa, 4/136) diyor ve bizleri iman ettikten sonra bu imanlarımızı tekrar gözden geçirmeye çağırıyor. İşte bu çağırıyı duyan sorumluluk bilinci yüksek, yetenekli ruhlar hem bilgi anlamında hem de duygu ve derinlik anlamında imanlarını güçlendirmenin yollarını aramışlardır. Neticede çareyi, yine Kur’ân’ın ve hadislerin yol göstericiliğinde: Allah’ı çokça anmak, o’na çok yalvarmak, nefsin ve şeytanın hileleri ve düşmanlığından Allah’a sığınmak, gece gündüz ağlayarak hasta gönüllerine şifa talebinde bulunmak gibi salih amellerde, dua ve niyazlarda bulmuşlardır...
Bu meselenin daha kestirmesi ise nefsin kâfir yapısını ıslah etmek ve bunu değiştirmek için çabalamaktır...
İslam tarihi incelenirse, Allah yolundaki her türlü mücadelede öne çıkan üstün şahsiyetlerin yakîn ehli insanlardan olduğu görülür... Yakîn ehli olmak ölüp de dirilmek gibi veya ahireti görüp de gelmek gibi güçlü bir iman sahibi olmak demektir. İşte böyle imanı kuvvetli kılmanın yolu ise yalnız aklın ve bilginin yapabileceği iş değildir. Yani bu meselenin yalnız, hadis ilminde, Arapçada, fıkıhta, kelam ilminde vs. allame olmakla alakası yoktur. Eğer dediğimiz manayı kavrayamamışsa, böyle ilim sahibi kişilerin, Allah göstermesin, Rabbimiz’in Kur’ân’daki ifadesiyle, “ancak kitap yüklü eşekler”den olma ihtimalleri dahi kuvvetlidir…
Nitekim çevremiz tam da bu tür alim geçinenlerle doludur. İmam-ı Azam gibi, İmam-ı Gazalî gibi olmak yalnız bilginin gücüyle değil, kalpteki takva duygusu, Allah sevgisi, Allah korkusu yani yakîn hali ile olacak bir işken, bilgisayar gibi bilgi yüklü bazı İslam bilgini kişiler, kendilerini bu alimlerin makamlarında hatta onlardan üstün yerlerde görmektedirler. Allah korusun bu hal tam da ahir zaman manzarasıdır.
Evet, yalnız doğruyu bilmek çözüm değildir. Şöyle ki doğru olduğunu kesin olarak bildiğimiz, inandığımız birçok gerçekleri kabul etmek ve o gerçekler doğrultusunda hareket edebilmek için nefs diye tabir ettiğimiz bizde olan başka bir güçle devamlı savaşmak zorunda kaldığımız, herkesin tecrübe ettiği bir gerçektir ve biliriz ki akıl, genellikle bu güce yenilmektedir.
Mesela, tehlikesini bildiğimiz halde sevdiğimiz birçok zararlı alışkanlıktan vazgeçemeyiz. Fazla kilodan şikâyet ederiz ama kendimizi yemeklerden alamayız. Namaz niyaz kılmamız gerektiğini bildiğimiz halde bir türlü buna güç yetiremeyiz. Bütün bu gerçekler bize bir şeyi gösteriyor; biz sadece aklımızın tesirinde değiliz. İşte ondan daha güçlü bir etki nefs denen yapıdan gelmekte.
Bu tehlikeyi gören himmet duygusu güçlü kişiler, bu yapıyı hakka teslim etmek için mücadele ederek bunda başarılı olmuş, büyük ölçüde iradelerini kontrol altına almış kişilerdir. Bu tür kişilere veliler, Allah dostları diyoruz. Rabbimiz de bu kişileri Yunus suresinde şöyle methediyor:
“Dikkat edin, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar, mahzun da olacak değillerdir. Onlar ki iman edip takvaya ermişlerdir. Onlara dünya hayatında da ahiret hayatında da müjdeler vardır. Allah’ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu en büyük kurtuluştur.” (Yunus, 10/62-64)
Evet, nefsiyle bu tür mücadele verenlere Rabbimiz’in de yardımları çoktur. Zira bu nefs denen düşman Allah’ın yardımı olmadan asla hizaya gelmez. Nitekim “Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” (Ankebût, 29/69) ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Günahlara bağımlı birçok insan tövbe eder, aklen her gün bin bir pişmanlık yaşar ama insandaki duyguları, heves ve arzuları tetikleyen başka bir güç aklın bu çıkışlarını hep boşa çıkarır. Pişmanlıklar, üzüntüler, “Niye bunu başaramıyorum, Allahım bana yardım et…” şeklinde yalvarışlar bu tür kulların duasından eksik olmaz.
Nitekim yüzde 80-90 Müslüman olan bu ülkede herkes aklen İslam’a ve emirlerine inanır ama onları adam gibi yaşayan bin kişi de bir kişi hatta milyon kişide bir kişi bile çıkmaz... Bunun sebebi işte imansızlık değil ama iman zayıflığı, yakîn azlığıdır.
Bu çelişkileri yaşamaktan kurtulmak için nefsin üzerine gitmek, onun hastalıklı halini düzeltmek için çabalamak, bir taraftan da ruhu ve kalbi beslemek için sadıklarla beraber olmak, yani nefsinin dizginlerini eline almış gerçek alimlerden faydalanmak, sohbetlerine katılmak gerekir. Nefslerine ve kalplerine şifa arayanlara bu en kısa ve en kolay yoldur.
Allah’a (c.c.) emanet olun.