Ben Tokat'ın Zile ilçesinden 1960 doğumlu Sudi Önenç. Hayatım çok kötü geçmesine rağmen, o kötü hayat hikayemin şimdi işe yarayacağını düşünüyorum da bunun için seviniyorum. Allah (Celle Celalühu) Feyz Dergisi mensuplarından razı olsun.
Orta gelirli bir ailenin çocuğuyum. Çocukluk hayatım çok hareketli, cıvıl cıvıl geçti. Daha sonraki yıllarda, ailemin okul hayatımdaki katı ve baskıcı tutumu, çevremin ve çeşitli olayların üzerimdeki olumsuz etkisiyle içime kapanık, konuşmaktan çekinen, konuşurken hata yapmaktan korkan, kompleksli, karamsar bir genç olmuş çıkmıştım. Dünyaya dar çerçeveden bakan, kıpırdasam suç olacağını zanneden biri olmuştum. Çocukluğumdaki hareketli, neşeli yapım değişmiş, sıkılgan ve içime hapsolmuştum. İnsanlardan çekiniyor, yapmak istediklerimi yapamıyor, konuşmak istediklerimi konuşamıyordum. Bir şey açıklamaya kalksam inanın, horlanıyor, kale alınmıyordum. Bunlardan sonra sosyal hayatta, insanlarla ilişkilerde başarılı olmayı bekleyemezdim. Arkadaşlıklar kuruyordum, ama samimi olmayan, yüzeysel, kuru arkadaşlıklardı bunlar. Ben, aslında bencil, yalnız bir canavar olmuştum da haberim yokmuş. Tabii ki benim gibilerin uğrak yerleri artık ana-baba kucağı değil, başka yerler olacaktı. Felaketimi hazırlayan sebeplerdi bunlar.
Ailem dinine diyanetine bağlı kimselerdi. Çevrede iyi bilinmeye çalışan görenekçi kimseler işte. Bana dinimizin bazı emir ve ibadetlerini yapmamı söylüyorlardı söylemesine ama ben bunların bazılarını sadece yapmış olmak için yapıyor, kalben, isteyerek yapamıyordum. Nasıl yapardım ki? Günah ve sevapları az çok biliyor, hatta çok günah bildiğim şeyleri fazla düşünmeden, çekinmeden yapıyordum. Ve bunların çoğunu yapmaktan pişmanlık bile duymuyor, hayatın geçici zevklerine kaptırmış yuvarlanıp gidiyordum. Ben, benden günahkarını tanımıyordum aslında. Anlayacağınız her şeyi yaptım işte. Daha nasıl açık anlatayım...
Meğerse işte bu önemsemediğim, aldırmadığım şeyler benim kişiliğimi insanlığımı darmadağan etmiş. Beni esas canavar yapan bunlarmış. Yani nefis hastalıklarıymış bunlar. Merhametsiz, kompleksli ve kibirli olarak yaşayan biri bunların farkında değilse ve bunları birer iyi haslet olarak da görüyorsa gerçekten o bir canavardır." Ama ailemin beni yetiştirme tarzının da ürünü olan bu kalp pisliklerinin ben farkında değildim. "Yalnız kendime zararım var" diye düşünüyordum. Bununla beraber ya girgin, girişken yapıda olsaydım. Emin olun o zaman aileme, çevreme ve toplumda daha çok kişiye zarar verirdim. Ama ben herşeye rağmen kendimi iyi zannediyor ve çevremde de efendi, uslu olarak biliniyordum. Günahlarımı da reklam edemem ya...
Evlilikten sonra biraz da artık oturmuş ve yaşlanmış bir ev erkeği olarak hayatın monoton akışına kendimi bırakmış gidiyordum. Namaz kılmıyordum ama arada bir cumalara gidiyordum. Böyle iyi müslümandım ya!..
Birgün ilkokul arkadaşlarımdan biri ile karşılaştım. Kendisi, dinî konularda kendini yetiştirmiş, bilgili, kültürlü biriydi. Beni de bu adamlar pek sarmazdı ama. Havadan sudan konuştuktan sonra ısrarla sohbeti dinî konulara çekmek istiyordu. Ben aldırmaz aldırmaz dinliyordum. Sohbet biraz ilerleyince baktım ki beni yakından ilgilendiren konular. Arkadaş Cehennem demiyor, korkutmuyordu. Tevbe diyordu, ahlak diyordu. İnsanlar hasta kardeşim diyordu; "Bu bedeni değil nefsi hastalıklar" diyordu. Riya, kibir, haset, cimrilik, bencillik gibi şeylerden bahsediyor herkesin günaha düşebileceğinden, bunların normal olduğundan ama bu hastalıklarla tek başına ve mücadele etmeden kurtulamayacağımızdan, ancak Allah'ın yardımıyla ve bir vesile ile kurtulabileceğimizden bahsediyordu. "Ey iman edenler; Allah'tan korkun sadıklarla beraber olun." ayetiyle, vesile aramanın Allah'ın emri olduğunu, iman edenlerin Allah dostlarıyla beraber olması gerektiğini ve bu Allah dostlarını da bu nefis hastalıklarının tedavisinde vesile kıldığını anlattı. Kalplerin ancak Allah'ın zikriyle tatmin olacağını, kalbin pisliklerden zikir, ibadet, taat ile temizleneceğini, kamil insan olmanın ancak bu yolla mümkün olduğunu misallerle anlattı. Anlattı, anlattı..., ama. kafama takılan sorular vardı ki ben bunları söyleyemiyordum.
Acaba bu kadar günahları sırtlanmış ben, düzelebilirmiydim? Allah yoluna girebilirmiydim? Bana çok uzak geliyordu bunlar. Geçmişteki yığınla günahım ne olacaktı? Yoksa benden artık adam olmaz mıydı? Böyle sorular şerit gibi kafamın içinden geçerken, bu arada arkadaşım "Tövbe" nin önemini anlatıyordu. Allah'ın (Celle Celalühu) kullarının tövbelerini kabul edeceğini âyetlerle, hadislerle anlattı. "Günde yetmiş defa günah işleyen ve yetmiş defa tövbe eden, bu günahında ısrar etmiş sayılamaz" hadis-i şerifini söyledi. Yüreğime su serpilmişti. Demek, günahlarım affedilecek diye ümitlenebilirdim. "Artık canavarlıktan kurtulacak, insan olmaya aday olacağım" diye düşünüyordum. Allah dostlarının huzurundaki tövbenin daha efdal olduğu fikri beni rahatlatıyordu. O gün eve dönerken bu "Allah dostu, evliya" kavramı beni çok etkilemişti. Eskiden, evliya menkıbeleri dinlemiştim. Ama bu zamanda var olduklarını ve insanlara yardımcı olduklarını yeni duymuştum. Merak ediyordum doğrusu. İçimde bir sevinç hasıl olmuştu. "Kurtulacağım" diyordum, bu yaşantımdan. Yılların birikimini atacak, yeni bir insan olacaktım. Ve bunu artık mümkün görüyordum.
Bunları düşünüyordum ama, yine de şeytan boş durmuyor. "Hayır, sen başaramazsın, olmaz, yapamazsın" dedirtmeye çalışıyordu. Tabii, bu beni sıkıntıya sokuyordu tekrar. Ama sonra "Allah dostunun elinden alınan tövbe ile inşaallah başarırsın" diyerek karar verdim, gidecektim. Karar verdim vermesine ama şeytan en önemli askerlerinden birini üstüme salmışta haberim yokmuş. Eski meyhane arkadaşlarımdan birini ertesi gün karşımda buldum. Ne yaptı yaptı, beni gene bir çok günaha soktu. Sonra bende bir yıkım oldu ki eskisinden beter. İntiharı bile düşündüm, o zamanlar. Ama müslüman intihar etmezdi, etmemeliydi. Gel gör ki, artık yaşamaktan hiç mi hiç zevk almıyordum. Lafı uzatıpta sizleri sıkmayalım değil mi? Perişan, züğürt, çaresiz günlerim yine aylarca sürdü. Bir gün, bir başka meyhane arkadaşımı gördüm. Hoş beşten sonra seninle bir yere gidelim dedi. "Battık ki battık gidelim" dedim. O arkadaşım içki, zina, kumar, esrar bunlar onun yanında çocuk oyuncağı kalacak kadar batmış biriydi. Uydum ona gittik. Gittiğimiz yer kütüphaneyi andıran ama aslında çay ocağı olan bir yerdi. Hayret o arkadaşım beni buraya, bir çay ocağına getirmişti. "Burası neresi Allah Allah neredeyiz" dedim. İçerisi oldukça kalabalıktı. Öyle ayakta şaşkın şaşkın beklerken "Allah razı olsun oturun" diye bir sesle irkildim. Bu ses yüreğimi yumuşattı ve oturdum. Şimdiye kadar duyduğum "Allah razı olsun" lafı bana bu kadar hoş gelmemişti.
Bir hayli oturdum. Uzun uzun sohbetler dinledim. Meyhane arkadaşım da edeple dinliyordu. Hayli oturdum. Kalbimdeki buzlar erimiş, gözlerimden yaş akıyordu. Beni getiren arkadaşım da ağlıyordu. Arkadaşımın hali beni çok etkilemişti. Böyle bir adam nasıl değişmişti? Ne olmuştu? Hangi kuvvetti bu? Evet. Allah (Celle Celalühu) dostlarıydı bunu yapanlar. Bir zamanlar pislik yuvalarından çıkmayan bu arkadaşım, şimdi iyi arkadaşlar edinmiş Allah (Celle Celalühu) için çalışıyordu.
Ben de karar verdim o an, gidecektim, bende kurtulacaktım. Kesin kararlıydım artık, Allah (Celle Celalühu) dostuna, evliyaya gitmeye. Şeytanın engellerini ve nefsin itirazlarını dinlemeden beni kamçılayan o arkadaşımın da yardımıyla gittim bir Allah (Celle Celalühu) dostuna ve tevbe ettim. Elveda pisliklerim dedim, bir daha dönüş yok size. Artık huzurluydum ve rahatlamıştım. Allah'ın emirlerini yerine getirmeye çalışmaktan başka beni mutlu kılan birşey olmamalı. Şimdi namazlarımı kılıyor, İslama elimden geldiğince hizmet etmeye çalışıyorum. Hayatımın ibret alınması ve hayırlara vesile olması için bunları yazdım. Artık Allah'ın razı olacağı şeyleri yapmaya çalışıyorum.
Allah sizden razı olsun.