Feyz: Hocam üçüncü dönem icazet törenini başarıyla gerçekleştirdiniz.. Burada büyük bir emek var ve 8-10 yıllık bir çalışmanın neticesinde ulaşılmış bir hedef, bir zirve… Bunu kamuoyuyla paylaştınız, büyük bir organizasyon gerçekleştirdiniz. Bu konudaki duygularınızı alabilir miyiz?
Efendim, tabiî ki, bazı çalışmaların mutlaka bu sanata hürmet duyan, bu sanatın hasretini çeken gönüllü insanlarımızla gönülden paylaşılması gerekiyor. Bu tür icazet törenlerinin de, konuşmacıların, tören esnasındaki misafirlerimizin aksettirdiği gibi; farklı medreselerde, müesseselerde yapıla gelmesinin farklılığını, biz, insanların, herkesin rahatlıkla girip çıkabileceği kültürel faaliyetlerin meydana getirildiği salonlara taşınmasıyla göstermeye gayret ettik. 16 Mayıs 2010 Pazar tarihindeki bu üçüncü dönem icazet töreni de 2000'li yıllardan başlayarak 2010 yılına kadar gelen zaman diliminde çalışan talebelerimizden çalışmalarını müspet olarak planlanan programlanan çerçeve içerisinde bitirenlerin icazet töreni idi. Takdir edersiniz ki icazet törenlerini yaparken, organizasyonu sağlamak; hem davetli cihetinde hem misafir konuşmacılar cihetinde hem de takdim ediciler cihetinde süren safhalarda seçici davranmak, kaliteye önem vermek, tarihi güzellikleri yâd ettirecek birikime, tecrübeye, ilme, amele vakıf insanların bir araya getirilmesinde hassasiyetle çalıştık. Çalıştık derken Allah'ın izniyle…
Tek yardımcım Rabbimdi. Tek başına yola çıkmış bir nefer olarak, çok şükür ki, hangi kapıyı çaldıysam hiç birisinden elim boş dönmedim. Orada gördük ki, 400 kişilik salonda bir 400 kişi de yer bulamadığı için geri dönüp gitmek durumunda kaldı ve gönülden katılımlarını orada selamlayarak gösterip gittiler. Bu tabiî ki şunu da icab ettiriyor, bunun olması da gerekiyor. İnsanlarımız birçok kültürel, sanatsal faaliyetlerde her yerde her şeyi görebiliyorlar. Bir konser olur binlerce insan orada bir arada toplaşır, bir maç olur keza, miting olur aynı şekilde toplaşır. Bu tür bir hassasiyet üzerinde toplanan sanatlara dair törenlere insanlarımız daha yeni yeni alışıyor. Çünkü aradan uzun yıllar geçmiş, film kopmuş, ışıklar sönmüş. Yeniden canlandırmak, hayat bulması için gayret göstermek gerekiyor. Buna da çok şükür ki, 1. dönem Türk Edebiyatı Vakfı, 2. dönem Cemal Reşit Rey 3. dönem Ali Emiri Kültür Merkezi'nde olmak üzere Rabbim bu törenleri bütün insanlığın huzuruna getirmeyi bu naçiz kuluna nasib etti.
İntibama gelince; katılım her geçen gün artıyor. Bu tür küçük organizasyon merkezleri yetmiyor artık. Çünkü insanımızın şuur, karakter ve kalite cihetinden de kendini geliştirmeye doğru adım attığı süreçte, yeter ki, o işe aday olan insanların ahlakı, ilmi, fazileti, ameli güzelleşsin… İşte o zaman daha da güzel olur daha da bereketli olur. Törenin sonucu kendi içerisinde çok güzeldi, sizlerin de müşahede ettiğiniz o güzel sinevizyondan itibaren bu güzelim konuşmacıların her birisinin nezaket tezahürlerini birlikte izledik, dinledik. Güzel bir intiba bıraktı, güzel bir ses getirdi.
İnsanlığın, özellikle genç neslin "Bu hattatlık güzel bir şey, ben bu sanatı öğrenmeliyim" fikri zihinlerde canlanmış oldu. Genç neslin bu sanatlarla meşgul olması ileri yaşlardaki insanlarda sevinç nedeni oldu. Ana babaların da evlatlarıyla onur duyabileceği bir zaman dilimi oldu. Küçük çocuklar için de karikatürleri izlemek bir anı oldu. Neticesi her açıdan düşünüldüğünde iyidir ama sadece ve sadece insanımız bu işe yeni alışıyor. Bu tür kültürel faaliyetlerde nasıl bir durum içinde, nasıl bir tutum içinde olması yönünde daha kendimizi geliştirmek için zamana ihtiyacımız var.
Feyz: Böyle büyük çaplı icazet töreni Türkiye'de ilk değil mi?
Sanırım öyle… Çünkü ilk defa 1998 yılında Türk Edebiyatı Vakfı'nın o küçük mütevazı ikliminde, icazet töreninde rahmetli Ahmet Kabaklı şu ifadeyi kullanmıştı; "Yusuf evladım, bu Edebiyat Vakfı, Süleyman Demirel bile geldiği zaman bu kadar dolmamıştı. Bizi bahtiyar ettin, bugün bize güzel bir gün yaşattın, Allah senden razı olsun." Sonra meslektaşlarımızdan bazılarının da Cemal Reşit Rey'de icazet töreni yapma girişimi olmuş, ama tabiî ki katılım zayıf kalmış... Bizim ise ikinci icazet törenimizi Cemal Reşit Rey'de yapmıştık. Bugünkü hava şartlarını da göz önünde bulundurduğumuzda, içerisinin de tamamen dolduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, farklı bir heyecan vardı… Demek ki işi samimiyetle yapmak lâzım. Büyüklerimiz buyuruyor; "Niyet hayır, akıbet hayır." düsturuyla çalışmak lâzım. İnsanın bilgisi arttıkça sorumluluğu da artıyor, yorgunluğu da artıyor. Yani talebe yetiştirmeye devam ettikçe, biz talebelerimizin çalışmalarını insanlıkla paylaşmasındaki ilk adımlarının denemesini de orada yaptırdık. Gerek konuşan talebelerimizle gerek icazet eserlerinin sahnede sergilenmesiyle yapılması gerekeni yapmaya çalıştık. Evet, bu tür büyük organizasyonlarda Rabbim bu cesareti bu kardeşinize ikram etti. İlk icazet törenini toplumla paylaşıyoruz. Bilhassa da Fatih ilçesiyle ilk defa oluyor bu kadar geniş katılımlı, geniş duyurulu bir icazet töreni. Sağ olsun, Büyükşehir Belediyesi sahneyi ücretsiz tahsis etti. Fatih Belediyemiz davetiyemizin, katalogumuzun ve bez afişlerin yapılmasını üstlendi, her yönüyle gayret ettiler. Büyük organizasyon yapmak büyük iş, ama zor iş. Araya şeytan da giriyor, fitne fesat da giriyor, dedikodu da giriyor. Bütün bunları bertaraf edip samimiyetle yola devam etmek için engin, zengin, dingin kafa lâzım...
Feyz: Hat sanatının edebiyatından bahsedebilir miyiz? Özellikle Hamid Aytaç Hocanızla ilk karşılaşmanız…
Hamid Hocama 14 Kasım 1976'da, daha önce ilk hat hocam Hattat Recep Berk Beyefendinin refakatiyle gittik. Orada ismimizi Hamid Hocamıza sitayişle bahsederek takdim ettiler. Hamid Hocama talebe olmamı sağladılar. Benim Hamid Hocamın elinden dersimi alarak sonunda da icazetimi alarak bir hattat olmama vesile olan ilk hat hocam, Hattat Recep Berk'tir. Hamid Hocamdaki o derinlik, o engin tecrübe, o tarihi birikim, o tarihi birikim içerisinde o kadar da yalnızlık içerisinde asude bir hat çalışmasını gördükçe, bu, benim için, ileriki mesleki hayatımda nasıl bir prensiple çalışmam icab ettiğinin adeta notlarını oluşturuyordu. O derse gittiğim her hafta, bir köşe taşı mesabesinde, benim için hayatımın her safhasına koyabileceğim dört köşenin bir tarafını örüyordum. Severek çalışıyordum. Hamid Hocama olan saygım, dedeme olan saygım, hocalarıma olan saygım bilhassa da Sümbül Efendi Kur'ân Kursu hocam Hafız Mustafa Yılmaz Hocamın bu uğurda hatla tanışmamızdaki gayreti, öncülüğü hiç bir zaman küçümsenemez. Her bir hocamızdan, her bir aile büyüğümüzden Allah razı olsun. Hayırlı nesil yetiştirmek, sanatkâr yetiştirmek açısından bu bahsettiğim yerler, isimler üzerlerine düşen gayreti sarf ettiler. Biz de üzerimize düşen sorumluluğu o günkü şartlarda yerine getirerek, ileriki yıllarımızda hizmet ederek, şu anki konumumuzda da bu sanatta bir hizmet kervanı oluşturarak devam ettirmekteyiz. Bu da hep Hamid Hocamın ruhaniyetiyle oluşmuştur.
Çok zamandır ki, burada Cuma, Cumartesi günleri, Hamid Hocamın karşımda oturduğunu görmüşümdür. Çünkü bir hattat sanatında ne kadar mahir olursa olsun, ne kadar üstad olursa olsun, sahasında ne kadar tek olursa olsun, hocalarını hatırlamadan yola çıkarsa, geçmişlerini yâd etmeden yola çıkarsa, daima bir şeyi eksik bırakır. Bu ya diline akseder ya huyuna akseder ya yaşantısına akseder, o noksanlık farklı bir şekilde insanlara geçecektir. Hocamın tüm hayatındaki güzellikleri kendi bünyemde mayaladım, hamurladım, güzel bir şekilde kendi mesleki hayatıma tatbik etmeye devam ettim. O yönüyle de sinevizyonda hocamla olan o bütünlüğü bütün insanlığa tekrar yâd ettirerek anlatmaya çalıştım. Genç nesil Hamid Hocayı tanımıyordu, bilmiyordu; en azından sinevizyonda resimlerini, hareketlerini, çalışmalarındaki kalem kullanışını görerek, bu vesileyle de; "Hattat Yusuf Sezer Hocanın Hocası Hamid Bey'i sinevizyonda gördüm." diye kafalarında kısacık bir bilgi sahibi oldular. Gerçekten de İslam Aleminin kendisine hürmet ettiği, itibar ettiği ve Osmanlı'dan cumhuriyete geçişte köprü vazifesi gören Hocamızın bu sanattaki hizmetleri, tüm tarihi yönüyle; misyonuyla, şöhretiyle öne çıkan hattatların hizmetine denktir. Niye, bu yıllardaki hattatların arkalarında padişahlar vardı, vezirler vardı, maddî yönünü karşılıyorlardı. Hamid hocamın önünde de arkasında da Allah'tan başka kimsesi yoktu. Üstelik bir yazı değişikliğiyle yüzleşen sanatkârdır. O dönemde akranları, meslektaşlarının birçoğu üzüntüsünden sanatı bırakmış, tedavisi mümkün olmayan çeşit çeşit hastalıklarla yüzleşmişler; kimisi kanserden ölmüş, kimisi kahrından ölmüştür. Geçimlerini idame ettirecekleri meslekleri ellerinden alınmıştır. Tabiri caizse kolları kesilmiş, ne yapabilir? Böyle sıkıntılı bir dönemin içinde Hamid Hocam geceleri hat sanatına çalışıp eser vererek, gündüzleri de geçimini sağlayacağı etnografı, matbaacılık, Latin harfleriyle kartvizitler basma gibi çalışmaları sürdürerek iki hayatı beraber yürütmüştü. O açıdan gelmiş geçmiş hattatların en meşhuru Hamid Hocamdır. Hem bereketli bir ömrü, hem bereketli bir çalışma hayatı var. Bir o kadar da duygu ve incelik yüklü bir insan, kültür insanı…
Feyz: Eser bakımından da zengin…
Tüm geçmişteki hattatların eserlerinden daha çok Hamid hocamızın eserleriyle karşılaşırız. Hangi camiye gitsen kubbesine veya kuşak yazılarına, levhalarına veya kapıların üzerindeki o mermerlerine baksan "Hamid" imzasıyla selamlar sizi. Yani harf inkılâbı öncesinde de çok yazı yazan bir hattat. 1920- 1924'lerdeki yazılarını da görüyoruz Hamid Hocamızın ve 1896-1897'li yıllarda daha ilk çocukluk yıllarındaki ‘elif ba'lardaki yazılarını da görüyoruz. Bu kadar bereketli ömre on binler adedince eserler, binler adedince yetiştirdiği talebeler, sayısız kitap hatları sığdırmıştır. En meşhur eseridir malum, iki adet Kur'ân-ı Kerîm'idir ki; biri tevafuklu olarak basılan Kur'ân-ı Kerîm diğeri de normal Hasan Rıza hattına uygun olarak basılıp hepimizin evlerimizde okuduğumuz Kur'ân-ı Kerîm'leriyle de meşhurdur.
Feyz: Hamid Hocamın vefat tarihi kaçtı?
18 Mayıs 1982 Çarşamba günü saat 19.30'da vefat etti. Ertesi gün Perşembe Miraç Kandili idi. Şişli Camii'nin yazılarını yazdığı için vasiyeti gereği Şişli Camii'nden Karaca Ahmet'de hattatların Anadolu piri Şeyh Hamdullah Efendinin ayakucuna gömülmesini vasiyet etmişti ve oraya defnedildi. O gün kendi memleketimdeydim, dedem rahatsızdı, Hocamın son hizmetinde bulunamadım. Vasiyeti gereği mezar taşının hattını da talebesi Hattat Hasan Çelebi'nin yazmasını istemişti. Mezar taşının da taş işçiliğini Üsküdar'da Taşçı Yusuf Usta çok iyi çalışıyormuş, bütün eserlerini o yaparmış, onu vasiyet etmişti.
Feyz: Sizin imzanız da Hamid Hocamızdan…
Hamid Hocamın, talebeliğimiz boyunca yanında sürekli çalışan bir talebesiyim ve ufak tefek artık kitapçıların da bana yazı yazdırdıkları dönemlerdeydi… Bir kitap kapağının klişesi için hazırladığım çalışmanın altına ‘Hafız Yusuf' imzamı koymuştum. Hafız Yusuf imzası -tabi dört tane Yusuf vardı- karışmasın diye hafızlığımı da eklediğim uzunca bir imza idi. Hocam bu imzamı görünce "Evlat bu imza çok kalabalık, ben de vaktiyle ‘Şeyh Musa Azmi' imzasını yazıyordum, kısalttım... ‘Hamid' imzasını kullandım. Senin de imzanı sadeleştirelim." dedi. "Hocam bana bir imza yazarsanız çok sevinirim, hayatım boyunca da bu imzayı kullanırım" dedim. Önce "Hamid" imzasını yazdıktan sonra = eşittir koydu, hemen bugünkü hali hazırda kullandığım imzamı yazdılar "Evlat benden sana bir hatıra olsun, hem imzamın şekli kaybolmasın hem senin bu sanata hizmet edeceğinden benim hiç kuşkum yoktur, beni hatırlarsın." dedi. O gün bu gün, ömrümün sonuna kadar kullanacağım imzama sahibim…
Feyz: Dolayısıyla şimdi "Hamid Hafız" oldu…
Yani daha ilk gören, hocamın imzasını hemen hatırlamış oluyor. "Aaa Hamid, aaa Hafız, hafız mıydı Hamid miydi" diyor sonra "Tamam, bu Yusuf Sezer'in imzası" diyor. Şimdi böyle bir anıyla yaşamaktayım Allah'a çok şükür.
Feyz: Rus asıllı bir sanatçının sizin hat yazılarınızı görerek Müslüman olmasından da bahseder misiniz?
Evet, Seyyid Ahmed Olgun Hoca Efendi anlatmıştı sahnede. Dağıstan Mohaçkale Camii'nin yazılarıyla ilgilidir o iş. Dağıstan malûm Hazar Denizi'nin kuzey kısmında Bakü'ye yakın bir yerde bir özerk cumhuriyet. Orada Yusuf Bey Camii yapıldı. Osman Nuri Topbaş Beylerin kendi imkânlarıyla yaptırdıkları camiinin hatlarını yaparken, Mehdi Paşa ve kardeşi Abidin Beyler bizi oraya götürdüler. Orada yerinde ölçü aldık. Fetih Suresi'ni yazmıştık. Oranın imamı o hadiseyi bizatihi yaşayarak bize anlatmıştı. Bir Rus ressam, Kremlin Sarayı'nın ressamıymış… Bir gün Hoca Efendi şadırvanda çocuklara abdest almayı tatbiki olarak gösterirken, misafir gelince, tabii görevli olarak ilgilenmesi lâzım… Gidiyor, adam camiyi nezaketle, saygıyla incelerken "Dostum siz bu yazılara bakıyor musunuz?" diye sorunca Hoca Efendi; "Evet, ben bu camiinin imamıyım, her vakit bu yazılarla göz göze gelirim."diyor. Biraz daha inceliyor ve yine "Dostum Allah aşkına söyler misiniz, siz bu yazılara bakıyor musunuz?" Hoca Efendi "Evet efendim." diyor. Tabii Hoca Efendi ne demek istediğini anlamıyor. Tam mihrabın karşısına geçince oturuyor, kubbedeki yazıyı inceliyor, mihrabın sağındaki solundaki kuşak hatlarını inceliyor, toplam 103 metre. Çünkü Fetih Suresi, caminin içinin bütün yazıları 250 metredir. Tabii imam anlayamıyor, izah istiyor…
İzah isteyince Hoca Efendiye "Ben misafirim, buranın medh ü senasını duydum, Moskova'dan geliyorum, yazıları çok medh ettiler, ziyaret edebilmek için ancak bu vakitte gelebildim. Bu yazılar benim ressamlığımı alt üst etti, bu yazılar benim ressamlığımı bitirdi. Bir istirhamım var. Şayet bu yazıları yazan hayattaysa, git benim için elini öp!.. Nerede yazıldı, kim yazdı bilmem ama, muazzam muhteşem bir şey burası… Şayet öldüyse, git kabrine, benim için dua oku. Ve mademki ben bu caminin bu yazılarını ziyaret etme fırsatı buldum, bu da benim nasibimdir. Bana İslamı anlatır mısın?" diyor. Hemen gereken yapılıyor, boy abdesti aldırılıyor, etraf ona göre dizayn edilmiş. Camide Hoca Efendi sarığını cübbesini giyip diz ütü oturuyor. O da Hoca Efendinin karşısına diz üstü oturuyor. Hoca Efendi İslam'ı o bölgenin diliyle yavaş yavaş anlatıyor. Sonra Kelime-i şahadeti izah ediyor. Sonra beraber iki üç defa kelime-i şahadeti, Kelime-i tevhidi okutuyor, artık İslam'ın gereği olan usullerle yaşamasını kısaca izah ediyor. Adam ilmini irfanını bilen bir insan, olayı olduğu gibi kavrıyor. Tabii ki memleketine dönecek. Hoca Efendi diyor ki "Artık misafirimizsiniz, her zaman gibi yememizi içmemizi yapalım, biz sizi yolcu ederiz." Hoca Efendi, yolcu ederken uçağın merdivenlerinden uçağa adımını tam atarken o zat, yaşlı olduğundan, sendeleyip düşüyor, Kelime-i şahadeti getirmek suretiyle vefat edip, Müslüman bir cenaze olarak memleketine hareket ediyor. Bana anlatılan bu... Seyyid Ahmet Olgun Hocamızın da sahnede anlattığı olay, kısaca budur. Yani yazıda manevî bir iksir vardır, manevî bir tesir gücü vardır. Harfler canlıdır, harflerin bir ruhu vardır, onun hissederek izlediğiniz zaman her insan ondan nasibini alır. Hiç sanattan anlamayan bir insan bile, dini, mezhebi ne olursa olsun, eğer güzel bir bakışı varsa, kendisi o işe hasret çekerek bakıyorsa, alıştırıyorsa bakışlarını, o yazı ona bir şeyler ifade eder, hareket eder. İnsan bunu yazarken hissederse, yazıya daha çok şeyler akseder. Yani yazanın manâ yönünün de kuvvetli olması lâzım, yazanın amel yönünün de güzel olması lâzım…
İnsanı iki şey bozuyor, birisi dili, diğeri şöhreti. "Şöhret afettir." buyrulur. Dilde dedikodu, gıybet vs. olursa, bu işin mayası bozulduğu zaman hikmeti de bozuluyor. Yeter ki insanlarımız bu cihetlere düşmesinler.
Feyz: Sizin bir sloganınız var; "Her ilde bir sergi, her evde bir hat." Bu nereden çıktı hocam? Çünkü bu büyük bir ideal… Nereden kaynaklanıyor bu sevgi?
Aziz kardeşim bu nereden başlıyor. 1994'te az önce anlattığım caminin hikâyesinde Dağıstan'da bizi misafir ettikleri zaman, Dağıstan televizyonunda da bizi konuk ettiler. Daha camii yeni inşa halindeyken ortada bir harf bile yok. Orada bana şu soruyu sordular; "Neden burada bu caminin yazısını ücretsiz yazıyorsunuz?" Dedim ki; "Şeyh Şamil yıllarca Moskof zulmüne karşı tehlikenin Anadolu'ya sıçramaması için müridleriyle beraber cansiperane o dağlarda nöbet tuttu. Yeter ki Anadolu'ya bir zarar gelmesin, oradaki Müslümanlara bir zarar gelmesin diye… Şimdi o insanlar canlarını dahi feda etmekten kaçınmazlarken, Allah bize bir hüner vermiş, siparişte vermemişiz, üstüne üstlük bir talebimiz de olmamış, kendim Anadolu'nun bir köyünden çıkmış bir insanım, ecdadımızdan hattat olanlar var. Memleketimizde hattatlar var. İstanbul hattatlarla dolu ama diğer vilayetlerde böyle bir hizmeti yapmam gerekiyordu. Burada Hz. Ali (R. Anh.) Efendimizin "Olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu vardır." uyarısından yola çıkarak "Her ilde bir sergi, her evde bir hat." projemle inşallah ömrüm yettiğince 81 vilayette tamamlamaya devam edeceğim. Şu ana kadar ki sergi sayım inşallah 49'a ulaşıyor, karmalarla beraber 62'ye ulaşıyor. İl il sergi olarak da saydığımız zaman 25 ilde sergi açmış oluyorum. Tabiî ki çoğunluk İstanbul, daha sonra memleketim Kastamonu'da açtığım için birçok serginin toplamı bu iki vilayette ağırlık kazanıyor. Yurt dışında da var ama Anadolu bana daha cazip geliyor. Çünkü kendi ülkemiz, kendi insanımız. Biz bu ülkenin topraklarında yaşayan insanlarız, bu ülkenin her bir karışında insanları hat sanatıyla tanıştırmam lâzım", dedim. Ve her gittiğim yerde de hat kursları açılıyor. Eskişehir'de hat kursu var, Balıkesir'de var, Manisa'da var, Aydın, Adana, Antep, Maraş'ta, Urfa'da, Diyarbakır'da, Malatya'da, Sivas'ta, Nevşehir'de, Kayseri'de, İzmit'te, Yalova'da…
Yani her sergi açtığım yerde hat kurslarının hareketi de hızlanmış oluyor Allah'a şükür. Niye? Çünkü oralardaki sanatkârlar da cesaret kazanmış oluyor. Yüreklendirmiş oluyoruz onları da. Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Bir hayra delalet eden o hayrı işlemiş gibidir." buyuruyor. Biz bir hayır yapmak için, bir hayra vesile olmak için sergi açıyoruz. Hem eserlerin orijinalini görsünler hem televizyonlarda gördükleri Hattat Yusuf Sezer'i bizatihi görsünler. Sergimizi de uygulamalı yapıyoruz, buradan bütün malzemelerimizi götürüyoruz, orada masamızı oluşturuyoruz, hem çalışıyoruz hem anlatıyoruz. Bununla ilgili olarak, zaten sizler de sinevizyonu hazırlarken elinizdeki malzemelerden özetlemeler yaptınız. İşte onlar bir belgedir. Hedef bütün hattatların Anadolu'ya yayılmasıdır. Hepimiz Anadolu insanıyız. İstanbul'da doğmuş büyümüş hattat yok. İnsan geldiği yeri unutmamalıdır. Geldiği yerdeki insanlara hizmet götürmeyi geciktirmemelidir. Hayrı kimin daha çok işleyeceğini bilemeyiz, biz mi işliyoruz yoksa duyup işleyen mi daha ileri götürecek, onu Allah bilir.
Feyz: Her zaman İstanbul'u besleyen Anadolu olmuştur, değil mi?
Evet, yani, mademki biz köylerimizden, kasabalarımızdan kopup gelmişiz okumak, ilim tahsil etmek, çalışmak için. Öyleyse aldığımızı tekrar geldiğimiz yerlere götürmeliyiz. Bütün hattat arkadaşlara da diyorum "Vefa borcumuzu ödeyelim, doğduğumuz yerlere sergi götürelim." Bazen soruyorlar: "Eee Yusuf Hoca Anadolu'da ne yapıyorsun, ne buluyorsun, ne satılır ki orada?" Arkadaşım gönül kazanıyorum, dua kazanıyorum, ışıldayan gözlerle tanışıyorum, nice nice güzel insanlarla kaynaşıyorum, dua alıyorum. Satış mı? Bazen diyorum sıfırla da dönebilirim, sıfırlayıp da dönebilirim. Mesela Malatya sergimde 58 parça eserimle gittim, bir zat hepsini koleksiyonuna aldı, 58'ini de aldı, sıfırlayıp döndüm. Sıfırla da dönebilirim ama dua kazanıyorum. Oralardaki insanlara karşı da sorumluluğumu yerine getiriyorum. Bunun için inşallah bu projemi Rabbimin verdiği müsaadeyle, sağlık sıhhatle, buradaki talebelerimin çalışmalarını aksatmamak kaydıyla götürmeye devam edeceğim.
Feyz: Amerika da bir müzede karşılaştığınız bir Kur'ân-ı Kerîm'in Kastamonu kökenli olduğunu gördüğünüzde neler hissettiniz?
Evet, Indiana Sanat Müzesi'nde, Bloomington kentinde, Amerika'da… O da yine 1994'te bizi Amerika'daki Indiana Üniversitesi'nin hocaları davet etmişlerdi, buradan Kültür Bakanlığı'yla anlaşmalı olarak. O zaman iki hattat gittik biz… Muhittin Serin Hoca ve ben. Kütahya'dan üç tane çinici, İznik çini, Çanakkale'den de halı dokuyucusu ve kök boya ustası, eşleriyle beraber toplam on kişi 300 eserle gittik. Program dışı olan zamanlarda bir gün -müzenin görevlileriymiş meğer sergimizi gezenler- yanımızdaki tercümana "Biz Yusuf Sezer'i müzeye götüreceğiz." dediler. El yazması orijinal eserlerin bulunduğu bir müze orası, çok büyük değil taştan örme bir müze. İlk salonunda camekânın içinde gayet güzel dizayn edilmiş bir ışıklandırma sistemi. Birçok eser var ama bir eser benim dikkatimi çekti. Çok ince bir nesihle yazılmış çok muazzam bir tezhibi olan, çok güzel ciltli bir eser. Her şeyiyle harika, kâğıdı harika, yazı mükemmel, tezhib mükemmel yani her şeyi birinci sınıf. "Şifa-i Şerif" kitabı. Yanımdakine dedim ki, az çok Türkçe biliyor, "Bu eserin buraya kadar geliş yolculuğunu bilmek istiyorum, mümkün mü?"
Hemen birbirlerine anlattılar, müzenin müdürüne kadar gitmiş olay. Az sonra birisi geldi. Bizi içeri aldılar, kocaman bir salon, ortada büyükçe bir masa, efendim bir dünya haritası, o eserin geliş haritası ve yanıma müzenin görevlisi iki bey geldi. Haritada o eserin çıkış yeri Kastamonu. O eser Kastamonu'dan İstanbul Kapalıçarşı'da bir antikacıya satılıyor, 30 milyona. Kapalıçarşı'dan bir koleksiyoncu eliyle İngiltere'de bir müzayedeye satılıyor, 400 bin sterline. Oradan da bir müzayede ile daha yüksek bir meblağ ile Amerikalı bir koleksiyoncu satın alıyor ve Indiana Üniversitesi'nin müzesine bağışlıyor. Orada şu aklıma geldi ve tercüman aracılığı ile şunu sordum: "Bu eseri tekrar Türkiye'mize kazandırmak için ne lâzım gelir?" deyince "Bu ayarda on tane eser verirlerse bunu veririz" dediler. Hani bazen bürokratlar propaganda yapıyorlar ya "şu eseri tekrar müzelerimize kazandırdık, ver yansın basında meğer giden çok gelen bir eser oluyormuş." Bu durum, benim sanata değer vermem açısından bir bilgi ama ülkemiz açısından kayıp derecesindeki bir anekdot…
Feyz: "Şifa-i Şerif" eserinin sahibi sizin akrabalarınızdan mı?...
Tabii tabii, Kastamonulu hattatlardan… Gerçi şu an imzasını hatırlayamıyorum, yanlış olmasın ama, yine Kastamonulu hattatların elinden çıkma. Çünkü oradan geliyor. Yani bizim ülkemizin değerleriyle diğer ülkelerdeki koleksiyoncular övünürlerken, biz kendi değerlerimizi tanıyamıyoruz. Bu da tabii ki eğitim kültür ve irtibatla olur. Bizim irtibatımız bundan sora canlanırsa, aynı değerlere yine önem vermeye başlarız.
Feyz: Hat sanatını merak eden genç nesle neler tavsiye edersiniz?
Edep, hayâ, amel tavsiye ederim. Edebi olmayanın ilmi olmaz, hayâsı olmayanın bu işte hüneri olmaz, ameli olmayanda ise hiç birisi olmaz. Bu hattatlar için de geçerlidir, hat sanatını merak edip öğrenmek isteyenler için de geçerlidir, hâli hazırda talebe olanlar için de geçerlidir, icazet alanlar için de geçerlidir.