Geleneğin Hayatımızdaki Anlamı

Geleneklerimiz islam'a ne kadar uygun? İçinde yaşadığımız toplumsal yapının normlarından birisi de hiç kuşkusuz geleneklerimizdir. Kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelmiş, tecrübeye dayalı bir kültür mirasının ürünü olan geleneğin unsuru, genellikle sübjektiftir. Aynı zamanda tarihin süzgecinden geçmiş, toplumların tekrarlarla doğruluğunu test ederek, sosyal yaşamda yer edinmesine fırsat verdiği inanç ve değerler manzumesidir gelenekler. Bunların birçoğu yazılı iken, bir kısmı da yazıya geçmediği halde yer yer toplumumuzda kabul görerek uygulanan ve kural halini almış davranış kalıpları olarak da karşımıza çıkarlar.

Geleneklerin uygulanmasını dinî alanlarda gördüğümüz kadar, kültürel ve sosyal alanlarda da görmekteyiz. Âdetlere göre bir kademe daha üst mesafede yer alarak toplum hayatının düzenlenmesinde etkin bir role sahiptirler. Bazen düzenleyici, bazen denetleyici, bazen de yol gösterici ve tavsiye edici olabilmektedirler... Gelenekleri zaman zaman toplumun değer yargılarını yansıtan bir hüviyette görebildiğimiz gibi, kimi zaman fertler üzerinde sosyal baskı unsuru, bazen de yargıçların karar ve kanaatlerine yön verici olarak da görebilmekteyiz. Her inanç sistemi değer yargılarının biçimine göre kendi geleneğini de oluşturur. Sosyal yaşam içinde daha çok muhafazakâr yapısını sürdüren bölgelerde kendini gösteren gelenekler, varlığını sürdürdüğü yerlerde belirleyici olup bu yönleriyle bir iç disiplin anlayışını da oluştururlar. Toplumsal yapıya zıtlık teşkil eden bir davranış biçimi, geleneğin duvarlarına çarparak hizaya gelir! Her ne kadar değişen toplumsal yapı, modernizm adı altında geleneklerimizi bir bir yıkmaya devam etse de, yine de bakir kalmış yöreler birçok geleneği tüm güzelliğiyle yaşatmaya devam etmektedir.

Bizim inanç sistemimiz içinde ise Edille-i Erbaa dediğimiz Kur'ân, Sünnet, İcmâ ve Kıyasın ortaya koyduğu dinî ölçülere ters düşmeyen; gelenek, görenek, örf ve âdetler kabule şayan bulunmuştur. Zira dinî kaynakların yerini almadığı sürece, yardımcı faktör olarak geleneklerin varlığının korunmasında bir sakınca görülmemektedir. Gelenekler, dinî ölçülere uygunluğu ve topluma faydalı olduğu oranda iyi olarak algılanmaktadır. Söz konusu ölçülerin üzerine taşan, özü tahrip eden, baskıcı ve asıldan uzaklaştırıcı olduğu durumlarda ise toplumsal gelişmeyi engelleyici ve asıl değerlerimizin yerini işgal eden bir konuma geldiklerinden, zararlı addedilirler. Çünkü inanç sistemimize aykırı ve şer'i ölçünün üzerine çıkartılmaya çalışılan, cehalete dayalı ve sabit fikirli bir gelenekçilik, dinî ve ilmî hakikatlere ters düştüğünden uygulanabilir ve kabul edilebilir olmaktan uzaktır. Bu yönüyle hem inanca, hem toplumsal hayata hem de fertlere zarar veren bu gelenek çeşidi, âlimlerimizce "fasit örf" olarak tanımlanmıştır.
Öte yandan yıllanmış kurallar olması sebebiyle, gelenekler konusunda toplumların oldukça direnç gösterdiklerine şahit oluruz. Oturmuş bir geleneğin yönünü değiştirmeye çalışmak, öyle kolay bir iş değildir. Gelenekçiliğin hâkim olduğu bir yere veya kişiye yeni bir düzenleme teklif edildiğinde; hemen tepki koyduklarını görürsünüz. "Bizim büyüklerimizden gördüklerimiz böyle değildir, sizin yaptığınız bize terstir. Kaç yıllık eski köye, yeni âdet mi getiriyorsunuz" gibi reaksiyonlarla karşılaşmanız hiç de sürpriz olmaz.

Kimi zaman insanlar, âdetleşmiş alışkanlıkları ibadet sandıkları gibi, dinî hükümlerle çelişen ve İslam âlimlerince de "fasit örf" olarak tanımlanmış bu türden âdet ve gelenekleri de dinimizin bir hükmü sanıp, ısrarla savunmakta ve bir yaşam biçimi haline getirebilmektedirler. Böyle bir yaklaşım, hiç tasvip edilebilir mi? Yanlışlığı bilinen ve körü körüne sürdürülen bir gelenek, aynı zamanda doğrunun önündeki perde ve engel değil midir? Bu nedenle toplumda yer etmiş geleneklere karşı durma cesareti gösterebilenler; kesin yorulur, üzülür ve sert duvarlarla karşılaşırlar. Savundukları konulardaki delilleri çok güçlü olsa dahi yine de gelenekçilerin tepkisi kaçınılmazdır. İdealist bir kişinin geleneğe karşı bir tez ileri sürerken, bu dirence baştan hazırlıklı olmasında oldukça fayda vardır. Çünkü blok halinde ve cahilce bir direnç, insanın üzerinde yılgınlık etkisi yapar ve kimi zaman da idealizmi baltalar…

Ehl-i Sünnet ölçüsüne uygun, dinî anlamdaki uygulamaları da müsteşrikler ‘gelenek' olarak tanımlamaktadır. 1400 yıldır devam eden bu akidenin temsilcilerini de gelenekçi olarak! Hâlbuki halk arasında yaygın olarak uygulama alanı bulmuş kültürel, sosyolojik ve folklorik geleneklerle, dinî gelenek birbirine karıştırılmamalıdır. Bu yüzden her olguyu sorgusuzca ‘gelenek' diye savunamayacağımız gibi, her yeniliği de ‘yenilenelim ve gelişelim' diye alamayacağımız, bir hakikattir. Bir geleneğin korunması için gösterilen direnç, şayet inanç ve ahlâk değerlerinin özünü muhafaza etmeye yönelikse doğru, haklı ve faydalı bir direnme olur. Hiç sorgusuzca ve doğruluğundan emin olunmadan yapılan bir savunma ise ancak fanatizmdir. Aslına sadık kalarak günün şartlarında yapılacak bir yenilenme ise insanımızın ufkunu açacak ve "kaba softa ham yobazlık" tanımlamasından uzaklaştıracaktır. Nasıl ki, anayasayı tamamlayan kanun ve yönetmelikler vardır; tıpkı bunun gibi, kendi kültürel kodları içinde gelenekler de toplum ahenginin sağlanmasına maddî ve manevî katkı sağlayan bir çeşit düzenleyicidirler. Hangi sahada doğru ve güzel bir gelenek varsa; huzura ve kaynaşmaya olumlu katkı sağlayabiliyorsa, kolaylaştırıcı ise, baskıcı, bunaltıcı ve zorlayıcı değilse ve asıl olanın yerine ikâme edilmiyorsa; o geleneğin yaşatılmaya değer olduğu bir gerçektir. Kısacası, modernizmi yaşarken geleneği iptal etmemek, gelenekçi olurken de fanatizme kaçmamak, toplumsal yapının yararınadır...

Mademki böyledir, öyleyse; dinin özüne uymayan şeyleri sırf gelenek diye abartmamalı, ölçü bilinmeli ve her şeyin değeri yerli yerince korunmalıdır. Günümüzün değişen şartlarına, özü korumak kaydıyla uyum sağlayan, insanî ve insanlığın faydasına olan her türlü kural, örf, âdet, gelenek ve göreneklerin; sosyal hayatın sürekliliği içinde devam ettirilmeye değer olduğu düşüncesindeyim.

Eski ve yeninin sentezinde; geçmişin mirasına sahip, geleceğin ufkuna hâkim fert ve nesillerden olabilmek temennisiyle…