Sen aczine, âcizlİğine bakma, İsteğine bak.
Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle der:
“Allah yeri, göğü yarattı ve aralarında birçok nûr ve nar (ateş) uyandırdı.
Şu yeri, yerdekiler, toprağa mensup olanlar için; göğü de göktekilere ve göklere mensup olanlar için yaratmıştır.
Bu yüzdendir ki süflî olan aşağılık kişi, ulvîliğin, yüceliğin düşmanı olur. Her mekânın, her yerin tâlibi, davranışları ile kendini belli eder.
Ya Rabbi! Ben rızkımı gökten aramaya alıştım. Çünkü sen bana göklerden bir kapı açmışsın.
Ey mekânsızlık âleminde mekân göstermiş olan Allahım! ‘Ey insanlar; sizin rızkınız gökyüzündedir!’ diye buyurmuşsun”.
İnsanın bedeni varlığı yerden beslense de, manevî varlığının gıdası, ulvî âlemin feyiz ve ihsanlarından oluşur. Gönül âlemi Rabbânî rızıklarla doyurulmuyorsa, zamanla turâbîleşir ve nihayet yere ait bir varlık haline dönüşür. Rabbânî olmak, yücelerle sürekli bir beraberlik neticesinde gerçekleşebilen bir sonuçtur.
Ayet-i kerime’de “Gökte rızkınız ve size vaad olunan şeyler vardır.” (Zâriyât, 51/22) buyrulduğuna göre yerde yaratılan insan, insaniyetinin tahakkuku için göklerle de bir şekilde irtibat kurmalıdır. Böyle bir ilişki nasıl gerçekleşebilir?
Öncelikle ulvî âlemlerle irtibat kurmaya ciddi bir niyet gerekmektedir. Niyet azme dönüşmeli, İlâhî yardıma nail olabilecek samimi gayretlerle, Rabbânî fuyuzât niyaz edilmelidir. Zira kapı çalmaya ihtiyaç hissetmeyecek özel bir davete muhatap olmak, istisnai bir lütuftur. Bu sebeple Rabbimiz’in keremine istinaden hem böyle bir davet ümidi taşımalı, hem de sünnetullaha ittiba ederek Hakk’ın manevî sofralarında bulunmayı ısrarla talep etmelidir. Gök kapıları kendilerine açılmayan kimselerden olmamak için de tir tir titreyen bir gönüle sahip olmanın gayretine soyunmalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de “gök kapıları”nın kimlere açılmayacağı şöyle beyan edilmektedir:
“Ayetlerimizi yalanlayanlar ve o ayetlere uymayı kibirlerine yediremeyenler var ya, onlara göklerin kapıları açılmaz. Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler! Biz suçluları işte böyle cezalandırırız.” (Ârâf ,7/40)
Ayetleri yalan sayıp onları kabule yanaşmayanlara gök kapılarının açılmaması hakkında müfessirlerimiz şu açıklamalarda bulunmuşlardır: Ruhları yükselemez, biraz fırlasalar bile yüceliklere nüfuz edemezler, melekûtun esrarına eremezler, düşerler, dua ve niyazları reddedilir, üzerlerine feyzu bereket inmez, kendilerine cennet kapıları açılmaz”.
Dikkat edilirse bu âyet-i kerime, âdeta gök kapılarının anahtarlarını da verir gibidir:
Öncelikle Yüce Rabbimiz’in gerek kelâmî ayetlerinden müteşekkil olan Kur’an-ı Kerim’e, gerekse kevnî âyetler mecmuası olan kâinata ve onda cereyan eden hadisâta karşı kör ve sağır davranmayıp engin bir duyuş ve derin bir tefekkürle onları anlamaya çalışmak gerekmektedir. Göz ve gönüldeki gaflet perdeleri sebebiyle, kendini karanlığa mahkûm edenlerin, ayetlerin farkında olması mümkün değildir. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki yanlarına uğrarlar da onlardan yüzlerini çevirerek geçerler.” (Yusuf, 12/105)
Ulvî âlemlerin yol işaretleri olan ayetlerden habersizlik ve gaflet, dünyanın çıkmaz sokaklarında insanın perişanlığına ve çaresizliğine sebebiyet verecektir. Bu ayetlerin farkında olmakla birlikte, onları yokmuş farzederek kendi aklınca bir yol tutanların hali ise pek daha çirkindir.
Allah’ın ayetlerini kendi nâkıs aklıyla ve zandan ibaret olan bilgisiyle ölçüp biçerek değerlendiren, onları beğenmeyen, yokmuş farzeden, görmezden gelen kibirli kimseler de dünya zindanında hapsedilecek gruptandır. Ayet-i kerimede gök kapıları kendilerine açılmayanların kibirli kimseler olduğuna işaret edilmesi, melekûta girmeye liyakat kesbedenlerin mütevazı olmaları gerektiğini de bir beyandır.
Allah Teâlâ’nın hoşnut olmadığı en kötü vasıflardan birisi kibirdir. Bu sebeple, gönlünde zerre kadar kibir bulunan kimselerin cennete giremeyeceği ifade edilmiştir. Ayet-i kerimede şöyle buyrulur:
“İşte ahiret yurdu. Biz, onu yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmayanlara has kılarız. Sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Kasas, 28/83)
Ehlullâhın ifadesine göre de “Mânevî yolculukta ‘benliğin derdine düşmek, manevi kansere yakalanmak gibidir. Bir insanın tevazudan nasibi ne ise insaniyet derecesi de o kadardır.”
Allah’ın ayetlerini yalan sayan ve onlara karşı büyüklük taslayanların cennete girmelerinin imkânsızlığı ifade edilirken, devenin iğne deliğinden geçmesine benzetilmesi de çok manidardır. İlahi hidayetten mahrumiyet ve içlerindeki kibir sebebiyle, insaniyetin letâfetinden nasiplenememiş ve böylece kaba saba bir şahsiyet olarak kalmış bu nevi kimselerin cennete ehil olamayacakları beliğ bir surette beyan edilmiştir.
İsmail Hakkı Bursevi bu ayeti işârî olarak şöyle tefsir eder:
“İğnenin deliği olarak ifade edilen yer” nefs-i emmârenin itmi’nâna erip “Rabbine dön” ilahi hitabına layık hale gelinceye kadar, terbiye ve tezkiye görmesi gereken yerdir. Ayetin manası buna göre şöyle olur: Kibir ve gururuyla bir deveyi andıran nefs-i emmarenin, bu haliyle “hakikat cenneti”ne girmesi mümkün değildir. Bu cennete girebilmek, ancak şeriat ahkâmı ve tarikat adabına riayetle, nefs-i emmâresini tezkiye eden ve bu terbiye ile kötü vasıflardan, masivâ alakalarından kurtulup, bir saç telinden bile binlerce kez daha ileri bir letafet kazanan kimseler için mümkün olur. Ancak bu şekilde o iğne deliği mesabesindeki fânilik geçidinden geçip, beka cennetine girmek mümkün olabilir”.
Manen letâfet kazanamamış ve nefs-i emmâresinin karanlıkları içinde günahlarla kirlenmiş kimseler öldükleri zaman, onların ruhları yüceliklere layık görülmeyecek ve esfel-i sâfiline mahkûm edilecektir. Konuyla ilgili uzunca bir hadiste mü’mine gök kapılarının açılıp melâikenin özel bir karşılama yapacağı, İlâhî hakikatleri görmezden gelen kâfirlerin ruhunun ise çirkin bir koku ile gök kapısına kadar geldikten sonra içeri alınmayıp geri gönderileceği bildirilmiştir. (İbn Hanbel, Müsned, IV, 287)
Yüceliklere çıkmanın şartı, latîf ve tertemiz (tıyb) olmaktır. Zira yüce huzura ancak tıyb olanlar kabul edilir. Ayet-i kerimede şöyle buyrulur:
“O’na en güzel kelimeler yükselir. Onu da salih amel yükseltir.” (Fâtır, 35/10)
Gök kapılarının açılması, İlâhî feyz ve bereketin mecazi bir ifadesi olarak da kabul edilmiştir. Buna göre gönüllerin Rabbani ilham ve feyizlere mazhar olması, ancak ayetlere karşı engin bir tevazu ve büyük bir tazim içinde tefekküre yönelmekle mümkün olabilecektir.
Gök sofralarından istifade edebilmek için gönül âleminin ulvîliklere yönelme iradesi göstermesi gerekir. Mevlânâ -kuddise sirruhu-’n bu gerçeği ifade eden şu beliğ ifadeleriyle bu bölümü bitirelim:
“ Allah, herkesi bir iş için yaratmıştır. Herkesin gönlüne bir işle uğraşma arzusunu koymuştur.
Gönülde bir istek olmadan el ayak nasıl hareket eder? Çerçöp, su akmazsa, rüzgâr esmezse nasıl gider?
Eğer gönlünde yükselme isteği varsa, devlet kuşu (hümâ) gibi kanadını aç, yüksel...
Gönlün gökyüzünü değil de yeryüzünü arzu ediyorsa haline ağla, feryat et, sızlan!
Çünkü sen, hayvanlar gibi, yeryüzüne mensup değilsin.
Eğer mü’min isen, gerçekten inanmış bir kişi isen, nefis savaşı safına gir, çünkü senin meclisin, senin bulunacağın yer gökyüzündedir.
Ey Hakk’ın kulu, göklere giden yolu bulmak ümidi ile kalk, mihrabın önünde bir mum gibi ayakta dur.
İbâdete başla.
Başı kesilmiş mum gibi, bütün gece ağla; arayış, istek uğrunda sıcak gözyaşları dök; yan, yakıl!
Fazla yemekten, içmekten ağzını kapa, dudağını yum, gökyüzü sofrasına koş.
Zaman zaman mâna göklerinden sana, ruhanî yağmurlar, ilahi aşk ve şevk harareti gelmede, senin gönül rızkın arttıkça, artmadadır.
Seni de oraya götürseler, bu işe şaşılmaz. Sen aczine, acizliğine bakma; isteğine bak”.