Bir toplumda toplumu oluşturan bireyleri birbirine kenetleyen, birbirine bağlayan ve onlardan güçlü bir topluluk veya millet meydana gelmesini sağlayan en önemli duygu, fertler arası karşılıklı güven duygusudur. Bir insanın mahkemeye işi düşerse yargıca, sağlık sorunu olduğunda doktora, dış düşmanlara karşı devletinin askeri gücüne, gece başını yastığına koyduğunda güvenlik güçlerine, kısacası gerek fiziksel bedenine, gerekse psikolojik olarak şahsına veya kişiliğine karşı olabilecek tehlikelere karşı kendini güvende hissetmesi çok önemlidir. Bu nedenledir ki bireylerin en temel ihtiyaçlarını ciddi bir çalışmayla tespit ederek buna bir öncelik sıralaması getiren Maslow’un listesinde, birinci sırayı alan fizyolojik (yeme, içme, cinsellik, uyuma vb.) ihtiyaçlardan sonra ikinci sırayı güvenlik ihtiyacı alır. İşte insanlar için bu derece önemli olan güven duygusuna en büyük yıkım ve zarar ise günlük yaşantımızda söylerken hiç önemsemediğimiz, çok da ciddiye almadığımız yalandan ve yalanın türevleri olan insanları kandırma, aldatma, ilişkilerde dürüst olmama, verdiği sözlerinde durmama gibi söz ve eylemlerden gelir.
Düşünün ki, yalancılığa karşı tavizsiz bir duruşu olmayan, hiçbir sözüne güvenilmeyen, özellikle hakkı, adaleti ortaya koyması gereken bir durumda vereceği karar öngörülemeyen, güvenilmez bir kişinin oturmuş bir karakterinden söz edilebilir mi veya böyle kişilerden insanlara dost olabilir mi? Hele ki yalanla arasına ciddi bariyerler koymamış kişilerden, topluma rol model olacak, örneklik ve rehberlik yapacak gerçek manevi liderler çıkabilir mi?
Elbette çıkamaz. Maalesef ki yaşadığımız çağda sosyal medyaya düşen videolarda, hem sözleri hem fiilleri ile ihlassız ve yalancı oldukları çok bariz olan sözde manevi önderlere çok fazla rastlamaktayız. Hâlbuki bir manevi liderin veya önderin en belirgin ve en önemli vasfı güvenilir, dürüst, özü sözüne uygun, ihlaslı birisi olmasıdır.
Bu nedenledir ki, risalet görevi ile görevlendirilmeden önce de Hz. Peygamberin (s.a.v.) en belirgin vasfı “el-Emin” yani güvenilir oluşuydu, bu yüzden O’na Muhammed’ül Emin derlerdi. Bu sıfatı, özellikle ticari faaliyetlerinde, insan ilişkilerinde adaletli, hakkı söylemede korkusuz, yardımsever, merhametli, cömert, almaya değil vermeye odaklı ahlaki güzelliği ile elde etmişti. Nitekim 35 yaşına geldiğinde Kâbe’nin yeniden inşası gündeme geldi ve Kâbe yeniden inşa edildi. Ancak Hacer-ü’l Esved’in yerine yerleştirilmesi hususunda kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Bu şerefli görevi hiçbir kabile diğerine bırakmak istemedi, hatta bu yüzden savaşmayı göze alanlar bile oldu. Nihayet Kureyş’in ileri gelenlerinden Ebû Ümeyye b. Muğîre, “Benî Şeybe kapısından Kâbe’ye ilk giren kimsenin vereceği karara uyulmasını” teklif etti; Kureyşliler bu teklifi benimseyip beklemeye başladılar. Kapıdan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) girdiği görülünce orada bulunanlar büyük bir memnuniyetle “İşte el-Emîn olan Muhammed geldi!” diyerek ona duydukları sonsuz güveni bu olayda açıkça ifade ettiler.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) geçmişinde yaşanmış bu ve benzeri olaylara baktığımızda, kader planında O’nun Rabbi tarafından doğduğu günden itibaren vahiy alacağı günlere hazırlandığını görürüz. Nitekim Mekke günlerindeki tebliğ faaliyetlerini yaparken, o günkü toplumun bizzat görerek ve yaşayarak şahit olduğu temiz mazisine atıfta bulunmak suretiyle peygamberliğini delillendirmede geçmişinden çok faydalanmıştır.
Yani, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) henüz peygamberliği tebliğ edilmemişken de öylesine emin bir kişilikti ki kendisine en ağır baskıları yapsanız veya dünyalık en büyük maddi kazanç ve makamları teklif etseniz yine haktan, adaletten, doğruluktan ve doğruyu söylemekten vazgeçmezdi. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hak bir peygamber oluşunun en güçlü ve önemli delillerinden birisi onun emin ve güvenilir olması, her zaman ve her şartta hep doğruyu söylemesi, hayatında asla yalana yer vermemiş olması idi. Hz. Muhammed (s.a.v.) ilk kez açık davete başladığında, Safa tepesinde Mekke halkına şöyle seslenmişti: “Şu dağın arkasında bir ordu var desem inanır mısınız?” Mekkeliler de hiç tereddüt etmeden “İnanırız” demişlerdi.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) peygamberliğinin en güçlü delillerinden biri, asla taviz vermediği doğruluk ve dürüstlüğüydü. Elbette O’nun cömertliği, sevgisi, yardımseverliği, şefkati ve merhameti gibi üstün vasıflarının her biri çok kıymetliydi, ancak en önde gelen özelliği, sarsılmaz doğruluk ve dürüstlük anlayışıydı. Hz. Muhammed (s.a.v.) “Ben Cebrail’i gördüm, vahiy alıyorum, Allah’ın Resulüyüm” dediğinde, O’nun doğruluğunu ve dürüstlüğünü yakından bilenler, hiç tereddüt etmeden “Sen söylüyorsan doğrudur ya Muhammed” diyerek samimi bir şekilde iman ettiler. Yalnızca kendi çıkarları ve dünyevi hesapları sebebiyle hakikati görmek istemeyenler bu imandan uzak kaldılar.
Neticede bu hassasiyet, bugün Müslüman olmanın da en önemli erdemlerinden biridir. Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’i ve Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) hadis-i şeriflerini ve mübarek hayatını incelediğimizde karşımıza çıkan en temel hakikat, her durumda doğruluk, dürüstlük, ihlas ve samimiyettir. Çünkü doğruluk ve dürüstlük erdemi, tüm hayırlara ve iyiliklere ulaştıran yolun vazgeçilmez bir kapısı, en değerli anahtarıdır.
Konuyla ilgili, nakledilen çok çarpıcı bir rivayet vardır: Birisi “Ey Allah’ın Resulü! Müslüman içki içebilir mi?” Hz. Peygamber (s.a.v) “İçebilir (yanılabilir, günaha girmiş olabilir)” der. “Müslüman hırsızlık yapabilir mi?” diye sorar. Peygamberimiz (s.a.v.): “Yapabilir” der. “Müslüman zina yapabilir mi?” diye sorar. Efendimiz “Evet yapabilir.” der. Ardından adam şunu sorar: “Peki, yalan söyler mi?”. Sırtını yaslamış olan Hz. Resûl (s.a.v.) doğrularak hiddetle, “Müslüman yalan söylemez.” diye bu konudaki kesin tavrını ortaya koyar. (Kenzu’l-Ummal, h. No: 8994)
Bir insanın kendi çıkarına uygun olmasa bile doğruyu söyleyebilmesi, önemli bir karakter göstergesidir. Böyle sağlam bir karaktere sahip kişi, İslam’ın yasakladığı kötü huyları ve işleri olsa bile, Rabbine verdiği söze sadık kalarak bu olumsuzluklardan kolayca kurtulabilir. Yine ancak bu karakterdeki kişi, İslam’ın arzuladığı vakarı elde ederek, izzet-i nefis sahibi, şahsiyetli bir Müslüman olabilir. Çünkü bu yüce vasıfları, sadece özü sözü bir olan, doğru, dürüst ve güvenilir insanlar kazanabilir.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yaşadığı dönemde yalana karşı gösterdiği bu kesin ve güçlü tavır, peygamberliğinin delillerinden sayılabilecek bir mucizedir. Zira ümmî bir peygamberin, yalanın insan kişiliği ve şahsiyetinin oluşumunda diğer günahlara göre çok daha yıkıcı etkiler bırakabileceğini bu derece iyi kavramış olması, ancak peygamberlik mucizelerinden biri olarak açıklanabilir.
Asr-ı Saadet döneminde olduğu gibi bugün de özellikle manevi liderlerde aranması gereken en önemli vasfın tavizsiz ve koşulsuz olarak doğruluğa, dürüstlüğe verdikleri değer olmalıdır ve bizler de manevi liderlerimizi özellikle bu kıstas doğrultusunda seçmeli ve değerlendirmeliyiz. Şu da bir gerçek ki; doğru ve dürüst olmak ve sonra da bu vasıfları korumak, özellikle bu ahir zamanda büyük fedakârlık ve cesaret ister, en önemlisi, Allah’a ve ahiret gününe çok güçlü bir iman ve bağlılık ister.
Yazımızı kıymetli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin bu konunun önemine ve özellikle yalanla niye baş edemediğimizin sebebine ciddi bir açıklama getirdiği ve ayrıca bu soruna etkili bir çözüm sunduğu özlü sohbetiyle bitirelim…
“Sözünde durmak, doğru sözlü olmak ve her anlamda dosdoğru olmak hakkında çok sayıda ayet-i kerime ve onlarca sahih hadis-i şerif ve bu konularda yazılmış yüzlerce eser, makale, kitap vs. vardır!
Yani her Müslüman ve her dine ve ideolojiye mensup her insan, yalanın, sözünde durmamanın yanlış ve çok kötü bir ahlaksızlık olduğunun farkında ve bilincindedir…
Ama ne garip ki, insanlar yine yalan da söyler, sözünde de durmaz ve doğruluktan da uzak hayat sürmeye ısrarla devam ederler…
Adam sağlam Müslümandır, tevbelidir, içki içmez, zina etmez, kumar oynamaz ama yalan söylemek ve sözünde durmamaktan da, ne yapsa kurtulamaz! Bin kere, bin türlü tevbe eder ama yine de bir türlü kurtulamaz…
Öyle anlaşılıyor ki, doğruluk ve sözünde durmak öyle her babayiğidin harcı değil ve öyle kolay bir şey de değildir… Peki ama zorluğu nerede ve neden bu kadar zor? Sebebi gayet açık:
İnsan her tür manevi değerleri, yani, doğruluk, dürüstlük, cömertlik, güvenilir olmak, merhametlilik vs. gibi güzel ahlakları; yine, bütün maddi değerlerin üstünde görerek ve daha kıymetli bilerek yaşarsa, doğal olarak, daha çok sevdiğini ve değer verdiğini, daha az sevdiği ve değer verdiğine tercih edecek ve çok rahat bir şekilde sözünde durup, yalandan uzak dosdoğru yaşayan bir insan olabilecektir…
Yoksa tam tersi yaşayan ve menfaat odaklı yaşamaması zor ötesi olan bir insanın veya manevi değerleri duruma göre öteleyebilen ve yine sözünde durmayı ve yalandan kaçmayı kendisine para pul, zaman vs.yi, boşuna kaybettirecek angarya bir iş gibi gören ve kuru bir değersiz laf gibi kabul ettiği, verdiği sözünün, kendine bu kadar pahalıya mal olmasını elbette kaldıramayacağı apaçıktır…
O halde sonuç: Doğal olarak yalancılık ve sözünde durmamak, kendini kendi gözünde değersizleştirmek ve insanlar arasında da, sevimsiz bir münafık gibi bir duruma düşerek rezil olmak ve daha kötüsü ise, bu rezilliğe sırf maddi veya benzer çıkarları için razı olabilmek ve üstelik de bu durumunu yeterince umursamayarak yaşamaya devam etmesidir… Kendini tesellisi ise, kendi gözünde ve insanların gözünde itibarsız ve güvenilmez biri olsa da, parası cebinde, karnı tok, sırtı pek olması ve hep böyle kalmasıdır…”