Yüceler yücesi Allah “ol” emri ile görüntüler âlemine start verdi. Algılarımızı aşan “Muhammedî Nûr” dediğimiz o büyük patlama ile başladı her şey. Fizikçilerin “Zaman Planlaması” dedikleri, mukaddes verilerde “Kader” olarak ifade edilen sistem ânında yürürlüğe girdi. Bu sistem en ince detayına kadar ve ilk andan itibaren İlâhî bir Yazılım yani kutsal bir program olarak çalışmasını sürdürdü. Galaksiler oluştu, ayrıştı ve bu devasa çarkın en gözde üyesi olarak Samanyolu Galaksisi’nin ikinci sarmal kolunun ortalarında dünya denilen “Arz” vücut buldu. Konumu, büyüklüğü, güneşle mesafesi, yedi farklı rotası, 23 derecelik eğimi, eliptik döngüsü, yörüngesi ve daha nice fonksiyonlarıyla güzel, özel, kusursuz ve muhteşem bir dünya… Başlangıçta kozmik bir çorba misali fokur fokur kaynamaktaydı. Allah onu soğuttu. Yedi kat gökyüzünü yeryüzünden ayırdı. Yeryüzünü de taşküreden başlayarak aşağı doğru yedi katmana böldü. Orada su yarattı. Oksijen, ozon yarattı. Bitkileri, ağaçları oluşturup ekolojik dengeyi kurdu. Ve hayvanları halketti.
Belli ki yeryüzü üst şuur bir varlığın barınmasına, beslenip üremesine, yerleşip hayat sürmesine uygun hale getiriliyordu. Müstakbel bir misafirin rahat etmesi için dayanıp döşeniyor; kileri, mutfağı, envai tür ihtiyaç malzemesiyle dolduruluyor ve mükemmel bir konfor sağlanıyordu. Sözün özü, kusursuz dizayn edilmiş bir yaşam ortamına hazreti insan adeta “buyur” edildi. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara, 2/30) iradesi tahakkuk ettiğinde o Yüce Mimarın plan ve projesi Zat-ı Uluhiyetinde hazırdı zaten. Ay’ı gece lambası ve takvim, Güneşi de ışık ve enerji kaynağı olarak insanın hizmetine sundu. Bitkileri ve hayvanları insana zelil bir hizmetkâr kıldı. Varlık dünyasındaki tüm mevcudatı insanın emrine âmâde, insanı da hepsine üstün kıldı. Bütün bu tespitlerden anlaşılmaktadır ki insan Yüce Mevla’nın amacıdır, gayesidir. Yaratmış olduğu tüm diğer varlıkları insan için halketmiş, insanı da mükemmelen donatarak yüce amacını, ulvi gayesini tahakkuk ettirmiştir. Artık bu -hedef varlığa- gaye mahluka; mektuplar, mesajlar, elçiler gönderecek, kendisini tanıtacak, varlığından haberdar kılacak ve onunla muhatap olacaktır.
Yüce Allah şöyle buyurur: “Biz gök ile yeri ve aralarındakileri boşuna yaratmadık. Bu (düşünce) kafirlerin zannıdır...” (Sâd, 38/27) Kafirler, varlık dünyasının absürd, kozmosun kaos olduğunu söylerler. Onlara göre insan hayatı, birbiriyle itişip kakışan altı yüz bin spermden bir tanesine piyangonun vurmasıdır. Tesadüfen, hasbel kader, bir şanstır hayat onların gözünde. Ayet işte bu çirkin zannı tespit ediyor… “Kudret ellerimle yarattım” (Sâd, 38/75) diye buyurur Allah (cc). Meyvesi, özü, hülasası insan olunca kainat boşa yaratılmamış oluyor. İnsan için yaratılan, yapılan hiçbir şey boş değildir, boşa değildir. Bu mefkureye hakkıyla sahip olanlara insan-ı kâmil deniyor.
Rabbimizin katında insanın -amaç varlık- olduğunu söylemiştik. Peki yaratılmışların en onurlusu olan insanın amacı, gayesi ne olmalıdır? Beslenmek, barınmak, uyumak, üremek ve de bunlar için çalışmak mı? Bu, libidoya kodlanmış alt varlıkların yani hayvanların yaşam tarzıdır. İşte Allah’ın gayesi insan olunca, insanın amacının da Allah olması gerekiyor. İnsan Cenabı Hakkı “Cenabı Aşk” olarak görmelidir. Öyleyse Allah’a kavuşmak mefkuresi yalnızca Yunus Emre ve birtakım benzerlerine hasredilemez. O erenler insanın gayesinin Allah olduğunu idrak etmiş ve yola koyulmuşlardır. Aramızdaki fark budur. Hidayet, bizi hedefimize götürecek olan doğru güzergâha, ana yola ulaşmaktır. Yola ulaşıldığında ise kararlılıkla yürünecektir. Mülaki olmak ise yolun bitimindeki hedefe kavuşmaktır. Yani hidayet sebep, mülaki olmak sonuçtur.
Ulaşmak - Kavuşmak Bağlamında İletişimin Önemi:
Rabbimiz mektuplar ve elçiler göndererek bizlerle iletişim kurdu. Varlığından ve olup bitenlerden bizi haberdar kıldı. Ayrıca kendisiyle nasıl iletişim kuracağımızın usül ve adabını, yol ve yöntemlerini de bildirdi. Bu yöntemler bizim kapasitemizle mütenasip ve beşeri vasıflarımızla da gayet güzel örtüşmektedir. Beşeriyet muktezasıyla iletişim faktörlerinin neler olduğuna, nispetlerine ve tesir sınırlarına yabancı değiliz. Buna göre: İletişimde Beden Dili’nin etkisi % 60, Ses Tonu’nun etkisi % 30, Söz yani dili kullanmanın etkisi % 10’dur. Görüldüğü gibi iletişimde beden dilinin etkisi diğerleriyle kıyaslanmayacak kadar önemlidir. Beden dili, sözsüz bir iletişim olarak insanın kendisini en net ifade etme yöntemidir. Fizik bedenin dili insanlığın ortak lisanıdır. Bu dilin İngilizcesi, Arapçası, Almancası, Türkçesi olmaz.
Dünyanın her yerinde iki elin birden havaya kalkması “Teslim oluyorum!” anlamına gelir. Bir elin havaya kalkması sevgi, barış ve dostluk ifadesidir. İki elin ön tarafta birbirine kavuşturulması ve gözlerin yere bakması muhataba duyulan saygı ve hürmetin göstergesidir. Muhatabın önünde eğilmek, yüzükoyun yere kapanmak merhamet dilenmenin tezahürüdür. Elleri pazulardan kavrayarak gözleri muhatabın gözlerine dikmek veya elleri bele dayayarak dik duruş sergilemek muhataba meydan okumaktır. Ayağı ayağın üzerine atarak işaret parmağını karşıdaki şahsa doğru uzatmak, tekebbür ve tehdittir. Muhatabımıza tüm beden ve tam yüzle dönmek samimiyetimizi gösterir. Vücudumuz bir başka tarafa yönelmişken yalnızca başımızla teveccühümüz karşımızdakini önemsemediğimiz anlamına gelir. Elin yüze doğru hareket etmesi, çeneye dayanması, burnu ve başı kaşıması, dişlerle dudakları kemirme, karşımızdakinin yalan söylemeye hazırlandığının işaretidir. Bedenin, muhatap karşısında takındığı binlerce pozisyon, sayısız jestler ve binlerce versiyonluk mimikler iletişimi olumlu veya olumsuz yönde şekillendirir. Hazreti insanın mübarek vechesinden (yüzünden) geçen 12 sinir vardır. Bunlara “Kranial Sinirler” adı verilir. Hayvanların yüzünden 11 tane sinir geçer. Beşinci sinirin görevi mimikleri göstermektir. İşte duygularımız bu beşinci sinir aracılığı ile yüzümüze yansır. Bu sinir hayvanlarda bulunmadığı için onların yüz ifadeleri (mimikleri) yoktur. İyi ki de yoktur; eğer olsaydı onların acıları yüzlerine yansıyacaktı ve biz onları kesemeyecektik! Veya vicdanımız titreyecek ve onlardan faydalanamayacaktık. İnsan denen bu yüce varlığın farklı jest ve mimiklerinin toplam sayısı iki yüz elli bin’den fazladır! Halbuki sözlü iletişim dediğimiz konuşma dilinde ortalama kırk bin kelime bir milletin dilini oluşturur. Ses ve söz devre dışı kalsa bile fizik beden kendisini çok net bir şekilde ifade eder.
% 30’luk dilimle ikinci sırada yer alan sesli iletişim, çok kuvvetli, kuvvetli, yarı kuvvetli, zayıf, çok zayıf ve fısıltı olarak nitelendirilecek nüanslardan oluşur. Musiki, bu olayı sesin şiddeti olarak nitelendirir. Yumuşak veya sert vurgular, ağlama, hıçkırma, gülme, kahkaha atma, sesi titretme ve benzeri ses dalgalanmaları beden diliyle uyumlu bir bütünlük sergilediğinde iletişimden beklenen etkileşimin kesin sonuçlarını verir. Bu ikisinin dışında kalan sözlü iletişim (konuşma) % 10’luk etkisiyle adeta etkisiz elemandır. Kelimenin tam anlamıyla laf-ı güzaftır! Ancak diğer iki öğeyle uyumlu ve onlara paralel bir seyir izlerse iletişime küçük bir katkı sağlamış olur. “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözü boşa söylenmemiştir. Yumurtlamadığı halde gıdaklayan tavuklar vardır; onları tez elden keserler. Yargılarımız için beden dili en doğal test aracıdır. Çocukların söylediklerimizi değil de yaptıklarımızı yapması bunun açık bir göstergesidir. Rabbimiz “Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saff, 61/2) buyurarak eylemi sözün önüne geçirmiştir.
Namaz, İletişimde Beden Dilinin Kullanılmasıdır
İmandan sonra ilk sorgu namazdan. Sorgucular düşünsel aşamayı tamamlayıp eylemde odaklanacaklar. Namazın bedenle izhar edilen bir ibadet olduğunu hepimiz biliriz. Miraç olduğu için doğru kılınması emredilmiştir. Yakınlık kesbedilecek ki iletişim gerçekleşsin. Göz var, gözlük var, teleskop var, net görüntü elde etmek için uzay’a kurulmuş Hubble teleskopu var; bir de nihayetinde uzay-zamanı katlayarak en kısa yoldan mesafeleri minimize eden namaz var namaz!... Huzura çıkmadan önce kişi arınmış, durunmuş güzel kokular sürünmüş, uygun ve düzgün kıyafetlere bürünmüştür. Huzura toplu olarak çıkılması esas olduğundan, fizik bedenin teftiş, sayım ve sunum yeri olan cem mekânına girilmiştir. Komutla birlikte tüm bedenler eşzamanlı olarak saf tutar, hizaya girerler. Yaratılmış tüm mahlûkat içerisinde tek dik duran yüce varlık ilk önce bu faziletini sergiler; kıyam… Eller önden bağlıdır, baş öne eğiktir. Mahcubiyetin bir ifadesi olarak gözler zilletle öne düşmüş, ayak uçlarına bakmaktadır. Bu minval üzere yüce Yaradan’ın gönderdiği mesajlar okunur. Tüm latifeleriyle ve batınî departmanlarıyla insan orada, olay yerindedir. Huşû öyle had safhadadır ki herkesin başına bir kuş konmuştur ve herkes başındaki kuşu ürkütmemekten, uçurtmamaktan sorumludur. Rüku saygıyı, hürmeti anlatır. Eğilenin sırtına bir bardak su konsa dökülmemelidir. Kamburunu çıkartmak, kıvrılmak, bükülmek gibi lakayt tavırlar gönülsüz bir saygı sunumudur. Secde acziyettir, mahviyettir. Hedef küçültme, kulun tehditkar tutumunu sıfırlaması ve tam teslimiyettir. Kişi yerlere yeksan olmuştur. Secde yok olmanın bedensel gösterimidir. Yok olana taş değmez! Bu -Ev Ednâ- noktasında, kul demek ister ki “Ya Rab! Kimsenin karşısında eğilip bükülmedim. Sen ki tüm mahlûkatı bana secde ettirdin. Gerçi değerli/değersiz birçok kuluna tazim ve hürmet ettim ama kimseye secde etmedim. İşte aslımı bilerek huzurunda toprak oluyorum… “Bir vakit namaz bir ömre bedeldir.” demiş atalarımız. Öylesine değer vermişler namaza. Niçin böyle söylemişler bilir misiniz? Bir insan ömrü 80 yıl olarak kabul edilir. Muhbir-i Sadık (sav) şöyle buyurdu: “Bir vakit namazı özürsüz olarak kılmayan, 80 Ahiret Yılı cehennemde yanacaktır.” (Et-Terğib) Demek ki atalarımızın sözünde bir istinat noktası varmış. Yalnız şu var ki 80 Ahiret Yılını dünya yılına çevirmek gerekecek! Bir Ahiret Günü 80 dünya yılına tekabül ediyor… Kaçırılan namazlar 1, 5, 10 günlük veya ne bileyim 10 yıllık ise akibet nice olur! Bendeniz matematik özürlü olduğumdan bu hukbe hesaplarını yapmaya gücüm yetmedi.
İmam Rabbani (ks) “Nimetin tamam olması, bedenlerin yakın olması iledir.” buyurur. Şibli’ye, densizin biri “Kurb-u ebdân’ı anlayamadım!” demiş. O da “Evli misin?” diye sormuş. Adam “Hayır, nişanlıyım!” demiş. Şibli sözünü: “Hep nişanlı kalsan, hiç evlenmeye yanaşmasan nasıl olurdu?” diye noktalamış. “Amel imandan bir cüz değildir” kuralı aylaklara sınırsız bir özgürlük alanı oluşturmak için konmamıştır. İman, dil ile söyleyip kalple onaylamaktır. Her inanan eyleme geçmeyebilir; tamam! Ancak beden dilinin rol almadığı bir imandan kimse kurbiyet, yakınlık, iletişim ve etkileşim beklememelidir. Bacaklarını üst üste atarak “Ben de inanıyorum!” diyen fakat kılını bile kıpırdatmayan, beden dilini imanını teyit edecek tarzda hiç devreye sokmayan kişi rahmet deryasını nasıl coşturabilir? Allah (cc) ile nasıl etkileşebilir? La teşbih, Yüce Rabbi nasıl etkileyebilir? Haydi dille ikrarı anladık da bu nasıl bir kalp tasdikidir? Düşünce, fizik beden vasıtasıyla zahir olur. Beden, eylemlerin aletidir. Kötü düşünceler, düşünce aşamasında kaldığı sürece (beden harekete geçmedikçe) yok hükmündedir. “Hep iyi şeyler söyledim ama hep kötü şeyler yaptım!” diyenin yaptıklarına bakılır. Uygulama esastır. Dilden sadır olanlar diyalektik, demagoji, lafazanlık ve malayani mesabesindedir; itibar olunmaz. Zaten hesap gününde de doğru ifadeler ve itiraflar dilden değil bedenden alınır. Şöyle ki: “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.” (Yasin, 36/65)
Dikkat! Bedeniniz konuşuyor! Ya iyi konuşuyor ya da kötü! Bu sessiz, harfsiz, sözsüz konuşma; sahibini ya Veyl Deresi’ne düşürecek ya da Firdevs’e yükseltecek.