Yeni Bir Zaman Diliminde Türkiye

Büyüyen bir Türkiye; ekonomik, sosyal, siyasi performansı ve genç nüfusuyla tüm dünyada dost düşman herkesin dikkatini çekerek yoluna devam ediyor. Türkiye, Cumhuriyet tarihinde ağırlıklı dış politikasını jeostratejik öneminden alan ve süper güçlerin at oynattığı yeryüzünde, dünya güçler dengesinde kendi güvenliği açısından tabii bir biçimde bunu ön plana çıkartarak yol almasının yanısıra, sürekli iç problemleriyle boğuşarak devlet ve millet hayatiyetini sürdürdü. Devlet millet ilişkilerinde milletin devletine bakışı, geleneksel ve kadim bir anlayışın sınırlarını genellikle zorlamadı. Çünkü devlet her zaman “baba” idi ve “Ya devlet başa ya kuzgun leşe.” anlayışı hiç sarsıntıya uğramadı. Millet açısından bu teslimiyet, çoğu zaman da modern dünyanın “birey” algısının çok uzağında duran bir vatandaş yapılanmasını beslemeye devam etti. Nitekim sosyal hayat içinde devlet-millet ilişkisinde milletin incindiği zamanlarda dahi “Kol kırılır, yen içinde kalır.” demekten geri durmayan ve ekseriyeti teşkil eden bir vatandaş profili de toplum katmanlarında yadırganmayan bir anlayış olarak siyasi ve sosyal arenada yerini aldı. Bu durum bazen süper güçlerce maniple edilen ve küresel aktörlerin işine yarayan kasıtlı ve pasif bir davranış biçimi olarak değerlendirilirken, diğer yandan devlet ve millet olarak ayakta kalmanın mecburi bir siyasal yansıması olarak da değerlendirildi. Çünkü neredeyse 100 yıldır tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de taşlar yerine oturmamıştı ve her şeye rağmen hayat devam ediyordu. Çünkü yürürlükte olan parlamenter sistem, ne de olsa halkın önüne seçim sandıklarının konduğu ve kapalı oy açık tasnif yoluyla özgür seçimlerin yapılabildiği ülke görüntüsüne, hiç olmazsa bu kadarına gölge düşürmemişti. Oysa Orta Doğu’da pek çok ülke hâla bundan da mahrumdu. Fakat bir yandan da Türkiye ölçeğinde bir kısmı başarıyla sonuçlanan periyodik ihtilal denemeleri milletin sırtından hiç eksik olmadı… “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık!” misali, bir bakıma “Beterin beteri var, bunu bulamayanlar da var.” argümanlarıyla, “ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışılarak” insanlar normalde razı olmayacağı şeylere rıza göstermek durumunda bırakıldı. Ne yazık ki tüm bunlar yakın tarihimizin acı dolu sahneleriydi. Bugün gelinen noktada Türkiye yeni bir boğazda, tam bir geçiş dönemi yaşıyor. Bu geçiş döneminde gelişmeleri izleyerek ve tüm hassas dengeleri gözeterek, hamaset ve bireysel pragmatizmden uzakta, akl-ı selimin öngördüğü bir toplumsal konsensusa doğru gidilirken; tüm tarihi tecrübesi, hayata ve insana bakış biçiminin yansıdığı, olgun, duyarlı, birbirine saygılı bir toplum modelinin, başta İslam dünyası olmak üzere, dostları sevindirecek, düşmanları üzecek bir sonuçla sonuçlanması, kaos ve gerilimden uzakta, kardeşi kardeşe kırdırtmayan, huzur dolu bir Türkiye’nin oluşması, bu topraklar üzerinde yaşayan, ortalama aklı, zekası, ahlakı olan herkesin en büyük talebidir. Sağlam adımlar atılmak kaydıyla gerisi sadece teferruattır. Çünkü; bugün birbirinden ayırdedilmesi mümkün olmayan mensubiyet ve aidiyet halkalarını birbiriyle çatıştırmadan, bu halkaların tarihsel bağlam ve kültür içinde bu topraklar üzerinde yaşayan insanlara vurduğu manevi damga, ahlaki öz ve mayayı heba etmeden, yani ilmiyle ve ahlakıyla amil olarak, İslam kültürünün bu topraklarda en başat kültür olduğunu unutmadan ve bundan Allah’ın rızasını ümit ederek sonuçlandırılacak, sinerjistik bir biçimde karşılıklı anlayış ve sağduyuya dayalı çabaların tümüne bugün Türkiye gerçekten çok muhtaç ve tüm bunları başarmakla ancak kendi derdine ilaç olacak bir yerde durmaktadır. Aksini iddia etmek, ancak, yıllardır bu topraklarda tesis edilmeye çalışılan huzur ve başarı ekseninden rahatsız olanların ekmeğine yağ sürmek anlamına gelecektir. Değerler açısından steril bir dünyada yaşamadığımız herkesin malumudur. Asabiyetten uzakta, manevi kimlik ve kişilik peşinde koşan, ekonomik başarılara da imza atarak tüm İslam toplumlarına, kardeş dünyalara el uzatabilecek, birlikte ve başarmış olarak yoluna devam edecek bir Türkiye ancak, huzur ortamında kendi değerlerini evrensel ölçekte dünyaya tanıtabilecek ve değerlerini aktarabilecek bir Türkiye’dir.  

Son yüz yıl içinde küresel güçlerin insanlığın başına açtığı belalar ve kimlerin ve nasıl yeryüzüne hâkim olduğu herkesin bildiği gerçekler… Bu nedenle tüm bu sinsi tuzaklardan kurtulmanın ve maddi manevi başarılara imza atmanın vazgeçilmez şartı, Türkiye ölçeğinde huzur ve barış ortamının tesisi, insan faktörünün ihya ve yeniden inşasıdır. 

Peki bu nasıl başarılacaktır? Spot cümleler ve sloganik sözlerin sadre şifa olmayacağı gayet açık… Artık zaman, söz değil, çalışmak zamanıdır. Tüm menfi ve kasıtlı çabaları boşa çıkartacak sağlam bir duruş (ki herşeyden önemlidir), tüm dünyada yayılmakta olan İslam kültürünün en küçük halkalardan başlayarak ahlaki ve ameli boyutlarda somutlaşması, 21. yüzyıl insanının doğru dürüst tahlili ve insan olma noktasında zaaf-ihtiyaç, duygu-adalet, talep-olgunluk (kemal) çizgisinde problemlerinin belirlenmesi, insan unsurunun yetişmesinde hiçbir birey ihmal edilmeksizin ve her problemli insanın kar topu misali yeni problemlerin kaynağı olacağının muhasebesiyle, bir merhamet zemininde tüm maddi ve manevi imkânlar seferber edilerek, ana ve tali problemlerin çözümünde insan haysiyetine, onuruna uygun ve eksiksiz, sağlam çözümler üretilerek, hakikaten doğru anlatılan ve yaşanan bir İslam ahlakıyla yetiştirilmiş bir birey ahlakının toplum ahlakını müspet etkilediği bir yapı oluşturulmadıkça, kötülükte yarışarak “timsah gözyaşlarıyla” birbirini bitiren bir yapının önüne geçmek mümkün görünmemektedir.

Çünkü; her geçen gün artan ve her tip aileyi vuran uyuşturucu kullanımı, sayıları sürekli artarak devam eden psikiyatrik hastalıklar ve depresyonda insanların varlığı, her türlü cinsel sapmalar, gençlerdeki geleceğe ümitsiz bakış, bitmek bilmeyen aile kavgaları ve boşanmalar, kıtalar halinde yayılan açlık, gelir dağılımındaki büyük dengesizlikler, silahlanma çılgınlığı, insanların narsizme duçar olmuş kişilik ve kimlik sorunları, etnik kavgalar ne yazık ki, yeryüzünde vuku bulan global kaosun belli başlı göstergeleridir. Türkiye ölçeğinde de bu sorunlar vardır fakat insanlar, ilmiklerden oluşan bir halıda, toplumun manevi sigortası olan görünmeyen ilmiklerle ancak ayakta kalabilmeyi başaran ve her an patlamaya hazır bir dinamit gibi günlük hayatlarına devam etmektedirler.

Her ne kadar cemiyeti kuşatan ve insanları ayakta tutan en büyük kurum “din” ise de, toplumu gözlemleyen sosyologlar bunun ancak “içi boşalmış bir dindarlık” seviyesinde kaldığını itiraf etmektedirler. Psikiyatristlere göre ise bu ortamın tanımı bir “afet masasıdır.” Dünya tarihinde her halde insan, yaşadığı ve nefes alabildiği halde bu denli büyük bir ruhi krizle karşı karşıya kalmamıştır. Zevklerin önünün bu denli açıldığı, insanın her tür zevki tatmak için birbiriyle yarışa girdiği, imkânların ve imkânsızlıkların bir arada yaşandığı bir dünyada insanların anlam dünyalarını müspet manada pekiştirecek yorum, yaklaşım ve duruşlara ihtiyaç duyulduğu gayet açık bir şekilde görülmektedir. Bu nedenle, yetişen insan unsurunun tüm basamaklarıyla gözden geçirilerek sanata, siyasete, ekonomiye, topluma farklı açılardan da bakabilen bir anlayışla yeniden gözden geçirilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Aksi halde “kötülük”, bir fenomen halinde her yeri kasıp kavurmaktadır ve “olgu” olmaktan çıkıp “vaka” haline gelmiştir. Artık baba evladından, anne de çocuğundan emin değildir. Hatta kardeşin kardeşe yaptığını adeta kimse yapmamaktadır. İnsanlık tarihiyle kıyaslandığında bu denli kötülüğün birarada ve yaygın işlendiği başka bir zaman dilimi yoktur. Bugün insan, kendi metafizik maverasından çok çok uzaklarda bir yerlerde elinde komik bir ateşle kendini aramaktadır. Bu arayışın kalitesi kısır, geleceği belirsizdir. Tarihinden kopuk, bulunduğu ânı yaşayamayacak kadar huzursuz ve yerinde duramayan, ne aradığını bilmeyen, neyi araması gerektiğini de bilmeyen, geleceğe büyük bir tereddütle bakan insanoğlunun kendi anlam dünyasıyla hakiki bağlar kurmadığı sürece aradığını bulamayacağı aşikar görünmektedir. Ta ki bir şefkat eli ona uzanana kadar…

Önemli bir tespittir ki, “Medeniyet Ülkesini Arıyor” bahsinde Mehmed Niyazi kısaca şunları söylemektedir: “İnsanlar duygularıyla geçmişe bağlıdırlar, ama idrakleriyle geleceğe dönüktürler. Geçmişe bağlı olmak, dozajını kaçırmamak kaydıyla faydalı, hatta zaruridir. Kültür birikiminde de en büyük etkendir. Sanat, fikir, gelenek… İnsanî faaliyetlerin hepsi ve insanı yoğuran bütün unsurlar, bu birikimin ürünüdür. Fakat bunu aşırılığa götürmek, insanı geleceğe karşı körleştirir. Aslında bütün uygarlıklar bir sentezdir. Biz de günümüzde ileri ülkelerden etkileneceğiz ama mâzimize sırtımızı dönersek, bize şahsiyet bahşeden metafizikten arınırsak, alacağımız herşeyin dejenere olması mukadderdir. Ancak hayatımızda yaşatacağımız mâzî ve metafizikle sosyal bünyemiz canlılığını korur, dıştan aldıklarımız da yerli yerine oturur. Geçmişte olduğu gibi Orta Doğu’da, kendisiyle barışık, vicdanıyla uyumlu insan ortaya çıkabilirse, güvene, hoş görüye ve hürriyete dayalı âdil bir düzen kurulabilirse, hem Müslümanların arasından büyük şahsiyetler çıkar, hem de tarihte engizisyondan kaçanların, despotların, kılıç artıklarının buluşma yeri olan İslam ülkeleri, tekrar hürriyet ve adalet arayan büyük ruhlara kucak açar. Çağımızın tedirgin insanına huzur verecek medeniyet de bu bölgede göğerir.”   

Evet, aksi halde 1950’lerin Amerikasının “ben nesli” benzeri bir nesille; hangi yapı ve sistemle olursa olsun, geleceğe ilişkin kaygıları aşmak ve hayatı doğru temellendirmek hiç ama hiç mümkün görünmemektedir… 

Güneşin doğduğu zaman dilimi, aynı zamanda karanlığın bitme noktasıdır. Tüm güzel ahlakların yeşereceği bir ülke, dünya ve gelecek dileğiyle…