Peygamber Efendimiz’in, Kur’an-ı Kerim’den sonra bizlere bıraktığı en büyük miras, hayat yollarında ilerlerken, bir deniz feneri gibi önümüzü aydınlatan örnek yaşayışıdır. Bu yaşayış sadece biz Müslümanlar için değil, yeryüzünün tüm insanları için serâpa göz kamaştırıcı tablolarla bezelidir.
O’nun hayatı, hayatımıza-bütün bir insanlığın hayatına-yön gösteren birer işaret levhası, zor ve bir o kadar önemli bir imtihan sırasında avuçlarımıza tutuşturulmuş kurtarıcı bir cevap anahtarıdır.
Bugün, O’nunla aramıza sıradağlar gibi dizilmiş asırlar; evimizin en mahrem odalarından sokak ortalarına, dost meclislerinden çarşı pazar meydanlarına kadar yaşadığımız her yerde hayatımıza yön vermesine mâni değildir.
Bizler, bin sene öncesinin insanlarına kıyasla, O sevgili Peygamber’in yaşayışını, sözlerini, sünnetlerini çok daha rahat yollardan öğrenebilme imkânlarına sahibiz. Selef-i salihînden bir kısım zâtların emin bir kaynaktan ders alabilmek adına, aylarca yolculuğu göze aldığı bir hadis, bir hatıra... Bizim kütüphanelerimizin raflarında durmaktadır...
Bu vaziyet, her şeyin birbirine girdiği, iyi ile kötünün aynı tezgâhta satıldığı; O’nun rehberliğine, O’nun yol göstermesine, O’nun hayatlarımıza yön vermesine her devirden çok ihtiyaç duyulan bu ahirzaman asrında, şükretmemiz lazım gelen büyük bir nimettir...
Adını hürmetle, sevgiyle ve hasretle andığımız Hz. Muhammed Mustafa (sav)’in hayat hikâyesi, Müslümanlar için tarih şeridine takılıp kalmış, kurûn-u sâlifenin asırlarından bir asır olarak gelip geçmiş bir zaman dilimi değildir.
Bu belki bir müsteşrikin nazarında böyledir... Fakat ona ümmet olma payesi ile şeref bulmuş bir mümin için, Fahrî Kâinat Efendimiz’in mübarek yaşayışı, veladetinden vefatına kadar geçen ömrü, hali, şemaili, ahlâkı, delâili, mucizeleri ve nesebi (2) yani siyer ve megazisi her şeyden evvel, bir iman ve İslam dersidir.
İmam Zeynelabidin, “Biz Resulullah’ın megazisini (siyerini), bir Kur’an sûresini öğretir gibi öğretirdik.” buyururken; aşere-i mübeşşereden Sa’d b. Ebi Vakkas’ın oğlu Muhammed, çocuklarına siyer/megazî dersi verir ve şöyle öğütte bulunurdu: “Dünya ve ahiretin hayrı, megazî ilmindedir.” (3)
Sizlere siyer ilminin ehemmiyetini anlatmak ve mühim meselelerini açmak gibi boyumu aşan bir işe girişecek değilim. Buraya kadarki sözlerim, naif bir girizgah olarak kabul edilsin.
Asıl maksadım, çocuklar için siyer konulu kitaplar yayınlayan bir editör ve yazar olarak, kendi şahsî tecrübelerimden edindiğim ve üzerinde ehemmiyetle durmaya gayret ettiğim bir noktayı sizlere aktarmaktır. Umulur ki Cenab-ı Hakk, neticesini hayır olarak murad etmiş olsun...
Üç Küllî Muarrif
Biz müminler olarak Rabbimizi üç büyük muarriften yani tarif ediciden öğrenir ve tanırız. Bunlardan birincisi, içinde yaşadığımız şu kâinattır ki yerlerde ve göklerde yaratılmış sayısız kevnî ayeti ile bize Rabbimizin esma ve sıfatlarını gösterir ve tanıttırır. Konumuz ile doğrudan alâkası olmadığı halde ehemmiyetine binaen bir madde olarak yazıp geçemeyeceğim bu büyük muarrifin yani kâinat kitabının, maalesef İslam ümmeti tarafından gereği kadar mütaala edilmediğini, ihmal edildiğini düşünüyorum. Oysa Cenab-ı Hakk, Kur’an’da pek çok ayeti ile bu büyük kitaba dikkatimizi çekmekte, “Bakmaz mısınız!” “Görmez misiniz?” “Düşünmez misiniz?” ihtarları ile, bizleri kâinatı okumaya çağırmaktadır. Resulullah Efendimiz’in muhteşem yaşayışı ise asla kâinattan kopuk bir yaşayış değildir.
İkra! ayeti, onun hayatında, kâinatı Allah hesabına kıraat etmek şeklinde tefsirini bulmuş olup, ömr-ü nebevî, yıldızlardan yağmur tanelerine kadar uzanan geniş bir yelpazede bu kıraatın misalleriyle doludur... Kâinat adeta zerre zerre, yıldız yıldız onun tesbih taneleri hükmüne geçerek “ol!” emredildiği günden beri en ihtişamlı en kâmil manada “tüsebbihu” sırrını ona açmış, o da ümmetine böyle ders vermiştir...
Bunlar teferruat değil tevhid dini İslam’ın özü, esası ve rükünleridir. İslam ümmeti, kâinatı tefekkür mesleğinden elini gevşetti şeklindeki sözlerimden maksadım, bilimsel buluşların ve araştırmaların uzun bir zamandır Müslümanların ellerinden çıkmıyor olması gibi acı bir gerçeğe vurgu yapmak için değil. O başka bir mesele. Maksadım, bir insan, mümin bir insan olarak Müslümanların kâinat ile aralarındaki bağın tefekkür boyutunda ciddi anlamda zayıflamış olmasıdır....
Dikkat buyurunuz, eminim bana hak vereceksiniz: Müslümanların çocuklarını, Kur’an ile Resulullah ile yakın tutma gayretleri hamd edilecek bir noktada iken, aynı gayreti kâinat kitabı konusunda neredeyse hiç göstermemeleri büyük bir eksikliktir.
Esma-i İlahiye’nin tâlimi, kâinat sayfalarında yazılı yaratılış mucizelerini okumaktan geçer. Ancak çocuklarımız yeryüzü ayetlerinin çok uzağına düştü. Hepimiz bunun endişesini yaşamak durumundayız.
Çocukları camilere götürmek, hatta hatta umreye götürmek onların manevi dünyalarını mamur etmekte ne kadar önemliyse; tabiata götürmek, bir ormana, bir kiraz bahçesine, bir çiftliğe götürmek de o derece önemli bir hâl aldı. Onlara, bir Kur’an ayetini ders verir gibi, bir hadisi öğretir, namazı abdesti talim ettirir gibi... Çiçeği böceği, arıyı, ağacı, kuşu, yağmuru bulutu, yıldızları... Tesadüfün, tabiatın, bir takım köhne teorilerin hesabına değil Allah hesabına anlatmalıyız... Ana babalar, eğitimciler ve çocuklar için yayın neşreden hamiyet sahibi yayıncılar olarak, bu hepimizin boynunun borcudur.
Çocukların kalplerinde imanı muhkem kılmanın yolu, Kur’an kurslarından, sohbet halkalarından, kitap sayfalarından geçtiği kadar bağ ve bahçelerden de geçiyor. İmanın muhkem kılınmadığı kalplerde, Kur’an sevdası ve Resulullah sevgisini ne derece yer bulup yerleştirebiliriz düşünmek lazım...
Okul müfredatına siyer ve Kur’an derslerinin bir şekilde dahil olması son derece sevindirici bir gelişme... Ancak kimsenin iman-ı billah’a dair, tevhid’e dair, Esma-i İlahiye’nin tanınması ve talim edilmesine dair bir plan ve endişe içinde olduğunu görmüyorum.
Rabbimizi bize tarif eden ikinci küllî muarrif, bu ‘üç küllî muarrif ’ dersini aldığım Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin ifadesiyle “Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlûkata karşı Allah’ın hücceti olan Kur’an’dır.”(4)
Ve üçüncü küllî muarrif ise, Hazreti Muhammed Aleyhisselatü Vesselam’dır.
İşte bu noktada durup Nebî Efendimiz’in muhteşem hayatına baktığımızda, baştan sona tevhidî bir iman dersi ile karşı karşıya kalırız.
Şimdi kendimize sormamız gereken soru şudur: Çocuklar için kaleme aldığımız siyer konulu kitaplarda bu tevhidî iman dersini ne derece verebiliyoruz?
Bana göre çocuklar için siyer anlatımının en birinci neticesi, onların kalplerinde imanın muhkem kılınması olmalıdır. Ancak bundan sonra hakiki ve sarsılmaz bir imanın en büyük delili olarak peygamber sevgisini o kalplere yerleştirmekten söz edebiliriz...
Belki bir miktar ağır olacak ama ben eski zamanın kasidehanları gibi, siyer konularını kopyala yapıştır hikâye edip durmamızın uzun vadede çocuklara umduğumuz menfaati umduğumuz miktarda sağlamayacağından endişe etmekteyim. Her şeyin içinin boşaltıldığı, manasının seyreltildiği ve pazara o şekilde çoğaltıla çoğaltıla sunulduğu bir zamanda yaşıyoruz. Üzülerek bu ifadeyi kullanıyorum: Bu pazara “mal” üreten bir editör ve yazar olarak, yapmakta olduğumuz işin bir “tebliğ”, bir “İ’lâ-yı kelimetullah”, bir “emr-i bil maruf nehyi anil münker” hizmeti olduğunu her daim aklımızda tutabiliyor muyuz acaba!? Bütün iyi niyetime rağmen, şu soruyu kendime sormadan edemiyorum:
Siyer konulu kitapların sayısı artığı halde, neden Türkiye’de çocuklar için tevhidî bir nazar ile kaleme alınmış popüler bilim kitaplarının sayısı artmıyor? Ülkemizde bu tür kitapların %90’ı tercüme ve bu tercüme kitapların neredeyse tamamı, Evrimci, tabiatçı, materyalist bilim adamları tarafından yazılmış... Bu sıkıntının yegane çaresi, kâinatı, zerresinden yıldızına kadar Allah’ın mülkü bilen müminler tarafından çalışılmış, yeni popüler bilim ve tefekkür kitaplarının yayınlanmasıdır...
Hasılı, Resulullah Efendimiz’i çocuklara anlatmak konusunda gösterdiğimiz sevindirici gayreti, o Muallim-i Ekmel’in, en başta Allah’a şeriksiz iman olmak üzere insanlığa ders verip anlattıklarını da anlatmak konusunda göstermemiz gerekiyor...
Elbette çocuklara yönelik siyer kitaplarının olağanüstü çeşitlilikte artmış olmasına sevinememek, İslam hamiyetinden hiç nasibi olmayan birine yaraşır...
Anne babalar, eğitimciler, uzun ve kederli bir zamandır çocuklarımızla Sevgili Peygamberimiz arasına giren kişi veya kurum gibi engelleri büyük oranda aşmışlardır. Muhammed Ümmetinin bu intibahının beraberinde getireceği ihtiyaçları biz yazar ve yayıncılar olarak karşılamak durumundayız. Fakat bu durumun sui istimale çok açık olduğu da ortadadır. Yine bütün iyi niyetime rağmen, bir yayıncı olarak aynaya baktığımda şu tabloyu görmeden edemiyorum:
Kabaca bir tasnifle siyer konulu çocuk kitaplarının büyük çoğunluğu 8-12 yaş grubuna hitap etmektedir. 12-18 yaş aralığı yani ilk gençlik çağlarına dair aynı oranda eser üretilmemektedir. Burada ben, bir kolaya kaçma eğilimi hissetmekteyim.
8-12 yaş grubu çocuklar, kendi kitaplarını genellikle kendileri almazlar. Onlara anne babaları kitap alır yahut öğretmenleri tavsiye eder... 8-12, ileriki yaşlara oranla, yönlendirilmeye de açıktır.
Az önce değindiğim olumlu gelişmelerden dolayı, bu yaş grubu, siyer konulu çocuk kitapları pazarının çok büyük bir oranını oluşturmaktadır. 12-18 yaş ise, kendi kitabını raftan kendi seçer. Ve kavak yellerinin kasırgalara karıştığı bu yaş grubuna kitap beğendirip aldırmak, hele hele de dinî kitap aldırmak öyle kolay bir iş değildir...
Acaba yayıncılar olarak 12-18 yaş grubunun siyer konulu kitaplara o kadar da ihtiyacı olmadığını mı düşünmekteyiz!? Yoksa pazar endişesi, hamiyetimizin çapını sınırlıyor mu!? Bu da düşünmemiz gereken bir konudur...
Netice-i Kelam, siyer konularının işlenmesi sırasında iman-ı billah’a dair vurgu yapılmasına imkân sağlayan hiçbir mesele gözden kaçırılmamalı ve Resulullah Efendimiz’in baştan sona bir iman ve tevhid dersi olan yaşayışı, bu açıdan gözler önüne serilmelidir... Bu elbette hepimize kolay gelen “kopyala yapıştır, azıcık da değiştir” usulüne kıyasla çok daha fazla mesai isteyen bir iştir. Fakat, çocuklara siyer anlatmanın ulvî maksadına yakışan bir tutumdur.
Yazar ve yayıncılar olarak yapmamız gereken çocuklara, nakleden kitaplar değil, öğreten ve sevdiren kitaplar ortaya koymaktır...
Siyer konularını, Saadet Asrı’na ait hazineler kıymetindeki hatıraları, çocuklara anlatırken çocukça bir dil ile nakletmekten birkaç adım daha öteye geçip esaslı bir iman dersini vermeye gayret etmeliyiz. Ancak bu şekilde çocuklarımıza siyerin dünya ve ahiret hayatımıza ait meyvelerini çok daha verimli bir şekilde tattırabiliriz...
Üslupsuzluk ve Kötü Dil
Malumunuz olduğu üzere, siyer konularında yazılan eserlerin çocuklar için olsun büyükler için olsun büyük oranda birbirlerine benzemeleri kaçınılmaz bir neticedir. Ancak bu durum, yazar olarak bizlerin üslup mevzuunda gereği kadar titizlik göstermiyor olduğumuz gerçeğinin bahanesi edilmemelidir.
Bugün yayıncılar olarak, pek çok zorluğu geride bıraktık. Eskiye oranla çok daha iyi ressamlarımız var... Bilgisi hoca seviyesinde akademisyen editörlerimiz saha içinde vazife görmektedir. Matbaalar şöyledir, böyledir... Bizim şu an için en büyük sıkıntımız, üslup meselesini dert etmeyen yazarlardır. Özellikle siyer kitaplarında, sanki üslup gibi bir derdimiz hiç yokmuş gibi davranmaktayız.
Anlattığımız konu aynı ama anlatış şeklimiz de aynı! Aynı kelimeler, aynı cümleler hatta aynı hatalar... Bir araştırma yapmış değilim fakat muhtelif kitaplardan muhtelif metinler alalım, yazarlarını gizleyelim ve o metinlerin kime ait olduğunu tahmin etmeye çalışalım... Tahminimce pek azı için “Bu şunun metnidir, bu da falanca kitaptan alınmıştır diyebiliriz...” Neden? Çünkü yazarlarımız üslup konusuna gereği kadar emek vermemektedirler. Kullandığımız dil, büyük oranda kötü bir dildir. Kötü dilden maksadım, Türkçe’nin dilbilgisi kaidelerine uygun olmayan cümleler, yanlış imla değil. Kötü dil yani yavan, kendine has bir renkten ve ahenkten uzak bir anlatım...
Türkçe’nin bütün dilbilgisi kurallarına elifi elifine uyan bir metin yazdığınızda, bu metnin iyi bir metin olduğu zannedilmesin. Üslup bu değildir! Hatta hatta dilbilgisi sınırlarını zorlamak ve aşmaktır. Burada deneysel edebiyat zırvalıkları yapalım demek istemiyorum, anlatımımızı zenginleştirelim, bizim bir sesimiz olsun demek istiyorum. Nasıl ki editör olarak ressamların tarzları konusunda bol bol atıp tutuyoruz. Falancayı beğeniyor filancayı ise görmeye bile tahammül edemiyoruz... Aynı hassasiyeti anlatım tarzlarımız konusunda da göstermeliyiz. Ama göstermiyoruz; gösterseydik, siyer kitapları böyle fotokopiyle çoğaltılmış gibi önümüze yığılmış olmazdı. Maalesef aralarındaki farkları çoğu kez, illustratörlerin gayretleri, grafikerlerin cambazlıkları, kullanılan kâğıt, cilt ve fiyat belirliyor... Oysa dil ve üslup belirlemeliydi...
Peki bu olumsuz durum, çocuklar için siyer anlatımında nasıl bir netice veriyor?
Eğer bir çocuk kitabı Nebî Efendimiz’in hayatı gibi olağanüstü bir konuyu işlediği halde ortalama bir çocuk okura “sıkıcı” gelmekteyse bunun en büyük müsebbibi işte bu kötü dil ve yavan anlatımdır...
Ben şahsen siyeri konu edinen bir metinde son derece net bir gerçekçilikten yanayım. Çünkü gerçeğin yeteri kadar heyecanlı, yeteri kadar mucizevî olduğunu görüyorum. Kullandığımız üslup bunu yansıtamıyorsa sorun üslûptadır...
Üslûp çalışmalıyız! Pek farklı üsluplar göremiyorum. Çocuklara yazmak, çocukça yazmak, sade bir dil yavan bir anlatım gibi algılanmamalı. Bir büyük adam gibi bir çocuk da pekala renkli ahenkli ve kendine ait sesi, şarkısı olan metni okumaktan zevk alır... Onları kötü, hadi renksiz diyeyim bir dil ile kaleme alınmış kitaplara mahkûm edersek; gidip, beş yüz-altı yüz sayfalık resimsiz tuğla gibi Harry Potter kitaplarını ellerinden bırakmadan okurlar, biz de oturduğumuz yerden “Ama onlar çok zararlı!!” der dururuz... Sonra da masalarımızın başına gider, seneler önce televizyonlarda dönüp duran o KDV fişi reklamındaki bakkala giden ve “Bakkal amca! Bakkal amca! Bir kalem bir defter bir de çikolata alacağım.” diyen çocuk gibi gerçekte hiçbir karşılığı olmayan berbat yapay bir dille konuşan kahramanların boy gösterdiği kitaplarımızı, kimbilir ne sevaplar ne maddi manevi bereketler umarak büyük şevk ve aşk ile yazmaya koyuluruz... Kitaplarımızda çocuklar da aynı dil ile konuşur, dedeler de aynı dil ile konuşur... Bu, eleştirip durduğumuz kötü dizi filmlerde, annesinin yüzüne de düşmanının yüzüne de aynı ifade ile bakan güdük aktörlerin düştüğü trajikomik duruma ne kadar benziyor farkında mısınız?
Peygamber Efendimiz’in hayatını çocuklara anlatmak gibi ulvî bir gayeyi içimizde taşıyorsak, edebiyatı, bütün kaide ve imkânlarıyla, bu gayeye alet etmeliyiz... Ben inanıyorum ki o mucizevî gerçekliğe yakışan bir dili yakalayabilirsek, siyer gibi muhteşem bir konudan, çocuklar tarafından bir solukta okunacak ama tesiri bir ömür boyunca sürecek harika kitaplar çıkarabiliriz...
Kaynak
1- Mecmuatü’l-Ahzab
2- Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yayınları, s. 40
3- Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yayınları, s. 71
4- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, Reşhalar, Envar Neşriyat, s. 21