Bir sohbet ortamında ateizmin yeryüzünde sayıca iyice azaldığından ve yayılma hızının çok düştüğünden bahis açıldı. Zira bilimdeki her bir ilerleme pozitif ve materyalist anlayışa büyük darbeler vurmaktaydı.
Sohbetteki kişilerden inanç noktasında gayet zayıf bir kişi: “Evet, ateizm azaldı, akıllı her insan bu evrenin düzenine bakarak bir yaratıcı olması gerektiğine inanıyor, buna kendisini mecbur hissediyor ama dine inanmak konusunda ciddi sorunlar var, insanlar dine inanmıyorlar.” dedi. Dolayısıyla deist oluyorlar, özellikle Batı’da çok yayıldı diye devam etti. Sonra da deist olmalarını haklı buldu, çünkü dine inanmaya dair delillerin, tanrının varlığı ile ilgili deliller kadar ikna edici ve güçlü olmadığını dile getirdi. Bunun üzerine bu konuda bir şeyler yazmak ihtiyaç oldu. Gerçi okurlarımız tarafından çok sevilen ve özellikle felsefe ve kelam yazıları ilgiyle takip edilen yazarlarımızdan Dr. Mehmet Öztürk, Gönül Dergisi’nde “Deizm Yanılgısı ve Ahiretin Varlık Delilleri” isimli makalesi ile deizme çok güçlü cevaplar vermişti. Aydınlanmak isteyenler bu yazıyı okurlarsa çok istifade edeceklerdir. Gönül Dergisi’nin internet sitesinden bu yazıya ulaşabilirler. Dr. Mehmet Öztürk’ün felsefi ve bilimsel yaklaşımlarıyla adeta deizmi bitirip ahiretin varlığını ispat eden bu makalesinde yazılanlara değinmeden, farklı açıdan bir katkı yapmayı düşünüyorum inşaAllah.
Tanrının, yani bir yaratıcının varlığı ile ilgili deliller evrende o kadar güçlü ki bu delillerden kaçmak aklen mümkün olmadığı için, bugün ateistlerin inkârlarının altında bilimsel değil, psikolojik gerekçeler olduğu kabul ediliyor. Müslüman, Hristiyan, Yahudi kelam âlimlerinin veya teoloji ile iştigal eden bilim insanlarının tamamı, tanrının varlığı hakkında çok güçlü deliller ortaya koyuyorlar. Evrendeki gaye ve nizama işaret eden bu deliller “Gaye ve Nizam delili” yeni versiyonu ile “Bilinçli Tasarım” olarak da ifade ediliyor ki bu konuda ortaya konan deliller, gerçekten aklı ve vicdanı olan herkesi tanrının varlığı ve birliği noktasında ikna etmeye yeterlidir.
Konu dine gelince sorunlar başlıyor. Zira mevzu bir nevi objektif delillerin alanından çıkıyor, tamamen dini kullanmak için ilahi metinleri çarpıtanların, değiştirenlerin, köklü dinsel gelenek ve tabuların veya şahsi mülahazaların, işin içine girdiği kaotik bir alana dönüyor. Dolayısıyla karşımıza sayısız dini inanışlar, mezhepsel yorumlar hatta çok farklı ahlaki değerler ve doğruluk anlayışları çıkıyor. Bu nedenledir ki neredeyse yeryüzünde mevcut topluluklar sayısınca dini inanç çeşitleri var. İnsanların geneli majik bir zihniyet yapısına sahip olduğu için de maalesef bu inançların doğruluğunu, akıl mantık süzgecinden geçirmeden, bilimsel bilgilerle analiz edip, değerlendirmeden dinlerine inanıp yaşıyorlar, dinlerinden de memnun görünüyorlar. Madem tanrıya inanıyoruz, buradan yola çıkarak, deizme cevap vermek istiyorum; çünkü deistler en azından bir yaratıcı var diyorlar. Ama onların da sorunu kendilerini yaratıcının yerine koyup da şöyle bir düşünmek zahmetine girmemeleri sanki. Zira bu mantıkla yaklaşsalar kendilerine hak olan dinin kapılarının açıldığını göreceklerdir eminim. O zaman biz onların yerine biraz düşünelim diyorum.
Bu dünya hayatında insanlar için geçerli, çok önemli bir kural vardır ki matematik, fizik, kimya kuralları gibidir. Bunu kendimizden de biliriz ki bütün insanlar yapacakları her işe, icat ve keşfe kendilerine şu iki soruyu sorarak başlarlar:
“Niçin yapayım? Bu icattan amacın ne, kârım, kazancım ne olacak?”
İkinci soru: “Bu işi, icadı, buluşu nasıl yapayım, bunun için nasıl bir yol, yöntem izleyebilirim; bilimin verilerinden, insanlığın ortak bilgi ve teknoloji birikimlerinden nasıl faydalanabilirim?..”
Bu iki sorunun her zaman birincisi yani, “Amacım, gayem nedir, niçin yapayım?” sorusu her işe başlarken “Bismillah demek” gibi bir başlangıç sorusudur. Bu sorulmadan asla ikinci aşamaya geçilmez.
Mesela Edison’un elektrik ampulünü icadını ele alalım. Ama önce empati yapıp birkaç dakikalığına Edison olalım. Hayalimizde böyle bir aydınlatıcı var. Bunu nasıl yapabilirim, diye gece gündüz düşünüyor, durmadan deneyler araştırmalar yapıyoruz. Peki, bu kadar meşakkatli ve yoğun bir çabaya girerken bu aracı, gereci, aleti icat ederken, bunu niçin icat edeyim diye kendimize hiç sormaz mıyız? Mesela, Edison “Niçin icad edeyim?” diye kendisine bu soruyu sormamış mıdır? Vicdanen diyeceksiniz ki elbette sormuştur. Muhtemelen kendi kendine demiştir ki, “İnsanlığı şu titrek ışık veren, kötü kokular yayan, ışığı sürekli olmayan, ayrıca az ışık veren, gaz lambası, mum, meşale gibi aydınlatıcılardan kurtarayım; çok daha kolay ve daha güçlü ışık veren bir şey yapayım…” Ayrıca, “Bu icattan ekonomik yönden çok gelir elde edebilirim.” diye düşünmüş de olabilir. “Şöhret sahibi olurum, adımı tarihe altın harflerle yazdırırım.” demiş de olabilir. Daha insancıl bir şekilde “İnsanlığa bir iyiliğim olsun” da demiş olabilir.
Neticede bu ve benzeri gaye ve amaçlar onu araştırmaya itmiş ve müthiş bir buluş olan ampul insanlığın hizmetine sunulmuştur. Bu gayet insani bir kuraldır ki, otomobillerin, uçakların, cep telefonlarının, bilgisayarların; mutfakta, inşaatta, tekstilde, teknolojide her alanda kullanılan alet ve edevatların veya üretilen ürünlerin önce bir “niçin”i vardır. Dolayısıyla fizik kuralı gibi geçerli bir kuraldır .“Bu işi niçin yapayım, bana nasıl bir fayda sağlayacak veya insanlığın neyine faydalı olacak?”
Neticede, bu sorular sorulmadan ve buna geçerli cevaplar verilmeden “Nasıl yapayım?” sorusu gündeme gelmez.
Şimdi bu dünya hayatında evimizde, çevremizde gördüğümüz her icat, her yenilik “niçin, nasıl?” soruları silsilesini takip ederek hayata geçerken, yani tanrının yarattığı akıllı, zeki insanlar bu sırayı atlamazken, yüce tanrı bu sırayı atlar mı sizce, yarattığı şeyin amacını hiç düşünmez mi gerçekten?
Bu âlemi nasıl yaparım, diye sadece merakından mı yaptı?
Bir kişi bunu kendine yakıştırabilir mi ki, bu koca evreni ve içindekileri böyle muhteşem bir ilim ve sanatla ve büyük bir ahenk içerisinde yaratan, sonsuz büyüklükteki tanrıya, hiçbir amaç ve gaye gütmeden argo tabirle bu evreni “spor olsun” diye yaratmış diyoruz. Gerçekten bu gailesiz yaklaşımın elbette akılla, vicdanla hiçbir alakası olamaz.
Bu konuya baştan deist olarak, yani bir yaratıcıya inanarak giriş yaptık, onu hatırlatmak isterim. Zira önceliğimiz, psikolojik sıkıntıları nedeniyle ateist takılan zevatı iman ettirmek değil, kafası karışık agnostik takılan deistlere cevap vermekti.
İşte bu mantıksal kurgu bizi eğer tanrıya inanmış isek kesinlikle bu tanrının yarattığı varlıkları öyle amaçsızca yaratmayacağı ve serserice başıboş bırakmayacağı mantıksal gerçeğine götürüyor. Bu gerçeği, bütün insanlığın yukarıda gayet açık izah ettiğimiz gibi bir işi yaparken ortak düşünce yapısından ve bilinçli bir işin başlangıcında amacının sorgulamasından çıkardık açıkçası.
“Evet, doğru söylüyorsunuz, tanrının da biz kullar gibi, bu koca evreni yaratırken önce ‘Niçin yaratayım?’ sorusu olmuş ve bunu kendine sormuştur.” diyorsanız, şimdi de “Anlaşıldı, yüce tanrı bu âlemi belli ki bir amaç için yaratmış, peki kendine sorduğu bu sorunun cevabını nerede bulabiliriz?” dememiz gerekir...
Evet, bu sorunun müphem cevapları evrenin yaratılışında içkin olsa da açık net cevapları kutsal metinlerde gizlidir. Yani semavi dinlerin, tahrif edilmemiş ayetlerinde. Başka yerlerde bunun cevabını bulmak mümkün değildir. Dolayısı ile tahrife uğramadan korunarak bugüne gelen Kur’ân-ı Kerîm bu cevapların en net verildiği kutsal kitaptır, yani evreni yaratan yüce Allah’ın (c.c.) kendi beyanıdır. 1400 yıldır her türlü düşmanların tahrif ve yok etme çalışmalarından korunmuş, tek harfi bile değişmeden bugüne gelmiştir ve gerçekten ön yargılarından kurtularak bakabilenler için mucize bir kitaptır. Merak edenlere bu kitap, şöyle cevaplar vermektedir:
“Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 51/56)
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk 67/2)
“Biz yeri, göğü ve arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (Enbiya 21/16)
“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115)
Bu minval üzere çok ayet bulabiliriz ama sonuçta şunu anlıyoruz ki, biz imtihan için, kulluk için yaratılmışız. Kulluk tabirinin içerisi ise tefsir âlimlerine göre, namaz oruç, hac vs. gibi ibadetlerin dışında çok daha büyük manalar içermektedir, öyle ki: Allah’ı bilmek, onu tanımak, marifet sahibi olmak, ona dost olmak vs. gibi... Kıymet bilir takdir edersek tabii ki…
İşte böyle aslında çok yüce amaçlar, gayeler için yaratılmışız, o zaman kendimize evrimci mantıkla hayvan muamelesi yapmanın hiçbir anlamı yok değil mi?
Evet, bu meseleyi daha iyi anlayabilmek için ayrıca insanın diğer varlıklardan farkını iyi tespit etmek gerekir. Mesela, Allah, insanı bu kâinat içinde ahsen-i takvim olarak en seçkin bir surette yaratmıştır. Diğer bütün varlıklardan farklı olarak ona varlıklardaki fayda ve gayeleri algılayabilecek bir akıl; iyi ve kötüyü doğru ve yanlışı ayırt edebilecek bir anlayış ve vicdan; bütün ilimleri öğrenebilecek zekâ, akıl, hafıza, hayal gücü vs. gibi yetenek ve kabiliyetler; birçok gizli sırları ve hatta Rabbini anlayabilecek büyük bir gönül ve ruh dünyası; bütün lezzetleri algılayabilecek bir dil; güzellikleri görebilecek gözler; sözleri ve her çeşit nağmeleri işitebilecek ve ondan lezzet alabilecek kulaklar gibi duyu organları ve manevi âleme açık hisler dünyası vermiştir. O halde “İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna muhatap olmak bile ilahi bir ikram, bir lütuftur. Zira görünen şu âlemin içinde, bu soruyu insanoğlundan başka, cemâdât-nebâtât-hayvanât içerisinden hiçbir yaratık kendisine sormaz, soramaz.
Kıymetli okurlar, bu farkımızın da kadrini bilerek Allah’a (c.c.) emanet olun.