Yiğitlik Başka Serserilik Başkadır / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

Yiğitlik İslami açıdan önemli bir değer, güzel bir erdemdir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) nezaketi, inceliği, şefkat ve merhameti yanında cesur ve yiğit bir insandı. Mekkeli azgın müşriklerle korkusuzca mücadelesi ve yine onlarla giriştiği tüm savaşlardaki yiğitliği meşhurdur. Hatta onun bu yönü sahabeler içindeki en yiğitleri dahi hayretlerde bırakmıştır. Yine onun en yakınları olan Hazreti Ali ve Hazreti Hamza’nın yiğitlikleri de herkesçe malumdur ve dillere destandır.

İslam öncesi cahiliye insanlarının yiğitlik anlayışları ve amaçları çok farklıydı. Bunların ortaya koyduğu yiğitlikler; gurur, kibir, benlik, enaniyet gibi çeşitli menfi saiklerin itmesiyle ortaya konan yiğitliklerdi ki İslam’ın gelmesiyle bunlar meziyet olmaktan çıkıp en büyük günah, ayıp ve rezillikler haline geldi. Bugün de İslam’a göre yiğitlik anlayışı elbette aynıdır. Yani her kavgacı cesur insanın yaptığı kavga ve dövüşler, kahramanlık ve yiğitlik adı altında değerlendirilemez; zira yiğitlik bir erdemdir ve kesinlikle ilkeleri vardır. Dolayısıyla ilkesiz yiğitlikler argo tabirle serseriliktir, rezilliktir. Bu nedenle serserilikle yiğitlik ilk bakışta birbirine benzese de aralarında çok önemli bir fark vardır. O da yiğitliğin ilkelerinin olması; vatan, millet, din, iman, namus, bayrak vs. gibi mübarek ve kutsal değerleri korumak, kollamak için yapılmasıdır. Yani yiğit kavga ederken ilkeleri ile hareket eder, onlar için kavga eder. Hatta bu uğurda ölüm dâhil her şeyi göze alır.

Hâlbuki serseriler için kavga etmeye değer bir şey olması gerekmez, onun için önemli olan kavga etmektir. Yani kibirle, gururla hareket ederler. Yetiştikleri kültüre göre kavgalarda geri adım atmak çok ayıptır. Biri ona sert baktığı zaman başını çevirmek, gözlerini kaçırmak korkaklıktır. İşte bu yüzden kavga çıkarır cana bile kıyarlar.

Hâlbuki insanların aslanlar gibi uzun tırnakları, pençeleri ve keskin sivri dişleri yoktur. Çünkü biz öldürmek için yaratılmamışız. Biz insanız ve insan demek “Hz. İnsan” demektir. Bizler aklımız, fikrimiz, ruhi yeteneklerimizle ve her şeyimizle hayvanlardan farklıyız, Allah’ı bilmek ve bulmak için yaratılmışız. Dolayısıyla sorunlarımızı vahşice çözmek, ulvi amaçlar için yaratılmış üstün varlık olmamızla asla bağdaşmaz.

O zaman fıtraten insanoğlunun sorunlarını çözmek için kavgayı birinci öncelik olarak ortaya koyması asla güzel de değil, uygun da değildir. Ama gerektiği zaman da savaşabilmeli, dövüşebilmeliyiz ki yiğitlik işte budur. Yani vatan için, bayrak için, namus için, din, iman için bunun gibi kutsal değerlerimiz için kavga ederiz, savaşırız, bu uğurda sonumuzu düşünmeyiz, ölümü bile göze alırız. 

Ama hiçbir şekilde insanlıkla, namusla bayrakla, vatanla, alakası yoksa bana sert baktın, ters baktın diye dövüşmek, kavga etmek insana değer vermemek hatta bizzat kendine değer vermemektir. Bu türden kavgaları utanç verici görmemek; vakarsızlık, şahsiyetsizliktir. Dolayısıyla bu tür kendimizi küçük düşürecek kabadayılıklardan ve kavgalardan da kaçarız.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, akıllı adamlar böyle şeylere dikkat ederler ama gerektiği zaman da hiçbir şeyden korkmadan, hiçbir fedakârlıktan çekinmeden kutsal değerler için savaşırlar, dövüşürler.

Allah Dostları Özel İnsanlardır

Allah (c.c.) dostlarının hepsi özel insanlardır. Allah katında çok güzel yerleri ve çok yüksek değerleri vardır. Kıymetleri bilinmeli ve onların sohbet halkalarında olabilmeyi bu imtihan dünyasında en faydalı işlerden ve en yararlı amellerden saymalıdır.

İnsanlık tarihine bakacak olursak görürüz ki Rabbimiz emir ve yasaklarını her zaman kulların arasından seçtiği dostları ile tebliğ etmiştir. Nitekim “İnsanlar arasında yaşamış en büyük Allah dostları kimlerdir?” diye sorarsanız, cevap olarak: “Resuller, nebiler, yani peygamberler.” demek icab eder. Resulullah (s.a.v.) gibi Hazreti İbrahim (a.s.) gibi ulû’l-azm peygamberlerin hepsi Allah’ın (c.c.) en sevdiği ve aynı zamanda Allah’ı en çok seven ve O’nun dostu diye anılan peygamberlerdir.

Rabbimizin, gönderdiği dinlerin hem tebliğini hem de nasıl yaşanması gerektiğini yine kullarının içinden seçtiği dostları ile yapmasındaki hikmeti çok iyi düşünmek gerekir. Bu hikmet anlaşılırsa, peygamberleri temsilen yeryüzünde bulunan gerçek âlim ve Allah dostlarının kıymeti de daha iyi bilinir. Nitekim Deylemî’de yazılı hadis-i şerifte, “Ehli arasında bir âlim, ümmeti arasındaki peygamber gibidir.” buyrulur.

Tek başına akıl ve kuru bilgiyle, tefekkürle Allah (c.c.) hakkında marifet sahibi olmak çok eksik ve yetersizdir. Hâlbuki Allah dostlarının yanında olmak, onların ahlaki özelliklerine ve kulluklarına şahit olmak, hele ki onlardan manen beslenmek, kişileri, Rabbimizi daha iyi anlama ve daha iyi tanıma noktasında bir başka eğitir, bir başka geliştirir. Nitekim kâmil bir velînin kalbine bağlanan bir mü’min, onun mübarek kalbi vasıtası ile Allahü Teâlâ’dan gelen feyzlere kavuşur. Bu feyzlere, marifetlere kavuşmasında ise Allah dostunun diri ve ölü olması arasında hiçbir fark yoktur.

Rabbimiz tarafından gönderilen peygamberler derece ve irşad açısından aynı olmadığı gibi, Allah dostları da aynı ayarda, aynı makamda değildirler. Bunların tasarruf ve irşad güçleri de keşif ve kerametleri de aynı olmaz. 

Allah dostluğu, peygamberlik gibi hemen bilinebilen, kesin ve açık bir bilgi değil; kısmen izafi bir bilgidir. Yani kim Allah dostudur, kim değildir; bunun dışarıdan hemen görülmesi ve tespit edilmesi, anlaşılması kolay değildir. Bu ilk tespitler daha çok hüsn-ü zanna dayalıdır. 

Bir mürşit, yetişmiş bir müridine bazen görülen Rahmani bir rüya, manevi bir hâl veya manevi bir işaretle, kendince içtihat ederek icazet verir ve “bana göre senin işin tamam” der. Bu tespitler genellikle zannidir. Allah dostu olan kişi bu icazetini aldıktan sonra zanni şey onda zamanla kuvvetlenir ve kesinleşir. 

Şöyle ki, çevresine yaptıkları iyilikleri görülür, güzel ahlakına, İslam’ı yaşama konusundaki istikametine şahit olunur, sünnete bağlılığı görülür. Bu zanni durumu akl-ı selim ve vicdanlı insanlar nezdinde zamanla kesinlik kazanır. Ayrıca çevresindeki varlıklara tasarrufları artar, dualarının kabulüne şahit olunur, keşif ve kerametleri açıkça görülür. Bu şekilde bir Allah dostunun Allah dostu olduğuna ait deliller daha kuvvetlenir. Nitekim Resulullah Efendimize (s.a.v.), evliyanın alametleri sorulunca, “Onlar görülünce Allah hatırlanır” buyurmuştur. Gerçekte de onları görenlerin aklına Allah gelir, Resulullah gelir, güzel ahlak, iyilik, sevgi, şefkat, merhamet, cömertlik, gibi güzel duygular gelir.

Bir kişi eğer Allah dostu ise onun ahlaki özellikleri Peygamberimize (s.a.v.) çok benzer; Kur’ân’a ve sünnete bağlılığı ise tartışma götürmez bir gerekliliktir. Kur’ân ahlakı ile ahlaklanmış olduğu için onun sevgisi, şefkati, merhameti de yine Efendimiz (s.a.v.) gibidir. Yani bir anne gibi insanlara sevgi ve şefkati vardır; bu duyguları taklit değil, zorlama değil, içtendir. Ateşin yakması, bıçağın kesmesi gibi kendiliğindendir ve bir menfaat gözetmeden karşılıksızdır.

Evet, netice olarak diyebiliriz ki bir Allah dostunun sevgi, şefkat ve merhameti, bir annenin yavrularına duyduğu sevgi, şefkat ve merhamete çok benzer. Bu örnek Allah dostlarının duygularına empati yapma ve daha iyi anlama açısından da çok güzel bir örnektir.

Mesela bir anne evladına her türlü yardım ve iyilikleri sevap olsun, Allah benden razı olsun diye yapmaz. Onun için uykusuz geceler geçirirken, hastalığı ile hasta olup, sevinci ile mutlu olurken, besleyip büyütürken, emzirirken bütün bu fedakârlıkları duygusal olarak anne şefkati ile kendiliğinden yapar. Bu yaptığı işlerin sevap olduğunu bilmese de yapar. Tabii bunlardan bir sevap beklese “Bunda bir mahsur var mıdır?” denirse elbette yoktur ama anneler bu tür hesaplara asla girmezler.

İşte Allah dostları da böyle bir anne gibi sevgi ve şefkat doludurlar. Talebeleri ile ilgilenirken, çevrelerine yardım ederken sevap düşünmezler. Onlara yardım etmemeye güçleri yetmez. Fakat böyle Allah dostları bulmak da gerçekten çok zordur. Böyle olmayanlara da zaten Allah dostu denilmez, açıkçası peşlerinden de gidilmez.

O yüzden Arapçada “imam” ismi, “ümm” (anne) ile aynı kökten türeyerek gelmiştir. İmam anne gibidir ve öyle olmalıdır. Peygamberimiz de (s.a.v.) bir imamdı ve ümmetine karşı çok şefkatli ve merhametli idi. Nitekim Rabbimiz ayet-i kerimede: “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe 9/128) buyuruyor.

O zaman Allah dostu olan bir imamda aranacak en önemli vasıflar ve özellikler ne olmalıdır denirse tıpkı Efendimiz (s.a.v.) gibi: “O’nun şefkatidir, merhametidir, cömertliğidir ve karşılıksız fedakârlığıdır.” demek gerekir. 

Allah’a (c.c.) emanet olun.