Birbirinin Vazgeçilmezi: İnsan ve Yanılgı/ Dr. İbrahim Yıldız

Çok ilginçtir ki, yanılgıdan sakınmaya çalışmanın, yanılabileceğini kabul etmekle başlayan bir serüveni var. İnsan için başlı başına imtihan alanı olan dünyada, hem fıtrat ile hem varoluşsal kaygılarla beslenen bu durumu “yanılmak” eylemi özelinde nasıl değerlendirmeliyiz? “İnsan” ve “yanılabilirlik” birbirinin vazgeçilmezi olan unsurlardır diyebilir miyiz?

Bu, çok doğru bir tespit. İnsan ve yanılabilirlik birbirinden ayrılmaz, birbirinin vazgeçilmezi olan iki unsurdur. Yanılgı, insanın temel bir özelliği olup hiç yanılmayan bir insana rastlamak imkânsızdır. İnsan unutan, hata yapabilen bir yapıda yaratılmıştır. Bu nedenle yaratılıştan günümüze insanlık tarihi boyunca yanılgı hep var olmuştur. İnsanlığın babası Hz. Âdem, biz oğullarına ve kızlarına, yanılgıya düşen bir kişinin nasıl davranması gerektiğini, önemli olanın yanılgıya düşmemek olmadığını, asıl önemli olanın yanılgıdan sonra hemen pişman olup tövbe etmek, hatasından ders çıkarmak ve sonuçta doğruyu bulmak olduğunu bizzat yaşayarak göstermiştir.

Bu noktada şunun bilinmesi çok önemlidir. Allah Teâlâ, hayrı ve şerri yapabilme kabiliyeti verdiği insana hayrı işlemesini, şerri ise terk etmesini emretmiş fakat bu hususta onu zorlamamıştır. Bu açıdan insan, özgür iradesiyle kararlar verir ve buna uygun davranışlarda bulunur. Onun nasıl bir insan olduğu da işte bu karar ve davranışlarından belli olur. Bu dünyada insana ancak yapıp ettikleri bir kimlik, bir değer kazandırır. “Her insan için ancak kendi çalışmasının karşılığı vardır” (en-Necm, 53/39) ayeti de insanın değerinin çalışmasından ibaret olduğunu, şahsiyetinin olumlu yansımasının ameline bağlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Kur’an’a göre insan, “Biz, insanı gerçekten en güzel bir şekilde yarattık.” (et-Tîn, 95/4) ayetinde de haber verildiği üzere ahsen-i takvîm olarak yaratılmıştır. Bu ayeti okuyunca insanın aklına şu sorular gelebilir: Madem insan, bu kadar mükemmel yaratılmış o halde neden onda bazı zaaflar bulunmaktadır? Mükemmel yaratılmış olan insan, neden sürekli yanılmakta, hatalar yapmaktadır?

İnsanın en güzel surette yaratılmış olmasından; onda karşı konulamaz bir kuvvetin, eşsiz bir estetik güzelliğin bulunduğu veya kötülüğe sevk eden his ve kuvvetlerin, şehvet ve öfkenin bulunmadığı anlaşılırsa hataya düşülmüş olur. Böyle durumlarda örneğin “İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.” (en-Nisâ, 4/28) ayeti ya da “Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır.” (el-Meâric, 70/19) ayeti tam olarak anlaşılamaz. Bu noktada Elmalılı Hamdi Yazır’ın insanın mükemmelliğini onun maddi yönünden ziyade duygularında, özellikle de güzelliği anlamasında ve buradan hareketle güzeller güzeli Allah Teâlâ’yı mutlak güzellikteki kemâl sıfatlarıyla tanıyıp O’nun ahlâkıyla ahlâklanmasında aramak gerektiğine işaret etmesi, çok isabetli bir yorum olarak görülmektedir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik, onun vahye muhatap olması ve bunun bir sonucu olarak da imtihan edilmesidir.

Az önce, “Biz, insanı gerçekten en güzel bir şekilde yarattık.” (et-Tîn, 95/4) ayetinde haber verildiği üzere insanın ahsen-i takvîm olarak yaratıldığından bahsetmiştik. Bu noktada şuna dikkat etmeliyiz ki insanın gerçekleri idrak edebilmesi için beş duyu organı ile donatılması, işlerin önünü sonunu düşünen, yaşadıklarından ders çıkarabilen akıllı bir varlık olması da; zulme meyyal, arzuları söz konusu olunca aceleci, hırslı, sabrı kıt olması da bu en güzel şekilde yaratılmanın lüzumlu birer unsurlarıdır. Çünkü imtihan için zıt kabiliyetlerin ve güçlerin bulunması gereklidir. Faziletlerin ortaya çıkması için insanın kalbinde şerre doğru meyillerin olması da gereklidir. Çünkü insanoğlu bu meyillere karşı verdiği mücadele ile imtihan edilecektir. Bundan dolayı insan, bu mücadele sonucu nefsinin hevâlarına boyun eğmeyip takvalı olmayı başardığında cennetle müjdelemiş bahtiyar kulların arasına girebilir.

Dolayısıyla bu dünya, bir imtihan dünyasıdır ve insan imtihana en münasip mükemmellikte yaratılmıştır. O, doğuştan akıl gücüne ve birçok psikolojik özelliklere sahip olarak doğar; büyüdükçe var olan bu özellikleri gelişir ve onları kullanmayı öğrenir. İmtihan ise yanılma ve yanılgıyı düzeltme imkânının verilmesi ile mümkündür. Hiç yanlış yapmayan birini düşününüz. Bu kişiyi imtihan etmek gereksizdir, değil mi? Bu nedenle insan, yanılıp günah işlemeye, sonrasında ise doğruyu bulmaya, tövbe edip günahından dönmeye müsait olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla sizin sorduğunuz soruya net ve kısa bir cevap vermek gerekirse “İnsan ve yanılabilirlik, birbirinin vazgeçilmezidir, yanılabilir olmak en temel insanî özelliğimizdir.” diyebiliriz.

Yanılmak, yanılabilirlik ve irade, insanı eylemlerinde kontrol edilebilir bir dünyaya da davet ediyor. Bu çerçevede, doğru karar verebilme süreçlerimize olumlu etki eden faktörler nelerdir?

İnsanı yanılgılardan koruyan ve onun doğru karar verebilmesine yardımcı olan birçok olumlu faktör vardır. Bunların birçoğu insana doğuştan bahşedilmiştir. Kur’an, insanın akıllı, vicdanlı, yaratılış itibariyle mükemmel, hayra ve şerre kabiliyetli bir iradeye, sorumluluk duygusuna ve eğitilebilir bir potansiyele sahip olduğunu; tüm bu üstün özellikleri sayesinde zaaflarını kontrol altına alabileceğini ve yanılgılardan korunabileceğini hatırlatır. Zaten yanılgıların tespiti ve giderilmesinde öncelikle yapılması gereken şey, insanın kendini tanımasıdır. İnsan, zaaflarını ve bu zaafların karar ve davranışlarına nasıl etki ettiğini öğrendiğinde yanılgıya düşmemek için gereken tedbirleri alacaktır. Yaratıcısının bahşettiği bu üstün ve olumlu yönlerini tanıdığı zaman kendine olan güveni artacak, bu özelliklerini kullanarak kendini daha da geliştirecek ve böylece yanılma oranı azalacaktır. Üstünlüklerini bildiği için zaaflarıyla mücadele etme hususunda asla ümitsizliğe düşmeyecektir. Ayrıca bu bilme ve teyakkuz halinde bulunma, kişinin yanılgılara düşmesine engel olacağı gibi herhangi bir nedenle düştüğü yanılgılardan en kısa zamanda kurtulmasına da yardımcı olacaktır. Ayrıca vahiy, akıl, düşünme, hatırlama, gelecek hakkında öngörüde bulunma, pişmanlık ve hatalardan ders çıkarma gibi birçok olumlu özellikler de hatalar, günahlar karşısında adeta bir frenleme mekanizması görevini görecektir. Zaten insan, sahip olduğu temsil ve aklî kıyas yeteneği sayesinde çoğu zaman olaylar olmadan önce onların sonucunu adeta gerçekleşmiş gibi tasavvur edebilir. Böylece zararlı gördüklerinden uzaklaşır, yararlı olanlara yönelir; doğasından kaynaklanan nefsanî isteklere karşı koyar, onları bastırır ve sonuçta nefsini tedrici olarak buna alıştırır.

İnsanın ahsen-i takvîm olarak yaratıldığını haber veren ayetin devamındaki “Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.” (et-Tîn, 95/5) ayeti ise insandaki bozulmaların sonradan meydana geldiğini yani fıtrî değil ârizî olduğunu belirtir. İnsandaki bu bozulmanın önüne geçebilmek ise ancak onun eğitilmesiyle mümkündür. İnsanın eğitimi, Hz. Âdem ile başlamış ve onu, bizzat Allah Teâlâ eğitmiştir: “Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti...” (el-Bakara, 2/31) Bu ayet bize insanın sahip olduğu ilk bilginin Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’e isimleri öğretmesi olduğunu haber vermektedir. Ayrıca bu durum, insanın eğitilebilir olduğunu göstermesi açısından son derece önemlidir. İnsanın eğitilmeye müsait yaratıldığının bir diğer delili ise peygamberlerin gönderilmesidir. Yarattığı kuluna ilk bilgiyi veren Allah, onu sonraki hayatında da yalnız bırakmamış ve vahiyle desteklemiştir. Eğer insanoğlu eğitilmeye müsait olmasaydı peygamber gibi bir eğiticiye de ihtiyaç duyulmazdı. İnsanın eğitilebilir olması; onun yanılgılarının nedenlerini ve bu nedenleri giderme yollarını öğrenebilmesi, bunları hayatına tatbik ederek iyiye ve güzele doğru kendini geliştirebilme potansiyelinin bulunduğu anlamına gelmektedir. Bu durum da yanılgıların önüne eğitim yoluyla geçilebileceğini bize göstermektedir.

İnsan yaratılırken kendisine faydalı şeyleri elde etmesi için şehvet ve tutku, zararlı şeyleri kendinden uzaklaştırabilmesi için gazap, bu iki durumda dengeli olabilmesi için de danışacağı akıl verilmiştir. Bu noktada kişiye düşen görev; aklın doğru çalışabilmesi için etki altında kalmaması ve kişinin kendini kontrol sürecinde üzerine düşen görevleri yapabilmesi için ona ortam hazırlamaktır. Bunun için de en önemli şey eğitim yoluyla doğru/sahih bilgilere sahip olmaktır. Çünkü akıl; bilgi ve tecrübeleri kullanarak analizler yapar, kararlar verir. Ya doğruya ulaşır ya da yanılır. Vahiy de aklın doğruya ulaşabilmesi için Rabbimizin insanoğluna bahşettiği en büyük nimetlerdendir. İnsan, kendi gayret ve uyanıklığı, aklının ve vahyin yardımıyla kendini kontrol ederek arzuları ile sakınması gereken hususlar arasındaki dengeyi sağlayabilir. Allah’ın insana bahşettiği bu yetenekler, insanın içgüdülerinin veya duygularının esiri olup da çeşitli yanılgılara düşmesini engeller.

Müslüman, ayrıca namaz ve oruç gibi tekrar eden ibadetlerin de yardımıyla olumsuz hasletlerini ve davranışlarını sürekli kontrol altında tutar (el-Bakara 2/183; el-Ankebût 29/45; Buhârî, “Savm”, 2; Müslim, “Sıyâm”, 162). Ayrıca Kur’an’daki afâkî deliller, tergîb ve terhîb (iyiliklere teşvik ve kötülüklerden sakındırma) ayetleri onun bu yeteneğini geliştirip doğru kararlar vermesine yardımcı olur. Bu yollarla güçlenen, kendini kontrol yetisine sahip olan insan, nefsinin arzu ve dürtülerine, şeytanın süsleme ve telkinlerine karşı koyabilecek ve bunlara karşı her daim uyanık olma yetkinliğine kavuşacaktır. Sonuç itibariyle sahip olduğu tüm bu üstün ve olumlu özellikleri sayesinde insan, kendini kontrol ederek yanılgılara, hatalara ve günahlara düşmekten kendisini koruyabilir.

Yanılgı varsa, yanılgıya düşüren sebepler de söz konusu olmalı. İnsanı yanılgıya düşüren sebepler ya da çeldiriciler nelerdir? İnsanın bu denli iç içe olduğu bir eylem biçiminin içsel ve dışsal unsurlarında neler var? Psikolojik, bilişsel ve düşünsel ya da bilgiye dayalı bir yanılgı platformunda mı yaşıyoruz?

Az önce insanı yanılgılardan koruyan olumlu yönlerinden bahsettik, şimdi ise onu yanılgıya düşürebilecek iç ve dış faktörlerden bahsedeceğiz. Bu faktörlerin imtihan dünyasının ayrılmaz bir parçası olduğunu bir kez daha hatırlayalım. Tüm bu faktörlere rağmen insan kendisine bahşedilen üstün özellikleri sayesinde imtihanı kazanıp Rabbinin rızasına ulaşabilmektedir.

Yanılgıların meydana gelmesinde bir süreç vardır. Buna aslında davranışlarımızın oluşma süreci de diyebiliriz. İnsan, bir davranışta bulunmadan önce o konuda bir karar verir. Bu karar verme süreci birkaç saniye gibi çok kısa veya günlerce/aylarca gibi çok uzun sürebilir. Ama hiçbir iradî insan davranışı sebepsiz olarak oluşamaz, mutlaka onun altında bir neden vardır. Bu nedenler, insan davranışlarının kaynağını oluşturduğu gibi yanılgılarının da kaynağını oluşturur.

Dinî yanılgıların ve bunların sonucunda meydana gelen olumsuz davranışların temelinde ahlâkî, psikolojik ve sosyolojik etkenler, şeytan ve nefs gibi faktörler yatmaktadır. Örneğin İmam Gazzâlî, kötü ahlâkı nefsin ve kalbin bir hastalığı olarak kabul eder. Bedenî hastalıklar bedeni öldürürken kalbî hastalıklar ebedî hayatı öldürmektedir. Dolayısıyla bu iki hastalık arasındaki fark, kıyas edilemeyecek kadar büyüktür. Geçici bir hayatı sonlandıran bedenî hastalıklarla mücadele etmek için doktorlar, hastaneler ve ilaçlarla çareler arandığına göre sonsuz ahiret hayatını mahvedecek kalbî hastalıklara daha çok ihtimam gösterilmesinin gerekliliği apaçık ortadadır. Kalbî hastalıklar, insanı yanılgılara sevk eden en önemli faktörlerdir. İnsanı uhrevî bir yıkıma götüren günahlara sebep olan bu yanılgıların -Gazzâlî’nin deyimi ile- tedavi edilmeleri zorunludur. Çünkü bir yanılgı basit görülüp ihmal edilirse onu bir diğeri takip edebilir, biri diğerini tetikleyebilir. Çığ felaketinin zarif kar taneciklerinden oluşması gibi bu basit yanılgıların da zamanla önüne geçilemeyen büyük felaketlere neden olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Bu açıdan yanılgıların nedenlerini araştırıp onları tedavi etmek, her akıl sahibi için farz derecesinde bir sorumluluktur. Kur’an, bunun gerekliliğini “Nefsini arındırıp temizleyen felaha ermiştir.” (eş-Şems, 91/9) buyurarak hatırlatmaktadır.

Kur’an, insanı bir bütün olarak ele alır, yani üstünlüklerinin yanında eksikliklerini ve zaaflarını da açıklar. Bir yandan onun akıl ve kalp sahibi, iman eden, itaatkâr, şükreden, vefalı, vicdanlı, düşünen, ibret alan, öğüt dinleyen, bilmediğini öğrenen, sorumlu, öfkesini yenebilen, merhametli, şefkatli ve sevgi dolu gibi olumlu; diğer yandan cahil, nankör, inkârcı, zalim, kindar, bozguncu, öfkeli, kan dökücü, aciz, aceleci, cimri, kıskanç, mala düşkün ve korkak gibi olumsuz yönlerini haber verir. Kur’an insanın sahip olduğu bu motivleri tanıtır ve onları gözetim altında tutup hukukî sınırlar dâhilinde, aşırıya gitmeden tatmin edilmelerini emreder. “Kim de Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır.” (en-Nâziât, 79/40-41) ayetinde ifade edilen “nefsi arzularından alıkoyma”, insanın dürtülerini, şehvetlerini dizginlemesi ve onları kontrol altında tutması demektir.

Kur’an’ın haber verdiğine göre insanı yanılgıya düşüren psikolojik nedenler olarak “ölümsüzlük arzusu, bencillik, mal sevgisi, cimrilik, nankörlük, kendini beğenme, kibir, gurur, haset, öfke, acelecilik, inatçılık, unutkanlık, korku, sevgide aşırıya gitme” sayılabilir. İnsanı yanılgıya sürükleyen psikolojik zaaflar, potansiyel olarak her insanda mevcuttur ve bunlar tamamen yok edilemez. Fakat dikkat ve mücadele sonucu kontrol altına alınması, ifrat ile tefritin ortasında tutulması mümkündür ki zaten insandan beklenen budur. Bu zaaflar, insandaki selîm fıtrat bozulmadıkça dışa yansımaz veya zarar verici seviyeye ulaşamaz. Yani insanın bu zaaflar nedeniyle yanılgılara düşmesi ve imtihanı kaybetmesi, yaratılışının bir gereği değil sonradan kendi iradesiyle oluşan kararları ve bu kararlara dayanan amelleri nedeniyledir. Dolayısıyla insan, zaaflarının hangi ölçülerde kendisine veya çevresine zarar vereceğine yine kendisi karar verir. Zaaflarını besleyip güçlendirirse sonunda onların esiri olur.

İnsanlar toplu olarak yaşamak zorunda olan canlılardır. Bu nedenle sosyolojik olarak onu etkileyen ve yanılgıya sürükleyen etkenler de vardır. Bunları; “gelenek, önderlere ve çoğunluğa uyma, arkadaş etkisi ve ekonomik, siyasî ve sosyal konumu koruma isteği” olarak sayabiliriz. Yanılgıya düşmemek için iyi arkadaşlar edinmek ve olumlu davranışlar sergilenen ortamlarda bulunmak çok önemlidir. İnsanın, güzel ahlâklı ve üstün faziletlerle donanmış arkadaşlarının olması, onu yanılgılardan çekip kurtaracak bir ortamın içinde olması demektir. Çünkü insan, devamlı olarak güzel ahlâklı insanları görür ve onlarla arkadaşlık ederse zamanla onların güzel huylarından etkilenir ve kendiliğinden onlar gibi olur. Böylece hem yanılgılara düşmekten korunur hem de düştüğü zaman arkadaşları tarafından ikaz edilerek onlardan yardım görür. Kötü ahlâklı arkadaşlardan uzaklaşmak ise arkadaş telkininin ve grup psikolojisinin tesiri altında kalarak yanılgıya düşmekten insanı korur. Çünkü insan yalnızken düşmeyeceği birçok yanılgıya grup psikolojisinin tesiri altında kolaylıkla düşebilir. Bunun için kişi, kendini yanılgılardan koruyacak uygun ortamları ve kişileri seçme konusunda çok titiz olmalıdır. Aksi halde kendini yanılgıların dolayısıyla da günahların kucağına bile bile atmış olur. Kur’an, bu konunun önemine binaen mü’minleri, her daim ibadete devam eden sâlih insanlarla beraber olmaya çağırmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 9/119).

Her davranışın temelinde bir bilgi ve düşünce tarzı vardır. Doğru bilgiler, doğru fikir ve davranışa, yanlış bilgiler ise yanlış fikir ve davranışa neden olur. Bilginin doğruluk derecesini araştırmak, yanılgılardan kurtulmanın olmazsa olmaz bir ön şartıdır. Çünkü bilginin, insanı davranışa sevk etme gücü vardır. Yetersiz veya doğruluğu kesin olmayan bilgi ile fikir üretmenin ve bu fikirleri, tutum ve davranışlara temel yapmanın insanı yanılgıya götüreceği gayet açıktır. Bu açıdan kişi öncelikle bilgi kaynaklarını gözden geçirmeli ve doğru bilgiye sahip olduğundan emin olmalıdır. Kur’an, yanılgı problemi karşısında sahih bilgiye özellikle vurgu yapmakta ve yanılgının panzehrinin bilgi olduğunu haber vermektedir. Bu açıdan yanılgıya düşmek istemeyen insanın sağlam bilgi kaynaklarına müracaat etmesi beklenir. Zaten böyle bir çaba içerisine girmeyen kişi, yanılgıya düşmeyi peşinen kabul etmiş demektir. Kur’an’da özellikle zan, şüphe, önyargı ve taassup hakkında insanlar uyarılmış ve bunların yanılgıya sebebiyet verebilecekleri hatırlatılmıştır.

Tabii bu arada insanoğlunun en büyük düşmanı şeytanı da unutmamak lazımdır. Şeytanın yanılgıda oynadığı rol oldukça fazladır. “Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilsin ki o hayâsızlığı ve kötülüğü emreder…” (Nûr, 24/21). Kişinin nefsi, nasıl bir iç tehdit ise şeytan da bir dış tehdittir ve bu iki tehdit genellikle birlikte hareket eder. Bu yüzden insanın her an bu iki düşmana karşı tetikte olması gerekir.

  • Kur’an’da geçen insan yanılgıları, insana dair en temel kaynaktan, yanılabilen insanın tanımlarıyla dolu olmalı. Kur’an’da geçen ve bizzat insana dair “yanılgılar” nelerdir? Bu, insanî, tarihsel ve yaşanmışlığı nedeniyle çok muhkem olan yanılgı tecrübelerinden biraz bahsedebilir misiniz?

Kur’an, her insanın düşebileceği genel yanılgılara değinmiş ve bunların giderilmesi hususunda uyarılarda bulunmuştur. Bu yanılgıların özellikle tüm insanlarda yaratılıştan var olan uzun, rahat bir yaşam arzusu ve bunu sağlayan mal sevgisi kaynaklı olduğu görülmüştür. Aynı zamanda acelecilik ve kendini emniyete alma duygularının da yanılgıya neden olduğu tespit edilmiştir. Günahların cezasının hemen verilmemesi, insanlarda bir gaflet oluşturmakta ve bu gaflet nedeniyle günahlar katlanarak artmakta hatta bu durum ahireti inkâra bile neden olabilmektedir. Bu yanılgılara inkârcıların daha çok düştükleri görülse de zaman zaman Müslümanlar da aynı yanılgıya düşebilmektedirler. İnkârcıların yanılgılarından dönmeleri çok zor olurken Müslümanlardan uyarıldıklarında hemen tövbe ederek bu yanılgılardan dönmeleri ve hatalarını telafi etmeleri beklenir.

Müslümanların düştükleri yanılgılar amelî konularda olmuştur ve bunlar geçici bir süre devam eden yanılgılardır. Bu yanılgıların temelinde genellikle bilgisizlik, acelecilik ve gaflet bulunmaktadır. Kur’an; imtihanın gerekleri, şehitlerin durumu, günahların mahiyeti, Allah’ın yardımının zamanı ve şekli gibi konularda Müslümanları uyarmıştır. Bu uyarılar, Müslümanların amellerini eksiksiz ve gönül huzuruyla yapmalarını temine yöneliktir.

Münafıklar, dünyevî kazançlarının ve rahatlarının peşinden gitmekte ve yanılgıları genellikle menfaatlerine düşkünlüklerinden kaynaklanmaktadır. Ölümden korkarak cihada çıkmamaları, Allah yolunda infak etmemeleri, iktisadî ve siyasî gücü ne tarafta görüyorlarsa onlarla birlik olmaları düştükleri yanılgıların başında gelir. Müşriklerin yanılgıları ise putların konumu ve Risâlet konularında yoğunlaşır. Onlar, putlarının bazı ilâhî güçlere sahip olduğu ve ahirette kendilerine şefaat edecekleri gibi konularda yanılgıya düşmüşlerdir. Bu yanılgılarını düzeltmeye çalışan peygamberleri de zengin ve iktidar sahibi olmadıkları için küçük görmüşler, peygamber olarak melek gönderilmesi gerektiğini iddia ederek onlara tâbi olmamışlardır.

Kur’an gerek inkârcıların gerek münafıkların gerekse Ehl-i kitabın yanılgılarından bahsetmektedir. Tüm bunlar her ne kadar doğrudan biz Müslümanlara hitap etmese de verdiği örnekler, ana fikir ve korunma yolları açısından dolaylı olarak bizlere hitap etmektedir. Çünkü kişinin kim olduğu değil ne yaptığı/söylediği önemlidir. Eğer bir Müslüman da yukarıda saydığımız grupların amellerini ve söylemlerini sergiliyorsa ilgili ayetlerin doğrudan muhatabı olmuş demektir. Dolayısıyla bu grupların da yanılgıları ibret alma noktasında bizler için çok önemlidir.

Kur’an’da bahsi geçen yanılgı örneklerinin güncel boyutlarına dair değerlendirmeler, bu konunun en kıymetli tarafı olsa gerek. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Kur’an, yukarıda da bahsettiğimiz birçok yanılgı örneklerini vererek aslında bizi bize tanıtmaktadır. Bence Kur’an’daki yanılgı örneklerinin en büyük hedefi budur. “Bizi, bize tanıtmak.” Gerçekte bir insan için en zor şey, kendini ve diğer insanları en iyi şekilde tanıması ve bu yolla kendini ve başkalarını olumlu yönde değiştirebilmesi ve geliştirebilmesidir. Bu tanıma süreci olmadan iyi bir insan olmak ve iyi bir insan yetiştirmeyi düşünmek ve denemek, çok yanlıştır. Alfred Adler’e göre insanı tanıtan gerçek bilgiyi ancak pişman olan günahkâr insanlarda görebiliriz. Bu gruba, yanılgıya düşen ve sonrasında kendisini bu yanılgıdan kurtarıp yaptıklarına pişman olan insanı da rahatlıkla ilave edebiliriz. Çünkü böyle bir insan, hayatın aksayan yönlerini yaşamış, bu durumdan kurtulmuş ve böylelikle kendini tanıyabilmiştir. Yaptığı olumsuz davranışından pişman olan insan, İslâm dininde çok değerlidir. “Âdemoğullarının hepsi çok günah işler. Çok günah işleyenlerin en hayırlısı ise çokça tövbe edenlerdir.” (İbn Mâce, “Zühd” 30) hadisi, hatasız kul olamayacağını ayrıca hataya düşenlerin kendisini bu yanılgıdan kurtarması durumunda makbul bir kul olabileceğini haber vermektedir.

Şüphesiz insanı en iyi tanıyan ve tanıtan, onu yaratan Allah Teâlâ’dır. “Hiç Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır?” (el-Mülk, 67/14) ayeti, bunu bize hatırlatmaktadır. Ayrıca nefsin vesveselerinin insanın fikir ve davranışları üzerindeki etkilerini de en iyi bilen O’dur. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) Dolayısıyla insanı tanıma konusunda akla rehberlik edecek en güvenilir bilgi, hiç şüphesiz vahiydir yani Yüce Allah’ın insanları bilgilendirmesi ve yol göstermesidir. Kur’an, insanı çeşitli vasıflarla -nefsiyle, kalbiyle, vicdanıyla, duygularıyla, mükemmelliğiyle, zaaflarıyla, kıskançlığıyla, zorbalığıyla, zanlarıyla velhasıl iyi veya kötü tüm yönleriyle- anmakla birlikte bu vasıfların amellere yansımasının tamamen insana bağlı bulunduğunu bildirmiştir.

Görüleceği üzere insanın bu konudaki en temel problemi, kendinden yani yaratılış amacından, üstün ve zayıf yönlerinden ve sorumluluk alanlarından habersiz oluşudur. Kendini tanıyamayan insan, sahip olduğu melekelerini çalıştıramamakta ve dış dünyayı doğru bir şekilde algılayıp tanımlayamamaktadır. Bu nedenle Kur’an, insanın gerek kendini gerekse dış dünyayı tanımasını tavsiye etmektedir. Bunu gerçekleştirmek için de ilâhî tebliğe muhatap olanların çoğunluğunun sahip olduğu ve onları yanılgılara sürükleyen ön yargılara, asılsız inançlara, takıntılara, korkulara ve taklide savaş açmış, insanlardan akıllarını kullanmalarını ve düşünmelerini istemiştir.

İyi insan, sadece kendisini düşünmez, ailesi ve yakın çevresi başta olmak üzere tüm insanlara faydalı olmaya çalışır. Bu nedenle insanın Kur’an’daki örnekler yardımıyla yanılgılarının nedenlerini ve çözüm yollarını bilmesi sadece kendisini yanılgılardan kurtarmakla kalmaz, çevresindeki diğer insanları da yanıltmaktan emin olur. Çünkü insan, başkalarını da kendi düşündüğü ve davrandığı gibi düşünmeye ve davranmaya ikna etmeye meyillidir. Bu açıdan yanıldığını bilen kişi, başkasını da aynı yanılgıya sevk etmez, böylece insan hem kendisini hem de çevresini yanılgılardan korumuş olur. Gayet açıktır ki bu bilinç hali, mutlu ve huzurlu bir toplumun oluşması ve ebedî ahiret saadetinin elde edilmesi için olmazsa olmaz bir şarttır.

Kötü bir davranışı yok etmenin tek yolu, onun zıddı olan olumlu davranışı ısrarla yapmaktır. Buradan hareketle bir yanılgının tedavisinin de o yanılgıya düşüren sebeplerin zıddını yapmakla giderilebileceğini söyleyebiliriz. Örneğin insan, kendisini yanılgıya düşüren etken öfke ise sabrı, kibir ise tevazuyu, cimrilik ise cömertliği öne çıkaracak amellere yönelmesi ve bunda da azmetmesi gerekir ki yanılgılarını düzeltmesi için en uygun yol budur. Çünkü insanın ısrarla yaptığı ameller zamanla alışkanlığa, alışkanlıklar da zamanla insanın tabiatına dönüşür. Bu noktadan sonra artık o iş, kişiye kolay gelir hatta ondan zevk alır. Yanılgıya düşüren hususları sık sık tekrarlamak ise kişinin yanılgıya çok daha kolay düşmesine ve vicdanen rahatsız olmamasına yol açar. Zamanla insan, yaptığının bir yanılgı olduğunu bile fark edemez hale gelir.

Kur’an, bu durumu insanın kalbini kaplayan bir pas olarak tarif eder. Müşriklerin hak yoldan sapmalarının ve durmadan günah işlemelerinin nedeni olarak bu tür kötü davranışların onların kalplerini kaplayıp karartmasını gösterir. Dolayısıyla günahlar, bir pas tabakası gibi kalbi kaplamakla insanın düşünce ve duygularını olumsuz yönde etkilemekte, böylece onun gerçekleri görmesine engel olup yanılmasına neden olmaktadır. İnsan, doğuracağı bu kötü sonuç nedeniyle yanılgıya düşmemek için her an tetikte olmalıdır. Aksi takdirde bir yanılgı diğerini tetikleyecek, bu durum tekrarlandıkça kalbi çepeçevre saran olumsuz bir atmosfer oluşacaktır. Bu noktadan sonra insanın sağlıklı düşünüp doğru kararlar vererek yanılgıya düşmemesini beklemek zordur. Dolayısıyla insan, bir yanılgıya düştüğünde hemen tövbe edip ondan dönmeli ve böylece kalbinin manevi olarak pas tutmasının önüne geçmelidir.

Son olarak şunu söylemek istiyorum. Yaptığım araştırmalarım sonucunda şu kanaate vardım ki aslında yanılgılar ve neticesinde işlenen günahlar, insanı ümitsizliğe değil başarıya götüren birer sâiktir. Çünkü insanlar, başarılarını yanılgılarından edindikleri tecrübelere ve sonradan duydukları pişmanlıklara borçludurlar. Yanılgılar, kişiyi pişmanlığa ve vicdan azabına sevk ettiği için onu sonraki hayatında daha dikkatli yapar ve aynı hatayı tekrarlamaktan alıkoyar. Dünyaya imtihan için gönderildiğinin farkında olan insan, buna uygun bir hayat yaşamaya gayret eder. İmtihanı kazanmanın yolu Allah’ın rızasını kazanmaktan geçer. Allah’ın rızasını kazanmak da O’nun emir ve yasaklarına riayet ile mümkündür. Dolayısıyla ahiretini düşünen her insan hem yasakları işlemesine hem de emirleri hafife almasına neden olacak yanılgılardan uzak durmalıdır. Bu konuda onun en büyük rehberi Kur’an ve sünnettir. Bunlara tâbi olan insan, yanılgılarından kurtularak Allah’ın rızasını kazanacak ve ebedî saadete ulaşacaktır.