Bir insan hayal edelim ki doğuştan görme engelli olsun ve bu kişi 40 yaşlarına kadar çevresindeki her şeyi sadece seslerden, kokulardan, dokunuşlardan tanısın. Sonra bu muhteşem âleme kırk yıldır kapalı gözleri, başarılı bir ameliyatla açılsın. Şimdi de insaf ve vicdan duygularımızın eşliğinde bu insanın gözlerinin açıldığı güne gidip empati yapalım ve ne türden duygular yaşayabileceğini hayal edelim: Annesini, babasını, eşini, çocuklarını, çevresindeki gülü, çiçeği, böceği, kelebeği, milyonlarca türden canlıyı, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı, yıldızları, mavi gökyüzünü, gün batımını, velhasıl cennet misali yeşil tabiatı... İlk gördüğünde ne tür duygular yaşayabileceğini hissetmeye çalışalım. Şimdiye kadar sadece seslerini duyduğu ve şarkılarını dinlediği kuşları, böcekleri, bu günden sonra görselliğin de mucizevi eşliğiyle ilk defa hem seyredip hem dinlerken ne tür hisler içine girebileceğini bir düşünelim... Gayet eminim ki, her gördüğü şeyde: “Aman Yarabbi! Bu nasıl güzellik, bu ne ihtişam, bu ne doyulmaz manzara! Gözlerime inanamıyorum, cezbeden aklımı kaybedeceğim, her şey gerçekten bir mucize!” demeden, bu duyguları alabildiğine yaşamadan edemeyecektir ve bu hayreti, coşkusu ve şaşkınlığı uzunca yıllar devam edecektir.
Peki, bu hayret, bu coşku, bu şaşkınlık bizlerde niçin yoktur veya olsa da örneğimizdeki kişinin coşkun duygularını neden bu kadar yüksek perdeden bizler hissedemeyiz? Çünkü bizler küçüklükten itibaren içinde doğduğumuz her tarafı mucizelerle dolu bu âleme tedricen, yani yavaş yavaş alıştık. Zaman içinde kanıksadık ve gün geldi her şeyi doğal ve normal görmeye başladık. Hatta öyle hale geldik ki aslında birer yaratılış mucizesi olan çevremizdeki her varlığa, “kendi kendine olmuşlardır” diyebilecek kadar akıl ve insafımızı, idrâk ve iz’ânımızı kaybettik... Önce hayret ettik, sonra bu güzelliklere alıştık, zaman içinde duyarsızlaştık, sonra da nankörleştik… Muhteşem bir tablonun ressamına övgüler dizerken, ressamı yaratan, ona o yetenek ve duygular bahşeden, onun çizdiği manzaraların milyonlarcasını dünyanın her bir köşesinde her an cömertçe sergileyen Yüce Yaratıcı’ya, bu övgüleri çok gördük, hatta akıldan, iz’ândan, insaftan, adâletten ve hakkaniyetten uzak bir tutumla O’nu inkâr etmenin yollarını aradık...
Evet, aslında, içimizden hiç kimse anlattığım bu duygulara yabancı değildir. Mesela kendi adıma yaşadığım hislerimi paylaşacak olursam, İstanbul dışında ikamet eden birisiyim ve her İstanbul’a gidişimde özellikle boğazın güzelliğine hayran olurum. Saatlerce boğazın muhteşem manzarasını izlemek, hatta imkân bulsam resmini yapmak, tablolaştırmak isterim. Nitekim binlerce ressamın ölümsüzleştirdiği İstanbul tabloları, Yahya Kemal gibi büyük bir şairin çok bilindik “Aziz İstanbul” şiiri, Münir Nurettin Selçuk gibi ünlü bir bestekârın da her zaman severek dinlediğimiz “Aziz İstanbul” şarkısı bu güzel duygularla vücut bulmuştur.
Lakin ben İstanbul’da yaşayan, birisi olsaydım İstanbul’u ilk gördüğümde yaşadığım duyguların aynını, her zaman yaşayamayacaktım ki; bu insanî gerçeği de itiraf etmek isterim… Zira bu manevi hazlar, en sevdiği yemeği iştahla yiyen bir insanın doygunluğu gibidir ki her lokma bir öncekinden daha az lezzet verir... Nihayet doygunluk sınırına gelince lezzete karşı bir duyarsızlık başlar. Daha ilerisi ise tiksinmeye dönüşebilir ki, bu hâl herkes için aynıdır… Bu nedenle İstanbul’da yaşayan ve işe gidip gelmek için her gün saatlerce trafiğin çilesine takılan bir İstanbullu için, boğaz manzarasının çok bir şey ifade etmediğini bilirim. Hatta “Güzelliğine bakacak halimiz mi var! Allah bizi buradan kurtarsın.” diyenlerin sayısının da bir hayli olduğuna inanırım. Demek ki güzellik algı ve anlayışımız, işimize gelmesine göre de bir hayli değişmektedir... Güzel bir melodiyi dinlemek de öyledir. İlk duyma halinde yaşanan zevk, ikinci, üçüncü dinlemelerde sihrini, büyüsünü adeta kaybeder; en güzel melodiler, en hit şarkılar, gün gelir sizde hiçbir duygusal irkilmeye, hazza neden olmayabilirler... Belki o şarkıyı ilk duyduğunuz anda yaşadığınız duygu patlamasını, coşkusunu hatırlar, kendinize şaşarsınız bile…
Lakin kimseyi kınamıyorum, yukarıda ifade ettiğim gibi bu insani bir hastalıktır, yani her insanın tabiatında bu alışma, kanıksama ve duyarsızlaşma hastalığı vardır. Allahu âlem, atamız Âdem aleyhisselamın da yaşadığı durum buna benzer diyorum. O da cennette yaratıldı, orada gözlerini açtı, orayı gördü. Dünya gibi bir yerle kıyaslama imkânı olmadığı için Rabbi’nin “Ey Âdem, her şeyden ye ama sakın bu ağaca dokunma!” tembihine karşı, gerekli özeni gösteremedi. Dünyaya gelince, cennetle kıyaslama imkânı buldu, ne büyük bir hata yaptığını anladı. Sonra da bir rivayette üç yüz sene Rabbi’nden ağlayarak af diledi… Rabbi tevbesini kabul etti ve insanoğlunun dünya macerası böyle başladı. Bu Kur’anî hikâyeden çıkarılacak dersler çoktur; bir tanesi de şudur ki: İnsanın hatası veya günahıyla da olsa, başına gelen şerli bir iş, tevbe ve sabırla sonuçta büyük bir hayra kapı açabilir, farklı bir güzelliğe dönüşebilir... Nitekim Âdem atamızın bu hatâsı mü’minler için neticede bir hayır vesilesi olmuştur. Zira Rabbimiz bize, melekleri dahi kıskandırıp gıpta ettirecek makamlar vermek için bu olayı vesile kılmış, böylece bizleri imtihan yurdu bu âleme göndermiştir...
Çıkarılması gereken bir başka ders ise değer takdir duygumuzu kaybetmemek, duyarsızlaşmaya karşı direnmek, güzellikleri ilk defa görüyor hissiyle ve Rabb’e şükür duyguları ile sıkça yeniden gözden geçirmek, nankörlüğe düşmekten nefsimizi korumaktır...
Evet, diyebiliriz ki her zaman bir ilk karşılaşma duygusu yaşayabilmek için bu güzelliklerin bir zaman terk edilmesi en tesirli ilaçtır. Bu nedenledir ki, Rabbimiz, kimi zaman sağlığımızı, kimi zaman zenginliğimizi, kimi zaman eş ve dostumuzu bizden bir nevi uzaklaştırarak bu duygularımızı adeta yeniler. Bu durum bazı manevi değerler için de geçerlidir. Mesela Mekke’de yaşayanlar için Kâbe’nin duygusal açıdan sıradan bir yapıdan farkının kaldığını sanmam... Hâlbuki bir ömür Kâbe hayâli ile yanan bir Anadolu insanı, hac veya umre için gittiği Kâbe karşısında, heyecanlanmadan, duygulanmadan, ağlamadan tavaf yapamaz. Bu nedenle Kâbe’ye hürmet ve saygısı azalan sahabeleri Hz. Ömer’in Mekke’den bir zaman uzaklaştırdığı dahi rivayet edilir. Bu durum üzerimizdeki bütün nimetler için geçerlidir. İnsanın kendi sağlığı da öyledir. Sağlığımızı yitirmeden, sağlığın nasıl bir nimet olduğunu anlayamayız. Sevdiklerimizi yitirmeden de anne, baba, eş, dost gibi yakınlarımızın kıymetini bilemeyiz.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanlık icabı nimetlere karşı bizlerde oluşan duyarsızlaşmadan korunmak için nimetlere karşı değer takdir duygumuzu geliştirmek, zinde tutmak gerekir. Ayrıca nimetleri kendimize hatırlatarak onlar için şükretmeyi elden bırakmamak ve nimetleri veren Rabbimizi de daima hatırda tutmak, insani zaafımız olan duyarsızlaşmaya umarım ki bir nebze olsun ilaç olacaktır...
Allah’a emanet olun.