Ahmet Taşgetiren ile Sohbet

FEYZ: Efendim, siyasi yolla İslâm'ın hakim olacağına inanıyor musunuz? Sistem insan ilişkileri açısından Türkiye’de müslümanların siyasî yayılımı nasıl olmalı?
A. TAŞGETİREN: Hakimiyet ile siyaset birbirini çağrıştıran iki kavramdır. Hakimiyet, sistemi belirleyecek konuma gelmek demektir. Bu da pratik mânâda devlet olmakla eşdeğerdir. Devlet ise siyasetle elde edilir, siyasetle yönetilir. Onun için İslâm, tebliğ sürecini devletle taçlandırmış, asırları aşan medeniyetini de devletlerle biçimlendirmiştir.
Olayın bir Türkiye boyutu var. Daha da genelde, gayrı İslâmî bir sistem içinde siyaset ve hakimiyet boyutu var. Türkiye’de gayrı İslâmî sistem, kendisini de değiştirecek bir siyasî yapılanmaya izin vermiyor. Türkiye sistemi açısından siyaset, "sistemi daha iyi işletmeye talip olmak" demek. Öyleyse siyasî faaliyet, ister istemez sistemin bir parçası olmak zorunda... Peki İslâmî hedefleyen bir siyaset yapılamaz mı? Bunun hukuki şartlarının bulunmadığını ifade ettik.
Ancak yapılabilecek olan, "İslâm’ın yolunu açacak" bir siyasettir. Yani kanaatimce, Türkiye’de hiçbir siyasî organizasyon "Ben iktidara gelirsem bu sistem içinde İslâm’ı uygulayacağım" diyemez. Daha doğrusu demesi gerçekçi olmaz. Ancak "İslâm’ın yolunu açacak bir iktidar için siyaset" gerçekçi olur sanıyorum. Şu anda yapılan "İslâm eksenli siyaseti" de böyle sınırlandırmak gerekli sanıyorum.
Hemen belirtmeliyim ki, böyle bir siyasetin temeli bile, İslâm’ı hedeflemiş yetişmiş Müslümanlar üzerine kurulur. Onun için İslâmî bir faaliyet için birinci öncelik, İslâm’ın bütün hedeflerini şuuruna nakşetmiş, dokusu böyle biçimlenmiş Müslüman'ı, Müslümanları bulmaktır. Siyasî faaliyet bile, sonuçta sistemi değiştirecek bir insan unsuruna ulaşabildiği takdirde başarıyı yakalayabilir. En azından toplumun büyük kesimi sizin sisteminize muhalif olmamalıdır. Toplumun önemli kesimi ise, sizin sisteminizi saadetle eş tutmalı, sizin sisteminizi taşımaya talip olmalıdır. Ancak o takdirde sisteminizin yaşama, toplumsallaşma (içtimaileşme) imkânı olabilir.
Bu değerlendirmeler ışığında Türkiye’de İslâmî bir faaliyet için birinci öncelik, İslâm’ın bütün hedeflerini şuuruna nakşetmiş, dokusu böyle biçimlenmiş Müslüman'ı, Müslümanları bulmaktır.
Müslümanların, programı ve hedefleri itibariyle İslâmî hiçbir kaygısı bulunmayan, bunun yanında İslâm dışı sistemi yürütmeye talip siyasî organizasyonlarla ilişkisi olamaz.
Laikliği tarifsiz bırakmak suretiyle, hem teorik planda İslâm’ı biçiyor görünmemek, hem de fiiliyatta İslâm’ı biçebilmek mümkün olmuştur. Laikliğin bir İslâm ülkesinde, İslâm’ı hayat dışına itmekten başka işleyişi olamaz.
Onları güçlendirmek demek İslâm’ı daha gerilere itmek, İslâm’ın gelişini ertelemek demektir. İslâm eksenli siyasî organizasyon veya organizasyonlar karşısında ise, destek ve murakabeyi iç içe barındıran bir ilişkinin sağlıklı olacağını düşünüyorum. Destek, evet, bu sistemi geriletmek ve İslâm’ın önünü açmak için verilen mücadelenin bir parçası olacak. Murakabe, evet, bu da, kişi gibi siyasî organizasyonların da sistemin serpintilerinden korunmasını sağlayacaktır. Siyasetle ilgilenmemenin yönetim ve sistemle ilgilenmemek gibi "gayrı mümkün" bir iş olduğu kanaatindeyim. Çünkü biz ilgilenmesek de sistem bizimle ilgilenmekte, bizi belirlemektedir. Kapıları, pencereleri kapatmak sistemle mücadelenin bir yolu değildir. Sistemle ona karşı "kuvvet" biriktirerek mücadele edilir. Siyaset de o kuvvetlerden biridir.
FEYZ: Cezayir’deki olaylarla, Türkiye’deki siyasî platformu Müslümanlar açısından değerlendirir misiniz? Türkiye’deki Müslümanların alacağı dersler nelerdir?
A. TAŞGETİREN: Cezayir’in birdenbire Türkiye'nin gündemine girmesi, oradaki Müslümanların, çok partili sistem içinde, seçim yoluyla iktidara gelebilecek konumu elde etmesi sebebiyledir. İslâm ülkelerini gayrı İslâmî sistemlerle yönetmeyi planlayan ve bu hedefe uygun yerli güçler bulan Batı, İslâm toplumlarının yeniden İslâm’la buluşmayacağını, dolayısıyla zaman içinde gayrı İslâmî yapıların oturacağını ümit etmişti. Cezayir’de kendi sisteminin halkla ilişkisini test etti ve halkın Müslüman kadrolarla çok canlı iletişim sağladığını gördü. Ve hemen yolu tıkamaya kalkıştı.
Cezayir olayı Batı’da değerlendirildi: İslâm, kendi topraklarında hâlâ güçlüdür.
Cezayir olayı, İslâm ülkelerindeki Batıcı ve İslâm karşıtı sömürge uzantısı güçlerce değerlendirildi: İslâm halkları, Batıcılığa boyun eğmemiştir ve zaman içinde sömürge uzantısı sistemleri atma hazırlığındadır.
Cezayir olayı, İslâm’ı yeniden sistem planında inşa etme gayretindeki Müslüman öncüler tarafından da değerlendirildi: Demek İslâm yeniden halklarla buluşturulabilir ve halklar İslâmî bir iktidara destek verebilir.
Olayın bu üç veçhesi de Müslümanlar açısından önemlidir. Bir başka önemli yanı ise, İslâmî bir iktidar yürüyüşünün, demokrasi falan gibi "çağdaş" insanın "iman umdeleri"nin gereği olarak "hüsnü kabul"le karşılanmayacağıdır. Batı ve onun uzantıları, demokrasiye, sadece kendilerini iktidara getirdiği oranda saygılıdırlar. İslâm söz konusu ise, en kaba, zorba metotları tercih etmekten çekinmeyeceklerdir.
Şimdi bu tespitlerin ortaya koyduğu ve benim şahsen kendime çıkardığım dersler nelerdir:
Bir kere bütün Müslüman öncüler, toplumlarıyla yeniden ve çok güçlü iletişim sağlamanın yollarını bulmalıdırlar. Siyasî hareketler, toplum meselelerini sahiplenmekte, bu meselelerin çözümü ile İslâm arasında kurulacak irtibatları halkın şuuruna ulaştırmakta azami itinayı göstermelidirler. Halkı sadece destekleyen değil, savunan, gerektiğinde davaları için mücadele eden kitleler haline getirmelidirler.
Mücadelenin uzun süreli olduğunu, İslâm ülkelerine çöreklenmiş güçlerin iktidarlarını kolay bırakmayacaklarını, dolayısıyla uzun ve çetin yollardan geçileceğini bilmelidirler.