"Selam" Alıp-Vermenin Psikolojik Anlamı Üzerine / Doç. Dr. Ali Kuşat

Gün geçtikçe psikoloji alanındaki yeni gelişmeler ve bulgular, psikoloji ile din arasında bir düşmanlığın değil aksine güçlü bir ilişkinin var olduğunu göstermektedir. Psikoloji biliminin bilimler sahasında ortaya çıkmasından beri ona en yakın alan olarak dinin görülmesi, bu iki komşu arasında karşılıklı olarak birtakım önyargıların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aslında her ikisinin de amacı bu dünyada insana mutlu olmanın yollarını göstermektir. Ancak gerek psikolojinin ve gerekse pozitif bilimlerin insana vadettikleri ilk planda insana cazip gibi gözükse de uzun vadede sunmaya çalıştıkları ruh sağlığı ve özgürlüğünü sunamamış olmaları ve hatta sunulan ekonomik ve teknolojik gelişmelerin insanı daha da esir alması, insanların geleneksel değerlere tekrar yönelmelerine yol açmıştır.

Özellikle bu teknolojik ve ekonomik gelişmeler sayesinde iç huzura kavuşma noktasında başarısız olan ve sosyal yapıdan kopan birey, günümüz dünyası için çözümlenmesi gerekli bir sorun haline gelmiştir. 

Biz bu yazımızda, geleneksel bir değer olan “SELAM” verip-almanın psikolojik fonksiyonundan bahsetmeye çalışacağız. Bu konuya girmeden önce bireyler arası iletişimin kopma noktasına geldiği günümüzün sanayileşmiş dünyasında sonucun nereye gittiği ile ilgili bir ön bilgi vermek gerekmektedir.

Bugün Batı toplumunda ve yurdumuzda özellikle büyük şehirlerin temel psiko-sosyal sorunlarından birisi, insanlar arası iletişimin neredeyse yok olmuş veya olmak üzere olması ve insanların birbirlerine yabancılaşmasıdır. Yabancılaşma (alienation) kavramı psikoloji sözlüğünde “en genel anlamıyla bir yabancılık veya başkalarından ayrılık, başkalarıyla sıcak ilişkiler yoksunluğu” duygusudur. Yabancılaşma, bireyin içinde yaşadığı topluma olabildiği gibi kendi benliğine veya benliğinin çeşitli kısımlarına yönelik de olabilir. 

Yabancılaşma kelimesi “kişinin kısmen veya tamamen kişilik aidiyetini kaybetmek suretiyle, bizzat kendi kendine ve insanların oluşturduğu cemiyete yabancılaşıp, kendi öz faaliyetlerinin kontrol ve güdümünü yitirerek, sonuçta eylemlerinin sorumluluğunun sona ermesi” anlamında kullanılmaktadır. İnsanın kayıtsız, hatta düşman bir çevrede kendi başına yalnız olduğu anlamına gelen yabancılaşma, neredeyse tüm insan ve toplum bilimlerinde, felsefede ve edebiyatta iki yüz yıldır önemini koruyan bir konudur. Özetle, insanın kendi özünden, ürününden, doğal ve sosyal çevresinden koparak başkalarının egemenliği altına girmesi şeklinde ifade edilebilir. Dolayısı ile yabancılaşma “bireyin, olması gerektiği herhangi bir durumdan doğal olmayan bir ayrışması” olarak tanımlamak mümkün görünmektedir. 

Genel olarak şu üç farklı yabancılaşmadan bahsedilmektedir.

1. Bireyler arası yabancılaşma (sosyal ve kültürel yabancılaşma)

2. Bireyin kendine yabancılaşması (öz-yabancılaşma)

3. Bireyin metafizik alana yabancılaşması (dini yabancılaşma) 

Bu kavram, çağdaş psikoloji ve sosyolojide daha ziyade bireyin toplumda diğer insanlara veya bizzat kendisine karşı aşırı yabancılık hissetmesi halini anlatmak için kullanılmaktadır. Bugün bireyin içinde yaşadığı toplumdan uzak kalma isteğinin ruhsal sorunların temel belirtileri arasında olduğunu söylemek gerekir.

İnsanın kendine ve topluma yabancılaşmasının kökenini çok eski dönemlere kadar götürmek mümkündür. Ancak özellikle Aydınlanma dönemi ve ardı sıra gelen düşünsel yaklaşımların, akla atfettikleri gereğinden fazla önemin, bireyin önce kendisinden kopmasına ve kendisine yabancılaşmasına, ardından içinde yaşadığı topluma yabancılaşmasına yol açtığı söylenebilir.

Günümüzde yabancılaşma, hemen hemen bütün Batılı sosyal bilimcilerin üzerinde en fazla kafa yordukları bir kavramdır. “İnsanın ve içinde yaşadığı toplumun son derece girift ve farklı unsurlardan oluşan yapısı göz önünde bulundurulduğunda, yabancılaşma kavramına atfedilen anlamlardaki çeşitlilik göz ardı edilmemelidir. Buna göre yabancılaşma; hayatının genel anlamda amaçsız olduğu düşüncesinden hareketle “anlamsızlık”; bireyselleşmeye verilen gereğinden fazla önem nedeniyle toplumsal kuralların reddedilmesi noktasında “kuralsızlık”; toplumdan dışlanma ve yalnızlığa mahkum olma anlamında “izolasyon”; insanın kendi gerçekliğini kavrayamaması anlamında “öz-yabancılaşma” şeklinde tanımlanabilir.

Yabancılaşma ile ilgili teorilerden C. Wright Mills’in teorisi, bugün üzerinde daha önemle durulması gerekli teori olarak görülmektedir. Mills, Amerika’da daha çok hizmetler sektöründe çalışan ücretlilerin yabancılaşma koşulları üzerinde durmaktadır. Ona göre Amerika toplumu siyasal ve toplumsal açıdan yabancılaşmış bireylerden oluşan bir kitle toplumudur. Mills, Amerikan toplumundaki bu kişiler arası kopukluğun nedeni olarak “insanlar arasındaki birincil etkileşimin” (yüz yüze ilişkilerin) ortadan kalkmasını gösterir. Burada yabancılaşma “birincil ilişkilerini kaybetmiş kitle toplumunun” karşı karşıya kaldığı bir üst problemler dizisini çağrıştırmaktadır. 

Düşünce tarihi içerisinde, insanın kendisine yabancılaşmasından kurtarmaya yönelik ileri sürülen ve her şeyden önce Yaratıcı fikrini öteleyen kimi yaklaşımların, gerçekte onu daha büyük temel bir yabancılaşmaya sürüklediği söylenebilir. Bu yabancılaşmaya yönelik bir çözüm önerisi olarak sunulan öneriler, yeniden dindarlaşma yahut daha doğru bir ifadeyle Yaratıcı’ya dönme anlayışını yeniden gündeme getirmiştir.

İnsanda, sonsuz olanla bütünleşme isteği mevcuttur. İnsanın sonsuz olandan uzaklaşmasına neden olacak her türlü eğilimin, yabancılaşma sonucunu doğuracağı düşünülebilir. Bu anlamda, hakiki bir imanın devreye girmesi ve sonlu ile sonsuzun bütünleşmesine yönelik destekleyici bir unsur olması gerektiği söylenebilir. 

Kültürel yabancılaşmanın çözümünde de imanın etkin bir role sahip olduğu söylenebilir. Her şeyden önce aşk-iman özdeşliğine dayalı olan bir grup yapılanması gereklidir. İçsel boyutta ortaya çıkan iman ve aşk, sadece soyut bir yapı olarak kalamaz ve aksiyona dönüşme ihtiyacı ortaya çıkar. Bu ise bir topluluğu gerekli kılmaktadır. “Toplum içerisinde olmayan bir hayat, imanın hayatı değildir. Dahası, bir iman toplumunun bulunmadığı yerde toplum da yoktur.” 

İslam, bireyin hem kendine hem toplumuna hem de doğaya karşı yabancılaşmasının olumsuzluklarını ciddi bir şekilde vurgulamıştır. Ancak bu vurgu yapılırken ‘yabancılaşma’ kelimesinin Batı dillerindeki şekliyle İslam medeniyetinde kullanılmamış olmasından hareketle, yabancılaşma olgusunun bu kültürde bulunmadığını söylemek büyük bir yanılgı olarak görünmektedir. Çünkü yabancılaşmanın içeriği Kur’ân’ın en temel konularından birisidir. “Kur’ân-ı Kerîm ve hadisler çok muhtelif ve zengin sunuşlarıyla, mufassal ve kısa anlatımlarıyla, emirleriyle, nehiyleriyle, korkutmalarıyla, sevindirmeleriyle, hep kendi öz benliğine, öz gayesine hem de içinde yaşadığı topluma yabancılaşmamış insanı oluşturmak, onu olgun insan seviyesine getirmek ister. “Günah” kavramının bir yabancılaşma olarak görülmesi mümkündür. Diğer insanlarla sağlıklı bir iletişimden yoksun olmak, Yaratıcı’dan da uzak kalma sonucunu doğuracaktır. Böyle bir insanın durumunu ‘günahkârlık’ olarak ifade etmek mümkündür. 

İslam dünyasında bu konuyu bazı bilim insanları daha çok tasavvufî düşünce içerisinde ele almışlardır. Cüneyd-i Bağdadî: “İnsanın Allah’tan ayrılması ve birçok engelin arkasına (dünya hayatına) düşmesi onu yabancılaştırmıştır.” Büyük İslam mutasavvıfı Mevlânâ da insanın nasıl yabancılaştığı sorusuna “Allah’tan ayrıldığı için” cevabını vermiştir. Mesnevî’nin hemen başında ney kamışının feryadını, Allah’tan ayrılığın iniltisi olarak yorumlar. İslam tasavvufu yabancılaşma problemini dünyada çözmeyi amaçlar. Bunun çaresini de “Nefs-i Emmare” denilen aşağı tabiatımızdan kurtulmada görür. Cüneyd-i Bağdadî bunu “Heykele bağlı hayattan kurtulmak” olarak tanımlar. 

Peygamberlerin bu dünyadaki temel görevlerinden birisi de insanları birbirine bağlayan bağların şarkısını terennüm etmektir. Bir hadisinde Hz. Muhammed (sav) şöyle buyurur: “Mümin olmadıkça cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de mümin olamazsınız. Yaptığınız takdirde sevineceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi? ARANIZDA SELAMI YAYINIZ.”

Burada sevgi, kıymet verdiğimiz bir kişiye veya bir gruba karşı alakamız, daha büyük bir bütüne mensubiyet ve başkaları için bir değer ifade etmek hissidir. Beşer tabiatında bütün esaslı endişelerin kaynağı, insanın kendini, düşman bir dünya içinde yalnız ve aciz hissetmesidir. Bir ayette “Ey iman edenler! Ev sahibinden izin istemedikçe ve onlara selam verip ünsiyet etmedikçe kendinizin olmayan evlere girmeyiniz.” (Nûr, 24/27) Bu ayette selamın insanlar arası sevgi ve güveni oluşturduğu, ünsiyeti geliştirdiği vurgulanmaktadır. Hayatın insana ilk yüklediği mecburiyet, kendimizle ana-babamız arasında ve zamanla ana-babalarımızın yerini tutacak sevdiklerimiz, dostlarımız ve iş arkadaşlarımız arasında yer alacak temelli bir alaka kumaşı dokumaktır. Bununla ilgili olarak Kur’ân’da: “Evlere girdiğinizde, Allah katından bir esenlik, bir bereketlilik, bir temizlik dileği olarak kendinize ve evde bulunan diğer canlarınıza selam veriniz. Allah size ayetleri işte böyle ayan-beyan bildiriyor ki aklınızı çalıştırabilesiniz.” (Nûr, 24/61)  buyrulmaktadır.

Bugün fen bilimlerinin hatta psikolojinin bile bize öğrettiğine göre, kâinatı ancak ilişkiler bakımından öğrenmemiz gerekiyor. Eşya başlı başına mücerret olarak hiçbir şey değildir. Atom bile ancak herhangi bir bütün dokusunda anlam kazanıyor. Mesela karbon atomları, muayyen bir ilişki şeklinde kömür, diğer bir ilişki şeklinde ise elmas oluyor. Yalnız başına bir atom anlamsız bir atomdur. Diğer atomlarla bir ilişki içerisindeki bir atom, tabiatın yapı taşıdır. Aynı şekilde yalnız başına bir birey, kıymetlerin yıkıcısıdır. Diğer bireylerle ilişki içerisinde olan bir insan ise hem ferdî hem de içtimai barışın yapı taşı haline gelir. Hz. Muhammed’in (sav) pek çok hadisinde bireyler arası ilişki ve iletişimi daima canlı tutmaya yönelik öğütleri bulunmaktadır. Bir hadisinde; Hz. Muhammed’in (sav) şu yedi öğütte bulunduğu bildirilmektedir. Bunlar: hastayı ziyaret etmek, cenazeyi uğurlamak, aksırana hayır dilemek, zayıfa yardım etmek, mazlumu desteklemek ve herkese selam vermektir.  Hz. Muhammed’in çarşıya çıktığında, çocuk, yaşlı vs. fark gözetmeden rastladığı herkese selam verdiği bildirilmektedir. Bu tutum ve davranışlar bireyler arası ilişkinin gelişmesine, güçlenmesine ve ruhsal sorunların da önüne geçilmesine yardımcı olacaktır. Bugün yine psikolojide temel tedavi yollarından birisinin de hastayı bir grup ile bütünleştirmek olduğu bilinmektedir. Bugün Batı Avrupa’da en temel sorunların başında anomi diye bilinen yalnızlaşma ve bunun sonucunda yabancılaşma rahatsızlığı gelmektedir. Bir milyonluk nüfusun bulunduğu bir şehirde yaşadığı halde selam vereceği bir kişinin olmaması büyük bir yalnızlığa sebep olmaktadır. İletişimin bir başka şekli olan bedensel iletişime de önem veren Hz. Muhammed güler yüzlü olmanın karşılıklı ilişkiler açısından önemini ve asık suratlı olmanın ise melekleri dahi mutsuz ettiğini belirtmiştir. 

Bu suretle başkalarıyla olan dayanışmalarımız bir dinî idealizm de değildir. Bu, beşer realitesinin en çok üzerinde durulması gerekli bir yönüdür. “Çevren ile ilişkini koparmayacaksın.” kaidesi psikolojik hayatın kanunlarındandır. En güç sorunlarımızın birçoğu da bu kanunun işlememesinden kaynaklanmaktadır. Bu ilişkiyi anlayabilirsek; ailelerimiz, dostlarımız, iş arkadaşlarımız ve hatta kendi kendimizle çok daha iyi iletişim kurabiliriz. Bugün psikoloji biliminin verileri bize şu gerçeği söylüyor: “Bizi biz eden şey başkalarıyla olan alakalarımızdır!” Yalnız yiyecek ve sığınacak yerimiz için değil, elde ettiğimiz kültür ve karakterimiz ve öz “benliğimiz” için de başkalarıyla iletişim içinde kalmaya mecburuz. Günümüz şehir hayatında karşılaştığımız en sık örneklerden birisi; bir asansöre bindiğimizde eğer sonra binen veya asansör kapısında bekleyenlerden sonra gelen, öncekilere selam verdiğinde çıkılacak kata kadar neredeyse o kişi ve kişilerle samimi bir ilişki geliştirilir. Ancak selam verilmez ise her iki kişi veya kişiler arasında bir ünsiyet oluşmadığından birbirlerinin yüzlerine bakamadıkları için aynaya veya duvarlara baktıklarına hepimiz her gün çok kere şahit olmaktayız. 

İletişim konusunda bilinçlenme, kişiye önemli etkileşim imkânları sağlar. Bu imkânlardan yararlanarak doyumlu bir yaşamı gerçekleştirmek, kişinin kendini değerli görmesiyle başlar. Bir insan olarak kendimizi anlamlı görebilmemiz ise “bu dünyada bizim de var olduğumuzu, dostluğumuzu tüm evrene yönelttiğimizde, bir kısmının bizi de saracağını bilmemizden geçer. Bir başka deyişle, iç ve dış dünyaya anlamlı ilişkiler içinde olan bir insan olmamız gerekiyor. 

Sonuç itibariyle barış, güven, huzur anlamlarına gelen “SELAM” kavramsal olarak eski bir kavram olarak gözükse de anlamı ve işlevi itibari ile modern çağın sorunlarını çözmek için kullanılabilecek sihirli kavramlardan birisi olarak gözükmektedir.

Geleneksel dinî değerlerimizin bugün ne kadar önemli olduğunu modern çağın getirdiği sorunlarla karşılaştığımız zaman daha iyi anlayabiliyoruz. Ayrıca bugün İslam dini ile psikoloji arasında oldukça önemli bir ilişkinin varlığı dikkatimizi çekmektedir. Hemen hemen bütün psikoloji teorileri dinî değerleri doğrulayıcı ve destekleyici sonuçlar ortaya koymaktadır. Dolayısı ile psikoloji bilimi sayesinde dinî bazı değerlerin yerini ve önemini daha iyi anlar duruma gelmiş bulunuyoruz. Sevgili Peygamberimiz’in SELAM ile ilgili hadislerinden, öncelikle bireyin kendi iç dünyasında barışık, toplumun bireyleri arasında güçlü bir iletişim ve bu sayede güven, sevgi ve dayanışmanın olduğu güçlü bir İslam Toplumu inşa etmek amacının olduğunu anlıyoruz.