Malum üzere Rönesans’la başlayıp Aydınlanma Çağı ve Endüstri Devrimi’yle günümüze kadar sürüp gelen modern düşünce, akılcı ve pozitivist bir temel üzerinde varlığını devam ettirdi. Bu düşünce yapısı aslında Batı’nın geçirdiği tarihî sürecin doğal bir sonucuydu, bunu kabul etmek lazım... Ama ne yazık ki bu haklı süreçte batılı aydınlar, düşüncede orta yolu bulamadı, ifrattan tefrite savruldular. Kilisenin bilimsel düşünce karşısındaki yobaz tutumunu eleştirerek aydınlanma çağını başlatanlar, karşı köşede bilimsel yobazlığa tutuldular. Her türlü dogmaya savaş ilan ederken, anlaşılmaz bir akıl tutulması içinde aklı ve bilimi putlaştırıp bilimsel dogmatiklik gibi garip bir hastalığa yakalandılar. Sonra bu anlayış ve temel üzerinden, hayatı tamamen manevi değerlerden soyutlayıp sekülerleştirdiler. Bunu yaparken sahih-muharref ayrımı yapmadılar, tahrif edilmiş dinî düşünceler için geçerli olabilecek eleştirileri toptancı ve kör bir bakışla, sahih din için de genelleştirdiler.
Ne yazık ki kendi muhteşem yaratılışına hayranlık içindeki insanlık, bu muhteşem sanatın sahibini görmezden geldi ve o Yüce Yaratıcısı’ndan geldiği çok açık olan Kur’an’a, tahrif edilmiş kitaplar muamelesi yaparak, aslında sadece kendine değil, nesline ve tüm insanlığın mutlu geleceğine karşı en büyük kötülüğü işledi.
İşte bu vahim yanlışın kötü sonuçları ve sancıları 20. yüzyılın son yarısında olduğu gibi, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de kendini ciddi olarak hissettiriyor. Yüce Yaratıcı’dan gelen sahih bilgilere ve hayati uyarılara gözü kör ve kulağı sağır bir insanlık, dünya geneline yayılmış bir adaletsizlik, vahşet ve zulümle acı faturalar ödüyor. Vahye olan bu duyarsızlık sonucu, teknolojik açıdan pek parlak ve ışıltılı görünen içinde yaşadığımız şu zaman dilimi, modern bir cahiliye dönemi olmaktan öte hiçbir anlam ifade etmiyor. Zira bugün, cahiliye döneminin yasaklanan tüm düşünce ve davranışları ve kötü gelenekleri, bütün çirkinliğiyle hortlayarak, yeni isimler veya yüzler altında meşrulaşmış bir şekilde hayatımızın içinde. Öyle yerleşmiş bir haldeki hem de hiç gidesi gibi değil. İçki, kumar, fuhşun her türlüsü, kan davaları ve kadınların özgürleştirme adı altında kandırılarak tekrar kendi gönülleriyle köleleştirilmesi ve itibar ve iffetlerinin ayaklar altına alınıp payımal edilmesi hepsi mevcut. Milletin emeğini sömürerek halkın sırtından sülük gibi geçinen zengin lobileri, bulundukları devletler içinde devletten büyük ekonomilere ulaştılar. Batısı ve doğusu, Asya’sı ve Avrupa’sı ile tüm dünya halkları, küresel ölçekte bir devlet kadar zenginleşmiş bir avuç zenginin, hem de meşruiyet dairesinde resmen gönüllü kölesi haline geldi. Yani kapitalizmin en vahşisi acımasızca insanlığı sömürüyor ve çözüm görünmüyor. Ahlaki çöküş ve hırslar son raddede. Kimse elindeki güçten, iktidardan binlerce, yüz binlerce insanın kan ve gözyaşına rağmen vazgeçmek istemiyor.
İşte böyle bir tablo içinde kadının durumu da cahiliye döneminden hiç farklı değil.
Cahiliye döneminde kadın, sadece Araplarda değil Batı’da da kendini korumaktan, bir insan olarak hakkını savunmaktan aciz durumdaydı. Yani resmen erkeklerin malları hükmündeydiler.
Ortaçağda Batı toplumunda kadının konumu içler acısıydı
Ortaçağda Batı toplumunda kadının konumuna bir bakalım. Yunan ve Eski Roma kültüründe kadın ikinci sınıf bir varlıktı. Kadının aşağılanması Hıristiyanlıkta da devam etti. 6. yüzyılda Mason meclisinde, kadınların ruhları var mı yok mu diye ciddî bir şekilde tartışıldı. Havva validemizin, ilk günahın işlenmesine sebep olan ve böylece insanlığın felaketini hazırlayan bir kadın olduğuna inanan Hıristiyanlar, kadına o dönemlerde daima bir şeytan nazarıyla baktılar.
İlk Hıristiyan lider Tertullian; ”Kadın, insanın kalbine şeytanın girmesini temin etmek için açılan bir kapı demektir. O, erkeği, Allah tarafından kendine yaklaşılması men edilen ağaca sürükleyen varlıktır. Ve ilahi kanunu bozmuş, Allah’ın yeryüzündeki sureti olan erkeği aldatmıştır.” sözleriyle ortaçağdaki Hıristiyan âleminin kadına bakışını özetliyordu.
Hıristiyan dünyasının meşhur şahsiyetlerinden biri olan Krisostem’in kadınla ilgili fikirleri daha iç açıcı değildi: “Kadın, kaçınılması imkânsız bir kötülük kaynağı... Vesvese yatağı... Hoşa giden bir bela… Bir iç tehlike... Gönüller avlayan güzel eşkıya... Süslü püslü bir musibet...”
Yine o çağlarda İngiltere’de mundar bir mahlûk sayılan kadınlar İncil’e el süremezlerdi. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün…
O dönemdeki Yahudilere gelince, onların kadına bakışını da şu dualarında görmek mümkün ki güne bu dua ile başlarlardı: ”Ezeli ilahımız, kâinatın kralı! Beni kadın yaratmadığın için sana hamd olsun.”
Evet, ortaçağda neredeyse dünya üzerinde yaşanılan tüm yerlerde kadın hakkındaki görüşler üç aşağı beş yukarı hep aynı mantıkta ve insanlık dışı idi…
Kur’an’ın nazil olduğu dönem cahili Araplarda kadının hali
Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telakki edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen ayette:
“Ey inananlar! Kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkmanız size helâl değildir.” (Nisâ, 4/19) buyrulmuştur.
Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu.
“Onlar: Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur, dediler.” (En’âm, 6/139)
Kadın, âdetinden temizlendikten sonra kocası ona “Şu adama git ve ondan hamile kal.” derdi. Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı.
Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek, kadının evine girerek, sırasıyla onunla cinsi münasebette bulunurdu. Kadın hamile kalıp da doğum yaparsa doğumdan birkaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu davete iştirak ederlerdi. Sonra onlara: “Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım.” deyip içlerinden birine işaret ederek “Çocuğun babası sensin.” derdi. O da bundan kaçamazdı.
Cahiliyye Araplarının en kötü adetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarında yapıyorlardı. Kur’an-ı Kerîm şu ayetlerle bu yapılanları şiddetle kınıyor:
“Onlardan birine Rahman olan Allah’a isnat ettikleri bir kız evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi.” (Zuhruf, 43/17)
“Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman… ” (Tekvir, 81/8-9)
“Ortak koştukları şeyler müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi. (En’âm, 6/137)
İslam; kadınları, çocukları, köleleri onurlu, şahsiyetli, itibarlı bir mevkiye taşıdı.
Bütün bunlardan sonra İslam, resmen büyük bir devrim yaparak kadınları, çocukları, köleleri, toplumun tüm kesimlerindeki her bireyi, kendi yerinde ve konumunda onurlu, şahsiyetli, itibarlı bir mevkiye taşıdı. Kadınlar ve erkeklerin Allahın kulları olarak birbirlerinden hiçbir faklarının olmadığını, cinsiyet ve ırkların üstünlük sebebi olamayacağını, Allah katında üstünlüğün ancak güzel ahlak, takva gibi erdemlerle olabileceğini tüm topluma kabul ettirip 1400 yıl gibi uzun yıllara bu anlayışı taşıdı. Evet, hâla kadınların dünya üzerinde saygınlıkları ve birtakım hakları varsa bunu İslam’a borçlular.
Şimdi birileri çıkıp İslam’ın kadınlara verdiği hakları eleştirebiliyor veya beğenmiyorsa onları muhatap almaya ve konuşmaya bile değmez görmek lazım. Aslında bu türden yaklaşımlarla kadınlara İslam’ın verdiği özgürlüğü yeterli görmeyenlerin amacını anlamak da hiç zor değil. Şundan ki; İslam’ın kadınlara çizdiği özgürlük alanı, onların izzet ve iffetlerini, namuslarını, şeref ve itibarlarını gözeten, onların analık ve kadınlık haysiyetlerini koruyan bir yapıdadır. Böyle bir inançtaki kadını herhangi bir şekilde kullanmak ve istismar etmek her yönüyle gayri kabildir. Kadına İslam’ın verdiği özgürlüğü yeterli görmeyenler; kadınlara ruhsuz, hissiz, duygusuz eşya muamelesini reva görüp bir ev, bir otomobil, bir eşya ile kadının güzelliklerini eşdeğer gören zihniyetteki kişilerdir. Zira bunlar bir otomobili, bir evi veya herhangi bir eşyayı pazarlamak ve satmak için, yanında güzel bir kızın güzelliklerini sergilerler ve dolayısıyla kadınlardan beklentileriyle eşyadan beklentilerinin aynı şeyler olduğunu aslında deşifre ederler. Bu zihniyetlerinden ötürü ailelerine sevgi, saygı ve sadakatleri, çocuk yetiştirmek gibi bir gaileleri yoktur. Bu düşüncelerinin gayet açık bir tezahürü olarak evlilik gibi kendilerini bir ömür bağlayıcı akitlerin altına girmek istemezler veya araba değişir gibi sıkıldıkça eş değiştirirler.
Çağdaş ve modern kadın söylemlerinin arkasındaki sömürüyü görmek lazım
Bilinmelidir ki kötü amaçtaki kişiler, kadınları alabildiğince istismar edebilmek için “çağdaş ve modern kadın” söylemleri kandırmacasıyla, sınırsız bir şekilde kendilerini özgür hissetmelerini sağlayarak ve bu taleplerinin onların gayet tabii insanlık hakları olduğuna onları ikna ederek, kendi özgür iradeleriyle kuzuları kurtların koynuna atarlar.
Bizleri, akşamları konu komşu, akraba ziyaretinden koparıp evlere kapatan TV dizilerine bir bakın! Orada kadınlar; bilgisi, görgüsü, ahlakıyla mı, yoksa güzelliğini pazarlayabildiği oranda mı değerli? Dikkatlice bakarsanız modern hayatın reklamını çok iyi yapan görsel ve yazılı medya “çağdaş kadın” tipi ile bilgili, görgülü, ahlaklı, akıllı, sorgulayıcı değil; genç, güzel ve bu özelliklerini sergileyen ve yasak ilişkilere açık kadın mesajı vermektedir.
Bütün bu yaşananlardan görülen o ki birileri kadının özgürleşmesinin değil, kolayca kullanılmasının derdinde.
Kadına; saygın bir eş, bir anne gibi değil de cinsel bir obje, kullanılıp bıkınca da değişilen bir zevk aracı, bir eşya, bir reklam malzemesi ve onların zaaflarından faydalanmak suretiyle çılgınca tüketime kolayca yönlendirilebilen ve böylece kapitalist sistemin çarklarına kıymetli oranda kapital akışı sağlayabilen kazançlı bir ticaret metaı olarak bakanların, kadın hakları savunucusu olması da tam ahir zaman alameti… Kurtlar, bir numaralı kuzu hakları savunucusu olmuşlar; ne tuhaf durum değil mi? Duygusal davranmayı bırakıp biraz aklını kullanan kadınlar için bu gerçeği görmek çok zor olmasa gerek.
Netice olarak çağdaş dünyada kadınların ahvaline baktığımızda cahiliyeden farklı bir tablo görünmüyor. Yine ön planda para ve gücü elinde bulunduran erkekler ve arka planda erkekler tarafından her türlü kullanılan hatta kullanıldığının bile farkında olmayan zavallı kadınlar var.
O zaman, İslam’a sahip çıkmak, kadınların cahiliyede olduğu gibi erkeklerin malı gibi kullanılmasının önüne geçmek, onların insanca yaşamlarına sahip çıkmak demektir.
İslam’a sahip çıkmak; kadının izzetini, iffetini, şerefini, asaletini, saygınlığını, istismarcı erkeklerin ve onların dostu şeytan taifesinin insafından kurtarıp şefkat ve merhameti çok Yüce Rabbin sevgi, şefkat ve merhametine teslim etmek demektir.
Hak ve batılın iyice karıştığı şu karanlık zaman diliminde, vahyin eskimez ve yanıltmaz hakikatine ve güneş gibi parlak aydınlığına her zamandan çok ihtiyacımız var. İnsanlık ve özellikle kadınlar gözlerini iyi açmalı, dostlarının ve düşmanlarının tespitini iyi yapmalılar.