Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde mü’minlerin kardeş olduğu ifade ediliyor. Günümüzde birlik beraberlik, kardeşlik şuurunu nasıl inşa edebiliriz?
Birlik ve beraberlik içinde birlikte yaşama ahlakını ve hukukunu sağlayabilmemizin en önemli unsuru, Sevgili Peygamberimiz ile birlikte yaşama şuuruna sahip olmak. Şu soru aklımıza gelebilir: O güzel hayatı yaşayan, eşsiz güzellikleriyle örnek olan Peygamber Efendimiz (sav) ile aramızda bu kadar zaman mesafesi varken O’nunla birlikte yaşamak nasıl mümkün olabilir ki? Cevabı çok kolay: O’nun sözleri, O’nun tavırları, O’nun davranışları, O’nun hayat tarzı yani sünnet-i seniyyesi eğer hayatımıza akacak olursa bizim hayatımız da son derece farklı anlam kazanır ve güzellikler tarafımızdan yaşanmaya başlar. O sebeple Yüce Rabbimiz bunun yolunu bize bildirmiş, hayatı Kur’ân’dan ibaret olan Sevgili Peygamberimiz’in sünnet-i seniyyesine uymamız gerektiğini âyeti ile ifade buyurmuştur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin...” (Âl-i İmrân, 3/31) “Andolsun, Allah’ın Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21)
Medine’de uzun yıllar süren Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki kan davasının İslam kardeşliğiyle nasıl sona erdiği, Allah’ın onları uçurumun kenarından tutup kurtardığı ifade ediliyor. “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân, 3/103) Hablullah (Allah’ın ipi)’nden kasıt da Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’e sarıldığımızda Yüce Rabbimiz’in mü’minlere hangi gözle baktığını, mü’minlerin birbirini nasıl anlaması ve kabul etmesi gerektiğini anlıyoruz.
Kur’ân-ı Kerîm’in sırrına vâkıf olma, gereği gibi yaşama noktasında çok da başarılı olamadığımız ayet-i kerimeyi hatırlatacağım: “Mü’minler ancak kardeştirler...” (Hucurât, 49/10) İş arkadaşı vs. değil; bakınız, Allah’ın mü’minlere biçtiği vasıf “kardeşlik”tir. Hani biyolojik olarak ağabeyimiz, ablamız, bacımız, kardeşimiz olur ya, aynı rahmi, aynı karnı paylaştığımız için “karındaş” kelimesinden türetilmiştir “kardeş” kelimesi. Rabbimiz, biyolojik anlamda değil, dinî olarak bizde görmek istediği vasıf kardeşlik vasfıdır. Yani bir mü’mine diğer kardeşi için en çok yakışan vasıf “kardeşlik”tir. Ve âyet devam eder: “Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” Sevgili Peygamberimiz de; mü’minin mü’minin kardeşi olduğunu, onun ardından konuşmadığını, ona zulmetmediğini birçok hadis-i şeriflerinde beyan etmişlerdir.
Genel manada da toplum içinde yaşama durumunda olan bizler için bir başka dikkat çekici hususu Rabbimiz Rum suresi 22. ayetinde ifade buyuruyor: “O’nun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.” Gerçekten Rabbimiz her birimizi iki göz, iki kulak, ağız ve burunla özel bir suretle yaratmış. Faraza, fabrikasyon diyorlar ya, hep aynı şekillere sahip olsaydık hayatımızda asla bu kadar güzellik olmazdı. O hâlde, suretlerimiz farklı olduğu, dillerimiz genel manada farklı olduğu gibi, düşüncelerimiz farklı olabilir. Fakat her mü’minin düşüncesindeki vahdet ve tevhid birdir; her bir mü’min her şeyden önce Allah’ın rızasını bir numaraya koymalıdır. Dolayısıyla düşüncelerimizdeki vahdet bu olmalıdır. Resûl-ü Ekrem Efendimiz’in hayatının tamamı Rabbi’nin rızasına matuftur; “Acaba ben Rabbim’i nasıl razı ederim.” diye düşünerek yaşamıştır. O’nun tek arzusu budur.
“YA RABBİ! BENDEN RAZI OL, BAŞKA HİÇBİR ŞEY İSTEMİYORUM”
Osmanlı döneminin değerli âlimlerinden Ebû Said Hatemî Hazretleri’nden aktarıyorlar. Kendisinin zaman zaman dilinden şu cümleler dökülürmüş: “Ah, ah! Çoban kazandı çoban, hem de ne kazanma!” Talebeleri merak ediyor. “Hocam, kimdir bu çoban? Ne kazandı ki siz hep bunu dilinizden dökülen bir cümle olarak arada bir söylüyorsunuz?” Hazret, “Gelin anlatayım, madem merak ettiniz.” deyip başlıyor anlatmaya. “Bir yolculuk esnasında iki kişi bana arkadaş oldular; öğlen vakti bir suyun başında mola verdik, bir şeyler yedik, abdestlerimizi aldık, namazlarımızı kıldık. Namazdan sonra dedim ki: ‘Arkadaşlar, yolcunun duası makbulmüş, gelin, Allah’tan dileklerimizi şu anda isteyelim. Kabul olursa yaşadık demektir.’ Peki, önce siz buyurun, dediler, ben ellerimi açtım: ‘Ya Rabbi! Uzun yıllar ilim tahsil ettim. İstiyorum ki talebelerim olsun, onları yetiştireyim ama şöyle yüksekte bir mevkide de bir medresem olsun, senden bunu niyaz ediyorum.’ Hep birlikte ‘Âmin’ dedik. İkinci arkadaşımız bir tüccarmış. O da ellerini açtı: ‘Allahım! Uzun yollar gidip geliyorum ama elimde doğru dürüst bir kâr kalmıyor; gidip geleceğime değecek kadar bana mal, mülk, servet versen; senden bunu niyaz ediyorum.’ dedi. Ona da ‘Âmin’ dedik. Üçüncü arkadaşımız bir çobanmış. Ellerini açtı, ne isteyecek diye kendisini merakla beklerken: ‘Ya Rabbi! Ben senin bana verdiklerine razıyım, sen de benden razı ol, başka hiçbir şey istemiyorum.’ Çoban öylesine Cenâb-ı Hakk’a doygunluk içinde ki ne ahireti ne dünyayı diline getiriyor. Ve Allah’ın rızasını istiyor.” Ebû Said Hatemî Hazretleri devam ediyor: “Görüyorsunuz ya evlatlarım! Sizin gibi güzel talebelerim, mevkiim, yüksek ve havadar bir yerde medresem var. Duyduk ki bizim tüccarın da epeyce malı, mülkü olmuş, anlaşılan bizim dualar makbul olmuş ama doğrusu içimizde kazanan çoban oldu. O ki Allah’tan sadece rızasını istedi. Allah bir kuldan razı olursa ona dünyada da ahirette de artık zeval yok. Onun için çobana özeniyorum.” diyor.
İşte bizim, mü’minin, birlik ve beraberlik şuurumuzu Allah’ın rızası hedef olarak tayin eder. Bunu başarabilirsek eğer birbirimize kırılmak, gücenmek, şunlar-bunlar, bizim başımıza iş açan hususlar olmaz. Ama nefsin ve şeytanın rızası girdiği zaman devreye, bütün sıkıntılar ailede de dünyada da coğrafyamızda da hep bu eksen kaymasından, niyet sapıtmasındandır.
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İ YETERİNCE TANIMIYORUZ
Kardeşlik şuurunu oluşturmamızda karşımıza çıkan engeller nelerdir?
Ashab-ı Kiram, Sevgili Peygamberimiz’in yaşantısını kendisine rehber edindiler. Aslında hâlleri, tavırları insaniyet namına da sıkıntılı olan bu kimselerden, 23 yıl gibi bir sürede, Peygamber Efendimiz’in (sav) gökyüzünün yıldızları olarak nitelendirdiği Ashab-ı Kiram ortaya çıkmıştır.
Öncelikle şunu doğru tespit etmemiz lazım: Biz Peygamber Efendimiz’i yeterince tanımıyoruz, tanıma yönüyle eksiğimiz var. Etrafımızda bizi kuşatan o kadar engelimiz var ki işin sırrına vâkıf olma noktasında başarısız oluyoruz ve bizler sünnet-i seniyye dediğimiz hususu hayatımıza intikal ettirme noktasında da duyarsız davranıyoruz. Dolayısıyla bu duyarsızlık Peygamberimiz’i yeterince tanımaya engel oluyor; tanıma ve sevme yönünden de bizi eksikliğe götürüyor. Çünkü bir söz var: “Seven sevdiğine mutlaka itaat eder.” Biz önce bu sevgiden mahrumuz.
Peygamberimiz’i tanıma adına bizim bir çabamızın olması lazım; bu çabamızın neticesinde biz o Asr-ı Saadet’te yaşanan hatıralardan etkileniriz. Peygamberimiz’in bizlerde tespit ettiği birtakım insanî hatalar, fıtrî kusurlar var. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm’de de belirtilen hususlardır. Mesela, insanoğlunun hep kendisini düşündüğünü, hep kendisinden yana olduğunu, aceleci olduğunu, cimri olduğunu ve buna benzer birtakım huylarından bahseder. Ancak iman eden salih amel sahiplerini müstesna kılar ve Sevgili Peygamberimiz de bu konuda bize uyarıcı bilgiler verir.
ATEŞİN ODUNU YİYİP BİTİRDİĞİ GİBİ HASED DE SALİH AMELLERİ YER BİTİRİR
Kardeşliğimizin önündeki engellerden en başta geleni, içimizde gizlenmiş bulunan ve İslam âlimlerinin çok önemle üzerinde durduğu bir huyumuz var: haset. Karşımızdaki kardeşimizi, akrabalarımızı çekememezlik duygusu. İnsan kibir, riya vs. kötü huyları uğraşarak, çaba göstererek temizler de en sona kalan çekememezlik duygusuymuş. Yani Allah’ın birisine verdiği nimeti tabir-i caizse hoş görmemek, uygun görmemek. Bunun adıdır hased. Ve hased, nefsin yeşile bürünmüş hâli, kurdun kuzu postuna bürünmüş hâli olarak tanıtılır bize. Öyle tatlı gelir ki, karşımızdaki kimseyi çekememezlik duygusuyla söylemiş olduğumuz sözler ve çoğu zaman bunlar bizi gıybete de götürür. Gıybet de bu kardeşliğe en önemli engellerden biridir. Bir kul, bir başka Allah’ın kulu hakkında gıybet ettiği zaman bilelim ki kardeşliğin önünde en büyük engel teşkil etmiş olur ve bir mü’mine yakışmayan hâllerdir. Ben şu günümüzde sosyal medya vasıtasıyla insanların birbirini çok rahat gıybet ettiğini, çekememezlik duygusuyla çamur attığını ve kendisini bundan alıkoyamadığını görerek -bir eğitimci olarak- üzülüyorum. Dolayısıyla arkasından konuştuğumuz insanla yüz yüze geldiğimizde ona “kardeşim” demeye yüzünüz olmaz, hakkınız olmaz. Allah ise her şeyi görüyor ve biliyor. O hâlde, kardeşliğimize engel olan bu iki hususa çok dikkat çekmeliyiz. Bu hususta kendimizi uyarmalıyız. Allah da Felâk suresinde şöyle buyuruyor: “Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden, sabah aydınlığının Rabbi’ne sığınırım.” Bir hadis-i şerifi aktarmak isterim: “Hasedden sakının. Çünkü ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi hased de salih amelleri yer bitirir.” Bu kadar açık ve net ifadedir. Kim ister kıldığı namazın, tuttuğu orucun sevabı yanıp kül olsun, bitsin? Ama hased ettiğimiz zaman hep kayıptayız ve bunun bir sonucu olarak da gıybet -Allah muhafaza- ölü kardeşinin etini yemeğe benzetilmiştir Kur’ân’da: “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının…” (Hucurât, 49/12)
Olan şeyi söylemektir gıybet, olmayanı söylemek iftiradır; bunu da her birimiz bir kere daha hatırlamış olalım. Dilini gıybetten, gözünü hasetten muhafaza eden mü’min, önce Allah’ın sevgisine mazhar olur. Allah bir kulunu sevdi mi, Hz. Cebrail’e sevdirir, “Söyle, melekler de sevsinler bu kulumu ve onun sevgisini diğer mü’minlerin gönlüne koysunlar.” buyurur. O hâlde, önce Allah’ın bizi seveceği bir hâle ulaşmamız lazım ki kulları da bizi sevsin.
“SENDE HÂLÂ CAHİLİYE DÖNEMİNİN KIRINTILARI VAR”
Hz. Ebu Zerr (r.a.), Hz. Bilal’e (r.a.) ‘kara kadının oğlu’ diye hitap etmiş; bu söz Peygamberimiz’in kulağına gitmiş ve çağırtmış Ebu Zerr Hazretleri’ni. “Sen de hâlâ cahiliye döneminin kırıntıları var.” diye Efendimiz onu azarlamıştır. Hz. Ebu Zerr son yıllarında, kölesi yanında. Hz. Ebu Zerr’i (r.a.) ziyarete gelen Ashab-ı Kiram bakıyor ki ne giyinmiş ise aynı kumaştan kölesinin üzerinde de var. Hayret ediyorlar. “Ben hayatımda böyle bir hâdise yaşadım. Bilal’den özür dilemek için kapısının önünde boylu boyunca yattım. Şu ayağınla yüzüme basmadıkça kalkmayacağım, dedim. O da bunu yapmak yerine beni elimden tuttu, bana sarıldı. Ben o günden sonra asla hiç kimseye renginden dolayı bir şey söylemedim. Bu kölem de Allah’ın bana takdir ettiği bir hizmetçidir. Efendimiz buyuruyor ki: ‘Köleler demeyiniz, evlatlarım deyiniz, oğullarım deyiniz. Hizmetçilerinize ne yiyorsanız ondan yedirin, ne giyiyorsanız ondan giydirin.’ Onun için beraber giyiniyoruz.” diyor. Ashab-ı Kiram böyledir.
Günümüzde Müslüman’ın Müslüman’a kötü sözler kullanması yani sövgü dili söz konusu. Bir Müslüman’ın dil ve üslubu nasıl olmalı?
Yüce Rabbimiz bir ayette, insanoğlunun ağzından çıkan her bir sözü kaydeden şerefli melekler vardır buyuruyor. Mahşer gününde insanın azaları dile gelecek, şu günahı işledik diye şahitlik edecektir. İnsanoğlu, “Niye aleyhimde şahitlik ediyorsunuz?” dediğinde, “Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu.” diyecekler. Mahşer günü Peygamberimiz huzurunda, sevdiklerimiz huzurunda böylesi bir duruma düşeceğini düşünen insan, sadece bunun için bile dilini kötü şeylere bulaştırmaz. Mü’mine yakışan sevgi dili ve sevdiğini ifade etme özelliğidir. Kardeşliğimizi geliştiren, birliği ve beraberliği sağlayan en önemli unsur, Allah için sevmek ve sevdiğini de ifade etmektir. Bunun en güzel örnekleri Asr-ı Saadet’te vardır. Peygamber Efendimiz ile ashabı bir gün oturuyorlardı. Birisi izin isteyerek ayrılıp gitti. Bir başka sahabe dedi ki: “Ya Resûlallah! Şu giden kardeşimizi ben çok seviyorum.” Efendimiz buyurdu: “Ona sevdiğini söyledin mi?” “Hayır, söylemedim.” “Bir kişi sevdiğine sevdiğini söylesin.” buyurdu. O sahabe hemen ok gibi fırladı ve yetişerek omzuna dokundu ve dedi ki: “Kardeşim, ben seni Allah için seviyorum.” O kişi de çok manidar bir sözle cevap verdi: “Beni kendisi için sevdiğin Allah da seni sevsin.” Dolayısıyla bir sevgiyi tebliğ noktasında bizler birazcık eksik kalıyoruz. Hassaten aile hayatımızda eşler, sevildiğini eşinden duymak ister. Ve Asr-ı Saadet’te Hz. Aişe validemiz yaşadığı bir hatırayı bize aktarıyor ki Ümmet-i Muhammed’in erkekleri bu konuda hassas davransınlar: “Evliliğimizin ilk günlerinde Peygamberimiz’e sordum: Beni seviyor musun ya Resûlallah?” Kendisi “Tabi ki seviyorum.” cevabını verdi. “Nasıl bir sevgidir?” deyince de “Sana olan sevgim, kördüğüm misalidir ey Aişe.” dedi ve ben bundan çok mutlu oldum. Bazen latife olarak derdim ki: “Ya Resûlallah! Bizim kördüğüm ne âlemde?” Bana cevaben derdi ki: “İlk günkü gibi ey Aişe.”
Bir kadının duyacağı sözü, eşinde duyması gereken sözü, Hz. Aişe annemiz anlatıyor ki biz de bunun farkına varalım. Çünkü insanlar, sevildiğini duymak ister. Peygamber Efendimiz de bunun bize yolunu gösteriyor; seven sevdiğini ifade etsin buyuruyor.
“Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” “Aranızda sevginin oluşması için size bir şey söyleyeyim.” buyuruyor Peygamber Efendimiz ve sonra da cevabı kendisi veriyor: “Aranızda selamı yayınız.” Ashab-ı Kiram, buluştuklarında ve ayrıldıklarında birbirlerine öyle selam verirlerdi ki, iki kişi yolda yürürken aralarına bir ağaç girse birisi sağından, diğeri solundan geçip de tekrar buluştuklarında birbirlerine tekrar selam verirlerdi; bu kadar hassasiyetleri vardı.
Efendimiz, “Mahşer gününde Allah’ın sevdiği kullarından biri de Allah için dünyada birbirini seven iki kişidir.” buyurduğu için onların tek derdi, Allah için sevdiği kardeşlerinin sayısını çoğaltmaktı.
Mahşer günü, dünyada Allah için olan sevgilerimiz geçerlidir. Sevgili Peygamberimiz’e kardeş olmak, O’nun istediği vasıfta olmak… Efendimiz (sav) bir gün gözlerinden yaş damlayarak, bir hasret ifadesi olarak “Kardeşlerimi çok özledim.” buyurdu. Ashab-ı Kiram, “Biz senin kardeşlerin değil miyiz ya Resûlallah?” diye sordular. “Hayır, sizler benim ashabımsınız. Kardeşlerim ise henüz gelmediler; beni görmeden bana iman edenlere ne mutlu!” diye buyurmuştur. “Sonradan gelecek ümmetim, bana öylesine sevgi ve hasret duyacak ki elinde, avucunda ne varsa onu heba edip de beni görmeyi dileyecekler. İşte ben onları çok özledim.” buyurduğu ve kardeşlerim dediği vasfa sahip olmak.
Bunun da tek yolu Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnet-i seniyyesine tabi olmak, hayatımıza o sünnet-i seniyyeyi yerleştirmektir. Efendimiz (sav) “Dinin elden gidişi sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar.” buyurmuştur.
Emin olunuz ki bugün biz ailelerimizde sıkıntı yaşıyoruz. Neden? Her türlü cihazımız, teçhizatımız, koltuğumuz vs. var ama Muhammedî muhabbet eksikliği yaşıyor, karı-koca birbiriyle iletişim problemleri yaşıyor. Bundan kurtulmanın tek yolu, Sevgili Peygamberimiz’in aile hayatına bakmak. O’nun salih evlat oluşu, O’nun bir iyiliksever akraba oluşu, O’nun saygılı ve nezaketli bir eş oluşu, şefkatli bir baba oluşu, merhametli ve sevecen bir dede oluşuyla bize örnekliğine çok muhtacız.