I. MEDİNE KUŞATMASI VE KUTLU SAVUNMA
Hendek, Arap Yarımadası’nda bulunan bütün düşman gruplarının toplu saldırısına karşı yapılan bir savunma savaşıdır. Bu nedenle hem siyasi, hem strateji, hem de taktik bakımından diğer savaşlardan farklıdır. O zamana kadar Arap Yarımadası’nda görülmemiş 24 bin kişilik bir ordu hazırlık aşamasını tamamlayıp yola çıkmak üzere iken Rasulullah (sav) durumdan haberdar oldu. Arkadaşlarıyla sıkı bir istişareye koyuldu. Ortaya atılan birçok görüşten Selman-ı Farisi’nin hendek savunmasını uygun buldu. Rasulullah (sav) Medine’nin, süvari birliklerinin hücumuna açık bulunan kuzey kısmında hendek kazılmasına karar verdi. Süratle araziyi dolaşarak kazılacak güzergâhı tek tek tespit ederek işaret koydurdu. Çok hızlı hareket etmek gerekiyordu. Çünkü Mekke ordusunun Medine’ye ulaşması için yedi günlük bir süre vardı. Hz. Peygamberle birlikte 3000 sahabenin gece gündüz çalışarak bir haftada tamamladıkları hendek 5,5 km. uzunluğunda, 9 metre genişliğinde ve 4,5 metre derinliğindeydi! Kazıdan çıkarılan toprak siper olarak kullanılmak üzere dışa değil de iç tarafa yığıldı. Mü’minler belirli aralıklarla yığılı toprak birikintileri üzerinde mevzilendiler.
Hafriyat esnasında bazı yerlerde büyük kayalara tesadüf etmişler ve onları kırmak mümkün olmamıştı. Yeterince derin olmayan bu zayıf noktalara Efendimiz nöbetçiler yerleştirdi. Hendek tamamlanmıştı ki, Ebû Süfyân komutasındaki müttefik düşman kuvvetleri Medine’ye ulaştılar. Şer ittifakı bir debdebeyle gelerek Uhud Savaşı’nın yapıldığı alana karargâh kurdular. Düşmanların ezici çoğunlukta olduğunu gören Hz. Peygamber, kan dökülmesini istemiyor ve meydan savaşı yapılmasını doğru bulmuyordu. Kadın ve çocukların kale ve hisarlara yerleştirilmesini emretti. Şimdi Müslümanların arkasında emniyetlerini sağlayan sarp dağlar, önlerinde de ebatlarını yukarıda verdiğimiz, binbir çilelerle kazdıkları hendek vardı. İnsanların en güzeli Sel Dağı’nın eteklerine karargâhını kurdu. Medine çevresine çöreklenen kötülük ittifakı, böylesine devasa bir hendekle karşılaşınca şaşırıp kaldılar. Bunun bir büyü olduğunu düşünmeye başladılar. Nasıl olabilirdi? Bu kadar kısa bir sürede şehre girişi imkânsız hale getiren böylesine derin, böylesine uzun ve geniş bir vadi insan eliyle yapılamazdı; bu olanaksızdı. Hendek boyunca at sürüp sürekli keşif yaptılar ancak bu korkunç büyüyü bozmanın imkânsız olduğunu anladılar. Sonunda kuşatmayı sürdürerek beklemeye karar verdiler. Bir ay süren kuşatma esnasında hendeğin her iki yanında bulunan taraflar birbirlerine ok ve taş yağdırmaktaydı. İslam ordusu bir yandan düşmanların başka noktalardan şehre sızmasına engel olmaya, bir yandan da onları hendek boyunca etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Müşrikler aralarında nöbetleşe hücuma geçiyorlar; bu birlikleri Ebu Süfyan, İkrime, Dırar gibi ünlü savaşçılar kumanda ediyordu. Bir gün Hz. Peygamber’in çadırı müşrikler tarafından yoğun biçimde ok yağmuruna tutulmuş, ancak ashabın ok ve taşlarla karşılık vermesi üzerine saldırı başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bir ara Kureyş süvarilerinden bir grup hendeğin dar bir yerini keşfederek İslam ordusunun bulunduğu tarafa geçmeyi başardı. Putperest Arap cengâveri Amr, düello için bir savaşçı istedi. Karşısına gençlik çağına yeni girmiş olan Hz. Ali çıktı. Rasûl-i Ekrem Hz. Ali’ye kılıcını verdi, kendi zırhını giydirdi. Amr, Hz. Ali’nin tek kılıç darbesiyle yere serildi. Onunla birlikte hendeği geçenlerden Nevfel’i de Hz. Zübeyr hendeğe düşürerek öldürdü; diğerleri de kaçtılar.
Beni Kureyza... Medine’nin kuzeydoğusunda yaşayan bir Yahudi kabilesi. Bunlar Medine Sözleşmesi ile Müslümanlarla ittifak yapmışlardı. Sözleşme gereğince bir tehlike anında Medine’nin savunmasına onların da iştirak etmesi gerekiyordu. Fakat bunun tam aksi gerçekleşti. Kuşatma altındaki Medine’de açlık, susuzluk zuhur edince onlar da içyüzlerini göstererek Müslümanlara ihanet ettiler. Hayber Yahudileri ile bağlantı kurup Müslümanları içerden vurmaya yeltendiler. Mekke müşrikleri hendeklere şiddetle taarruz ederken eşzamanlı olarak Beni Kureyza’da içerden kadın ve çocukların bulunduğu korunaklara saldırdı. Efendimiz 300 kişilik bir bölük göndererek iç saldırıyı önledi. Sahabeler, soğuk, açlık ve susuzluğun had safhaya çıktığı kuşatmanın son günlerinde Rasulullah’ın (sav) sayısız mucizelerine şahit oldular. Efendimiz bir gece derin vecd halinden huzur ve neşe içinde sıyrılarak ashabına göklerden gelen müjdeli haberi bildirdi; şer kuvvetler sabaha kalmadan arkalarına bile bakmadan çekip gideceklerdi. Öyle de oldu; gece yarısı çıkan büyük bir kasırga ve korkunç melek sesleri düşman ordusunun bütün yerleşkesini başlarına geçirdi. Korku ve dehşet içerisinde sabahı bile beklemeden düzensiz bir şekilde ricat ettiler! Bir gün önce Hayber Kalesinden gelen lojistik destek, kumanya ve tüm yardım malzemeleri Müslümanların eline geçti. Ashabın zafer sevinci görülmeye değerdi. Ancak Efendimiz, sahabenin gevşemesine fırsat vermeden hazır birlikleri hemen içerideki hainlerin; Beni Kureyza’nın üzerine sürdü. Kureyza Kaleleri 20 günlük bir kuşatmanın ardından teslim alındı. Hainler hak ettikleri cezalara çarptırılarak yok olup gittiler. Efendimiz Kureyş’e karşı mukavemet ve güç stratejisi uyguladı. Ticaret yolunu elinde tuttuğunu ve bu tehdidi her zaman kullanabileceğini göstermiş oldu. İslam dini ve Medine’deki yeni oluşum Mekkelilerde meşruiyet kazanmış oldu. Akın akın insan toplulukları İslam saflarında yer aldılar. Artık hamle yapma sırası Müslümanlara gelmişti; gittiler, kansız ve kavgasız bir şekilde Mekke’yi fethettiler.
II. MEDİNE KUŞATMASI VE LANETLİ YEZİT
Yıl Miladi 683. Emevi Meliki Yezit dönemi. Hz. Ali Şehit, Hz. Hasan Şehit, Hz. Hüseyin Şehit. Katliam ve vahşet sergileyerek kabile asabiyetini sağlamlaştırmak isteyen Yezit, Medine ve Mekke halkına kendisine biat etmelerini ferman etti. Kendisi Şam’da saltanat sürüyordu. Görünüşte kral olmasına rağmen Müslümanların nezdinde meşruiyet kazanmak için halife unvanına da sahip olmak istiyordu. Yezid’in gönderdiği biat birliği Medine’ye gelerek bağlılık akdi istediler. Yezidin üç yıllık saltanatı süresince Ehli Beyt’i hunharca katlettiğine, Medine’yi haraca bağlayıp şehrin tüm gelirlerini Şam’a götürüp Emevi ailesi arasında paylaştırdığına şahit olan ve tüm bu olup bitenleri sinesine çeken Medineliler, bu zorbanın onur kırıcı dayatması karşısında bir tavır sergilemeye karar verdiler. Şam’a bir heyet gönderip Yezit’le görüşme yapmak ve halifelik emaresi taşıyıp taşımadığını tespit etmek istediler. Yezid’in Medine valisi Osman b. Muhammed buna olur verdi. Şam’a giden heyet, karşılarında tahtına oturmuş, omuzunda süs maymunu taşıyan, yanındaki köpeğin başını okşayan, fütursuzca içki içip dansöz oynatan bir hayasızla karşılaştılar. Yezit onlara Medinelileri ikna etmeleri için yüksek miktarlarda rüşvet teklif etti, ancak onlar bu ahlaksız teklifi reddederek Medine’ye geri döndüler. Bütün Medineliler merakla onları bekliyordu. Heyet dönüşte Ensar’a izlenimlerini şu şekilde aktardı: “Biz öyle bir adamla karşılaştık ki ne Peygamberimiz’de ne de onun güzide halifelerinde böyle bir yaşam tarzı görmedik. Kâfirler gibi yiyip içiyor, putperestler gibi yaşıyor, zina ve fuhuşla gününü gün ediyor. Bu fasık, Müslümanların ibadet ve taatine de hiç yaklaşmıyor!” Zaten Ehli Beyt katliamının travmasını derinden yaşayan Ensar, bunları da duyunca çılgına döndüler. Bir kalkışma gerçekleştirerek başlarına zorla geçirilen Emevi valisi Osman’ı ve diğer Ümeyye Oğullarını gözaltına aldılar. Emir olarak Abdullah bin Hanzala’yı seçerek ona biat ettiler. Abdullah, -meleklerin yıkadığı sahabe- ünvanına sahip olan Hanzala’nın oğluydu. Hani zifaf gecesinde gusül abdesti almadan evden çıkıp, koşarak Uhud’a yetişip öylece de şehit olan Hanzala! Bu şehit sahabenin o bir gecelik beraberlikten doğan biricik oğlu Abdullah. Ailesi bereketlenmiş, sekiz yetişkin erkek evladı olmuştu. Abdullah, Yezid’e yardım etmemeleri sözünü aldıktan sonra alaşağı ettikleri vali Osman ve Mervan başta olmak üzere Ümeyye Oğullarının Medine’yi terk etmelerine izin verdi. Heyhat bu hatanın faturası ağır oldu. Çünkü Ümeyye Oğulları doğruca Şam’a giderek Medine’de olup bitenleri akrabaları Yezit’e bire bin katarak anlattılar. Yezit, Müslim komutasında yaklaşık 29 bin kişilik bir orduyu Medine üzerine gönderdi. Orduya katılanların çoğu Suriyeli Hristiyan Kelb kabilesine mensuptu. Komuta kademesi ise 500 kişilik Rum kurmay heyetinden oluşuyordu. Askerlerin kahir ekseriyeti çapulculuğa alışmış, yağmacı ve namus düşmanı maceracı kimselerdi. Her ordu mensubuna maaş haricinde maunet denilen yüksek meblağda bir pirim de ödeniyordu; yeter ki her emri gözü kapalı yerine getirsinler!
Kötü haber Medine’ye çabuk ulaştı. Medineliler nasıl bir savunma düzeneği oluşturacaklarını düşünürken Rasulullah’ın kazdırdığı hendek geldi akıllarına. Bu çok mantıklıydı, çünkü şehrin surları yoktu. Hz. Peygamber döneminden kalan bir kısım hendekler hâla varlığını koruyordu ancak derinlikleri kaybolmuş hatta birçok yeri tamamen kapanmıştı. Hızla çalışmaya başladılar ve büyük ölçüde 50 yıl önceki hendek düzeneğini ortaya çıkarmayı başardılar. Savaş düzenine henüz geçmişlerdi ki Müslim komutasındaki Yezit ordusu hendeğin önünde beliriverdi. Müslim, Ensar’a, teslim olmaları ve biat etmeleri için üç gün mühlet verdi. Ancak biat etseler bile yaşayan tüm sahabeler öldürülecek ve hayatta olan on kadar Bedir Ashabı’nın başları kesilerek, öldüklerinin kanıtı olarak kesik başlar Yezid’e götürülecekti. (Çünkü Yezit için Bedir Ashabı’nın ortadan kalkması, geçmiş ve gelecekle ilgili tüm sorunların ortadan kalkması anlamına geliyordu). Ensar’ın Emiri Abdullah bu ahlaksız teklifi şiddetle reddetti. Müslim, Ensar’ın direneceğini anlayınca ordusuna savaş düzeni verdi. İki gün boyunca şiddetli çatışmalar oldu. Yezid’in askerleri hendekleri aşarak şehre girmeye muvaffak olamadılar. Müslim şehrin arkasını dolanarak Ümeyye Oğullarına yakınlığıyla bilinen Beni Harise oğullarının bulunduğu bölgeye gitti ve onlardan ordunun gireceği kadar bir yol açmalarını istedi. Onlar da rüşvet ve can güvenliği karşılığında bu isteği kabul ettiler. Böylece Medineliler arkadan kuşatılmış oldular. Şehrin arkasından şiddetli bir saldırı geldiğini gören Ensar mücahitleri hendekteki mevzilerini terk ederek ailelerini korumak için evlerine koşuşunca şehrin düşmesi kaçınılmaz oldu. Mücahitlerin emiri Abdullah, sekiz oğlunun da ölümüne gözleriyle şahit oldu ve nihayet kendisi de 80 sahabeyle birlikte şehit edildi. Bu olay tarihte sahabe katliamı ve bir hafta süren yağmacılık nedeniyle “Harre Vak’ası” olarak bilinir. (26-27 Ağustos 683) Neticeyi haber alan Yezit, Rum ve Kelp kökenli Hristiyan askerlere verdiği sözü tutarak şehrin yağmalanmasına, katliam ve tecavüzlere izin verdi. (Halbuki daha önceleri babası Muaviye’ye, Hz. Hüseyin ve Ehli Beyt’e bir zarar vermeyeceğine dair söz vermiş fakat o mübarek insanlara kötülüklerin en büyüğünü yapmıştı). Tarihsel rivayetlerin farklılığı nedeniyle ne kadar zulüm yapıldığını, kaç Medinelinin şehit olduğunu söyleyemiyoruz. Ancak tüm veriler toplanıp ortalaması alınsa bile ortaya çıkan rakamlar 10 bin civarındadır. Bu olay Hz. Peygamber’in şehrine öyle büyük bir tecavüzdür ki yalnızca Harre Vak’ası bile Yezid’e lanet okumak için kâfi gelir. (Caizdir). Yezit!.. Hepi topu 38 sene yaşadı. Bu kadar kısa ömrüne dünyalar dolusu kötülük doldurmayı başardı. Üç buçuk sene saltanat sürdü. Yukarıda anlattığımız Harre Katliamı emrini verdikten bir hafta sonra Şam’ın Havran Köyü’nde, av partisinde içkili âlem yaparken kalp krizinden öldü! (683). Onun öldüğü sırada Medine’de katliam hız kesmeden devam ediyordu; Azabı bol olsun! O, kısacık rezil ömründe bize iki günlük dünya için fırıldak çevirmeye değmeyeceğini öğretti!
III. MEDİNE MÜDAFAASI VE FAHRETTİN PAŞA
I. Dünya Savaşı’na az bir zaman var. Sanhedrin üyesi Hahambaşı Haim Nahum (!...) önce Jön Türkler teşkilatına şekil verip sonra da İttihat ve Terakki partisinin eline yol planını tutuşturdu. Merkezi Yönetimde milliyetçilik organizasyonunu tamamladıktan sonra Arap milliyetçiliğinin tohumlarını ekmek üzere Mısır’a geçti. Mısır’da Lawrens’le beraber çalışıyorlardı. Haim, toplum mühendisliği projesini tamamladıktan sonra İngiliz Lawrens, askeri harekât planlarını uygulamaya başladı. Arap ayaklanmasına teşne olacak ve Arapların milliyetçilik duygularını kışkırtacak vak’alara ihtiyaç vardı. İttihatçılardan Talat Paşa’ya start verildi. Talat, sahte bir istihbarat belgesine dayanarak Suriye’de bir operasyona girişti. “Osmanlı’ya isyan için hazırlık yapıyorlar!” gerekçesiyle Suriye’nin en değerli kabile liderlerini derdest edip darağacında sallandırdı. Araplar iyice provoke olsunlar diye cesetlerini darağacında on beş gün asılı bıraktırdı. Bu olay nedeniyle Osmanlı düşmanlığı Arap dünyasında dalga dalga yayıldı.
Bunlar olurken öte yanda masonik mahfiller Almanya ile birlikte Osmanlı Devleti’nin de I. Dünya Savaş’ına girmesini sağladılar. Zafer sonrasında tüm Türkî devletlerle Osmanlı Türkleri birleşecekti. Ümmetçilik terk edilecek, onun yerine mega bir Türk Devleti kurulacaktı. Bu teklif Enver ve arkadaşlarının çok hoşuna gitmişti. Savaşın nihayetinde Almanya yenildi. Buna bağlı olarak Osmanlı Devleti de yenik kabul edildi. Şer kuvvetler Hristiyan kardeşleri olan Almanlarla tokalaşıp karşılıklı viskilerini içtiler. Sonra hep birlikte Osmanlı’ya dönüp “Yaptıklarının bedelini ödeyeceksin!” dediler. Masonik pazılın eksik parçaları yerli yerine oturmuştu. Çaresiz Mondoros’ta teslim ve terk antlaşması imzalandı. Filistin-Hicaz cephesindeki bütün ordularımız teslim olmasına rağmen, Medine Garnizon Komutanı Fahrettin Paşa ısrarla direniyordu. İngilizler gelişmeleri yalnızca izlemeyi ve Araplara bir zafer kazandırmayı düşünüyorlardı. İngiliz irtibat subayı Lawrens kabile reislerini satın alarak, bedevileri finanse ederek, silah, cephane ve lojistik ihtiyaçlarını temin ederek Haşimi Ordusunu oluşturdu. Başlarında Mekke Emiri Şerif Hüseyin vardı. Lawrens de onun emir subayı idi. İngilizler Şerif Hüseyin’e Mersin ve Adana’dan başlayıp Basra Körfezine kadar uzanan büyük ve bağımsız bir Arap devleti vaat etmişlerdi; Hüseyin de bu Arap devletinin kralı olacaktı.
Haşimi Ordusu tüm Arap şehirlerini ele geçirdi. Tüm demiryollarını, telgraf hatlarını ve ikmal noktalarını tahrip ederek Fahrettin Paşa’yı Medine’de kuşattılar. Kanlı çarpışmalarla dolu tam iki buçuk yıl geçti. Çapulcu bedeviler Fahrettin Paşa ve Osmanlı askerlerine resmen Kerbela’yı yaşattılar. Fahrettin Paşa kuşatma boyunca muazzam bir savunma savaşı sergiledi. Kuşatmanın son demlerinde yağmur suyu içtiler, çekirge ve böcek yiyerek hayatta kalmaya çalıştılar. Yıllardır İstanbul’dan bekledikleri takviye kuvvetleri bir türlü gelmedi; gelemezdi çünkü yardım yollarını İngilizler tutmuştu ve tüm cephelerde yenilmiştik. Paşa, Mekke ve Medine’deki hizmetkârlık görevinin bittiğini anlamıştı. Vedalaşmak üzere Rasulullah’ın huzuruna çıktığı o son gün hıçkırıklara boğuldu. Durumu yakından izleyen İngilizler düzenledikleri operasyonla paşayı Mescid-i Nebevi’de yakaladılar. Osmanlı askeri teslim oldu. (1919) Kimi kolsuz, kimi bacaksız kalmış askerlerin, birbirlerine sokulup halsiz mecalsiz bir durumda, son defa Harem-i şerif’i ziyaretleri, ağlaya ağlaya Ravza’ya yüzlerini sürerek dua etmeleri, yaptıkları veda... Osmanlı askerleri ile birlikte Medine’de kalan ve yıllarca süren kuşatmanın çilesini çeken yerli Araplar, bu hazin tablo karşısında hüngür hüngür ağlıyorlardı. Osmanlı birliklerinin elindeki tüm silah ve cephane Haşimiler’e ganimet oldu. Medine Şerif Hüseyin’in eline geçti, fakat o bir atlama taşıydı; İngilizler Hicaz topraklarının idaresi için Suudileri hazırlamışlardı. Piyonlarını iyi kurgulanmış yeni bir din ve yeni bir mezhep modeliyle kral ilan ettiler. Vehhabilik, Ehl-i Sünnet olan Osmanlılar’ı müşrik olarak nitelendiriyor ve bundan böyle muhtemel bir Osmanlı sempatisinin önünü tamamen kapatıyordu. Tarihin karanlıklarından özenle seçilen Vehhabilik, bir resmî ideoloji olarak Suudi krallığına monte edildi. Misyonunu tamamlamış olan Şerif Hüseyin için ölüm timi gönderdiler. İngiliz takviyeli Suudi kuvvetleri Medine’ye operasyon düzenleyerek tüm Haşimi Hanedanlığını ve ordu birliklerini yok ettiler. Şerif Hüseyin ele geçirilemedi; kaçtı veya kaçırıldı! Nereye mi? Kıbrıs’a! Hayatının geri kalanını Rauf Denktaş’ın baba evinde, Hakim Raif Bey’in evindeki teras katta, bir göz odada geçirdi. Ağlayarak, inleyerek, başını duvardan duvara vurarak kahrolurdu her gün. “Ben bunu Osmanlı’ya nasıl yaptım, ben yarın mahşer yerine nasıl çıkacağım, ben bu ihanetin, dökülen Müslüman kanının hesabını nasıl vereceğim!” diye feryat eder, sonra da düşer bayılırdı. Raif Bey de onu teselli kabilinden “Hüseyin Efendi! Olan oldu, Osmanlı Devleti parçalandı, ölenler öldü, koca bir Hicaz halkı Vehhabi oldu sapıttı, İngilizler petrollere el koydu! Bugünden sonra dövünüp durmanın sana ne faydası var! Kendini paralayıp durma!” diye teselli ederdi. Şerif Hüseyin hayatının son günlerinde ortaya çıktı ve 1931 yılında Ürdün’de öldü. İşte Osmanlı himayesinden firar eden Arap dünyası o günden beri pusulasız ve rotasız, Rabbimiz’in Yunus suresinde bildirdiği akılsızlığın pislik çukurunda, pislik içerisinde kıvranıp durmakta…
Mekke’nin kapitalist müşrikleri “Putlarımızı korumalıyız!” sloganı ile Rasulullah’a karşı cephe aldılar. Aslında eciş bücüş taş yontusu heykelleri değil; Mekke’nin arka sokaklarındaki kadın ve köle ticaretini, içki-kumar ve faiz döngüsünü, yani kurdukları rant düzenini koruyorlardı. Yezit, kurduğu dünya saltanatını pekiştirmek için kırıp döküyordu ortalığı; bunun uğruna tüm kötüleri ve tüm kötülükleri oyun sahasına sürmekten çekinmiyordu. Zaman zaman sureti haktan göründüğü, “Burnu halkalı bir köleden daha mı kötüyüm ki bana biat etmiyorsunuz!” dediği de oluyordu. İngilizler, Araplar için barış ve özgürlük temennisi ile ortalığı cehenneme çevirirken yalnızca Müslümanları başsız bırakmak, petrol bölgelerini ele geçirmek ve koloni sayısını artırmayı hedefliyordu. Bütün bu kötülükler ancak kötü insanların ittifakı ile gerçekleşebiliyordu. Kullanan, kullanılan, ebleh, cahil, saf, finansör, satılmış, provokatör, hain, rant kartelleri… Kimler rol almıyordu ki bu kirli oyunda! Haim Efendi ölmedi; kıtalar dolaşıyor. Sorun size söylesin!