Türkiye Hür Dünya İçin Değerlern Koçbaşıdır...
Muzaffer Özak Hoca’nın güzel bir konuşması var: “Âmentübillah ila murâdillah.” Yani Allah (c.c.) nasıl inanmamızı istiyorsa öyle inanın diyor Hazret… Sadece kendi kafanıza göre inancı belirleyemezsiniz demek istiyor… Hem Âmentü’yü korumak yani imanı hem de Allah’ın rızasına ve muradına uygun hareket etmek… Bunu gerçekleştirmenin yolu ise hikmet üzere hareket etmek… Hikmet yani her şeyi yerli yerinde yapmak ve ne yapılıyorsa o işin yerli yerince gerçekleşmesi… Çünkü bir işin hikmetli olmasının tecellisi sadece kullara bağlı değildir. Bugün Türkiye’de yaşananları doğru yorumlamak için de elimizde bir mikyas, bir ölçü olmalı… Aksi halde böyle bir dönemde ne kendi varlığımıza yani varlık nedenimize, misyonumuza, mazlum milletler ve ümmet için ortak hedeflerimize ne de Türkiye’nin dünyada durduğu yere, doğru anlam verebiliriz. Halkın siyasete, ekonomiye, sosyal hayata, haksızlığa karşı dik duruşuna, insan haklarına, insan olmaya teveccühünün arkasında neler olduğuna da… Malumdur ki bir milletin ya da topluluğun en önemli değeri, o milletin akaidi yani varlığa, hayata, insana bakışını belirleyen temel amilleridir. O yüzden Muzaffer Özak Hoca gibi, “Âmentü billah ila murâdillah” diye başladık söze… Bu milletin, bu topraklarda yaşayan insanların ortak inanç, yapıp eyleme biçimi, tarz-ı telakkisi, maşeri vicdan diyebileceğimiz ortak “iç aklı” ise bellidir ve eğer doğru değerlendirilirse önümüzü görmek, yolumuzu açmak bakımından tüm “üst akılların” çok çok fevkindedir. Önemli olan bizim, millet olarak bunu ne kadar taşıdığımız ya da temsil ettiğimizdir. Bu ise gıdalanılan temel kaynağa, özünde ne kadar bağlı olduğumuzla yakından alakalıdır. Artık yaşadığı tecrübelerle hiçbir şeyin sahtesiyle asla vücud bulunulamayacağının ve tatmin olunamayacağının farkında olan bu milleti doğru taşımak ve doğru yönlendirmek, millet ve ümmet için, mazlum topluluklar için hayati bir konu olup, tamamıyla bir metot ve sistem, ahlaki bir duruş ve söylem, aynı zamanda da doğru strateji sorunudur. Bunun böyle bilinmesi ve fark edilmesi, üzerinde tartışmasız ittifak edilen bir konudur.
Evet, Türkiye bugün hem İslam dünyası için hem dünya geneli için, hak ettiği değer üzere bir kutsalın korunması gibi korunması ve baş tacı edilmesi gereken bir mekândır. Çünkü tüm dünyada insanlık tarihinde değer adına ne varsa, Türkiye’nin şahsında insanlığa ait değerlerin alaşağı edilmeye çalışıldığı ülke Türkiye’dir. Çünkü görünen o ki İslam düşmanı bütün şer güçlerin var gücüyle yüklendiği ülke Türkiye’dir. Yani aslında İspanya’dan Yahudileri getiren, Kudüs’e Kudüs ismini veren, Balkanları ve Ortadoğu’yu yeşerten, Orta Asya’yı himaye eden Türkiye… Tüm bu coğrafyalarla çok sıkı tarihsel ve duygusal bağları, stratejik vazgeçilmez ilişkileri olan Türkiye… Saymakla bitmez sebeplerle, kime ne iyilik yapmadı ki… Neredeyse yeryüzünde iyilik yapmadığı toplum kalmamış… Sırpına, Bulgarına, Macarına kadar yüzyıllarca kimseyi incitmemiş… İnsanlığın medeniyet haritasında iyilik elinin değmediği yer kalmamış… Afganından, Kafkasına, Boşnakından, Kırımlısına, Suriyelisinden Iraklısına, Afrikalısına kime gönül hanemizi, evimizi, yurdumuzu açmadık ki… Bir kısmı milletimiz, bir kısmı ümmetimiz, bir kısmı insanlık kardeşimizdi. Yani insan olma noktasında “kuzen milletler…” İşte tüm bu mazlumlar ve sahip çıkılacak değerler adına, kaleyi sağlam tutmazsak gidecek yerimiz yok ve Suriye’ye, Mısır’a, Libya’ya, Irak’a ise yapılanlar belli… Allah’a sonsuz şükürler olsun ki bu millette ürkecek, korkacak, kaçacak bir yapı yok… Tam aksine fetih ruhuyla geldiğimiz bu topraklarda ancak fetih ruhuyla tutunabileceğimizin de farkındayız. Çünkü Maveraünnehir’in, Horasan’ın, Türkistan’ın, Buhara’nın, Semerkand’ın manevi nefesleri var bu topraklarda… Aynı kudsî maya… Düşmanın ise niyeti belli… İslam’ın son kalesi olma hüviyetindeki Türkiye… Tabi bu arada “dost vefasız, düşman kavî” gerçeği de ortada… “Tırnağı olan başını kaşısın” dozunda dünya milletleri… İmam Şafi’nin, “Fitne zamanında düşmanın okunu nereye attığına bakın.” sözü, zihinlerdeki karışıklığı çözmeye fazlasıyla yeter herhalde… Bugün ise her bakımdan fitnenin kaynağı belli, hedefi de belli…
Tam da bu noktada henüz oturmamış eksenimizde, keskin sapmalar çok riskli… Bu millet, kendi tarihî ve iç çalkantıları da dahil çok zor günlerden bugünlere geldi. Öyle ki ayakta kalma ve hayata tutunma mücadelesi vererek yol aldı. Üstelik Türkiye’de dini öğrenme ve bu vesileyle Allah’ın rızasına uygun olarak hayatı idame etme çabası da bundan menfi manada fazlasıyla payını aldı. Bu arada yüksek maneviyatı ve keskin feraseti olan Mehmed Zahid Kotku (ks), Muhammed Raşid Erol (ks), Gönenli Ahmet Efendi, Alvarlı Efe Hz., Nevşehirli Abdullah Efendi, Erbilli Esat Efendi, Muzaffer Özak Efendi, Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi, İskilipli Atıf Hoca, Süleyman Hilmi Tunahan (ks), Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu, Ladikli Ahmet Ağa, Ahmed Amiş Efendi gibi çok mümtaz, hakiki Allah dostları yetiştiği gibi; kitleleri bir şekilde peşinden sürüklemeyi başaran, Hak’tan yana görünen ama hakikatten nasiplenmemiş insanlar da yetişti. İşte bunlar hep geçiş döneminin ürünleriydi. Bu millette eğer bir maneviyat varsa hep bu büyüklerin yaralara vurduğu neşter ve yaptıkları akl-ı selim tedavidir hiç şüphesiz… Geleneğin asli unsurları ve hakiki maneviyat erleri olan bu insanların yerleri bugün ne yazık ki doldurulamadı ya da aynı bereketli tablo henüz görünmemektedir. Ehlinin azalarak gittiği bu maneviyat vadisi, yerini bugün bazı temel öğretileri aktarabilen ortalama bir ilmî geleneğe dönüşmüş, belki de geleceğin güçlü erlerini yetiştirmekle meşguldür. Ama görünen o ki toplum bu konuda sahipsizdir. Bu haliyle dahi İslam’ı savunan, hürriyeti, onuru, iffeti için canını fedaya hazır dirayetli insanlar varsa o da ancak bu çalışmaların milletin sinesine kazıdığı hakiki imanla ilgili olsa gerektir. Yukarıda isimlerini saydığımız büyükler milleti ayakta tutan bu çabayı sadece ve sadece Allah’ın (c.c.) rızasını kazanmak için yaptılar ve ihlasları kadar da makam sahibi oldular. Bireysel, pragmatik, dünyevileşmeye dayalı bir kaygıları yoktu ama Allah için dünyayı imar etme gibi bir davaları vardı. Bu uğurda bir ömür mesai eylediler Allah için…
Bugün ise toplumun dinî bilgilenme noktasında teveccüh eylediği merkezler, hayatı tanıma, asrı tanımlama, insana insanı anlatma, Allah’ın dinini hakkıyla tanıtma, İslam’ı yaşama ve yaşatma, ahlaki olarak örnek olma noktasında yeterliliklerini ortaya koydukları oranda hakikat planında doğru bir yerde durma ve makul bir temsil ile bu işi doğru yapan doğru insanlar olduklarını söyleyebilirler. Hiç şüphesiz eksikler çok… Ama bir gerçek var ki bu topluluklar, yeryüzünde Müslümanların ekseriyetini oluşturan Ehl-i Sünnet anlayışına mensup ve bu minval üzere kelam, fıkıh, tefsir anlayışları var. Geçmişin bereketli ilim geleneği bu asırda doğru dürüst kurgulanabilir, eğitim ve öğretimde vakarlı ve yetkin mevkiine taşınabilirse bu topluluklar İslam’ın fikir ve hikmet geleneğini ve geleceğini besleyecek ocaklar olarak hayatî öneme haiz oldukları ortada olan topluluklardır. En azından niyet ortada ve talip olunan şey budur. Yine bugün, kendi içinde ihya ve inşayı gerçekleştirmesi gereken yapı, maalesef gelenek karşıtı, Ehl-i Sünnet karşıtı görüşlerle manüple edilmiş ve eksen sapmasına uğratılmaya çalışılmıştır. Hepsinde de oryantalist sinsilikler olan bu yapılanmaların, geçmişi yüzyıllara uzanan sahih ve muhkem yapılarla taban tabana zıt olduğu çok açıktır. Sırf bu ana nedenle dahi, şartları bahane ederek, cemaatler, -hakikaten İslam’ı öğrenme ve öğretme derdindeki cemaatler- zımnen de olsa zan altında bırakılmamalı; vatanını ve milletini seven bir halkın içinden çıkan bu gayret, Ehl-i Sünnet dışı akımlara heba edilmemeli, ettirilmemelidir.
Sonuç itibarıyla kul hakkı çok zor, Allah hakkı ise her şeyin üstünde... Din-i mübin vazgeçilmez değer, tebliğ bir yaşam biçimi ve Müslüman’ın sesi soluğu, Kur’an ve Sünnet’e dayalı ilim vazgeçilmez kaynak ve hakikat, insan ise bir ahiret yolcusu… Doğru yapan, doğru yaşayanların mükâfatını Allah veriyor; ihlas ise fikrin, düşüncenin, ahlakın namusu… Bu zamanda en önemli şey, elimizdeki kadim kaynağı, kutsalı doğru değerlendirmek ve doğru işler yapmak… Maddi manevi ilimlerin bizi sürüklediği ciddi disiplinlerle yola devam etmek… Durduğumuz yer ise tüm bu özü ve düşünceyi yansıtan en muhkem sonuç bir bakıma. Çünkü öz ile söz ancak böyle perçinleniyor ve bundan da Allah’ın rızası umuluyor. O nedenle cemaatlere ön yargıyla bakmak, halkın, vatandaşın, müminlerin dine dair duygularına yön verme iddiasında olmak, “en iyisini ben bilirim” demek ve icraat sahibi olarak sorumluluk almak demektir ki, iyisiyle kötüsüyle ciddi muhasebe edilmesi gereken zorlu bir işe soyunmak demektir. Bu konuda resmî, gayr-i resmî bütün kurumlar gayet hassas ve dikkatli olmalıdır. Çünkü din hiç kimsenin tekelinde değil… Din, insanların, yürek ortaya koyduğu, çaba harcadığı, ancak samimi oldukları kadar gerçek manada madden ve manen varolabildikleri bir alan... Hem dünyevi hem uhrevi manada bu böyle… Üstelik Allah “Rahman ve Rahim…” Hz. Muhammed (sav) ise tüm insanlığa hitap ediyor… Avamından havasına, halkından idarecisine, âliminden abidine, müttakisinden zalimine kadar herkes öbür âlemde hesap verecek; yüküne, sorumluluğuna, derdine, çabasına, kaderine, maddi ve manevi çapına ve imkânlarına göre… Heidegger’in dediği gibi “Soru sormak aklın dindarlığıdır.” ve bu çerçevede Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun deyimiyle: “Sahici sorular sahici adamların işidir ve muhataplarına sâdık ve müstakîm yollar açarlar.” Öyle anlaşılıyor ki bu altın kuralı uyguladığımız kadar isabetli davranacak ve doğru yol alacağız… Sahici adamlar, sâdık ve müstakîm yollar… Allah’a hamdolsun ki bu milletin gücü ve potansiyeli, şu ana kadar çıkardığı liderler, buna yetiyor…
Bu manada, Yeni Şafak Gazetesi’nde “Cemaatlere Saldırmak, Toplu İntihara Kalkışmaktır” başlıklı makalesinde; küresel sistemin Ehl-i Sünnet omurgayı çökertme çabasına ve aslen “paralel din” tehlikesine dikkat çeken Yusuf Kaplan’ın, “Ehl-i Sünnet’e saldırmak, İslam’la savaşan Batılıların değirmenine su taşımaktır!” tespiti gerçekten çok yerinde, çok düşündürücü ve çok uyarıcıdır… Bir taşla beş kuş vurmaya çalışan “üst aklın” menfur oyununa gelmeyelim, feraseti ve sağduyuyu elden bırakmayalım, lütfen… Allah’ın izni ve yardımıyla “Bir olalım, diri olalım, iri olalım.”
Allah’a emanet olunuz…