Madde nedir, ilk madde nedir, ya da ilk maddeyi oluşturan temel birim nedir?” soruları kuantum fiziğinin, 11 boyutlu uzay-zaman geometrisinin, hatta Cern deneyinin cevaplar aradığı temel soru. İlk dönem filozoflarından Einstein’a, günümüzde Hawking’e kadar birçok dehanın da kafa konforlarını epeyce bozan bir husus. Bu gizemli soruya henüz tam olarak cevap verilebilmiş değil. Efendimiz (sav) de “Ya Rabbi, eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster.” buyuruyor. Her şey dönüp dolanıp bu “varlığın özü”, “eşyanın hakikati” noktasında düğümleniyor. “Eşyanın hakikati” mevzuu neden bu kadar önemli? Eşyanın hakikatine ulaşılabilir mi? Ulaşılabildiği takdirde insanlığın kazanımı ne olacaktır? İnanç bağlamında değerlendirebilir miyiz?
Zihin, ruh ve enerjiden farklı olan, mekân kaplayan, durgun kütlesi olan fiziki cevhere madde diyoruz. Kâinatın meydana geldiği, zamanın sıfır olduğu an ve hemen akabinde sadece enerjiden ibaret olan, yani durgun kütlesi olmayan foton gibi bozon denilen parçacıklar mevcuttu. Kâinat genişleyip sıcaklığı hızlı bir şekilde düşmeye devam ederken enerji halindeki bozonlar elektron-pozitron (antielektron), kuark-antikuark gibi madde-antimadde çiftlerine bozundular. Değişik çeşnilere sahip kuark ve antikuarkların etkileşmeleriyle proton ve nötronlar meydana geldi. Proton ve elektronların etkileşerek bağlı bir sistem teşekkül etmeleri üzerine en basit atom olan hidrojen meydana geldi. Bu süreç çok kısa zaman aralıklarında hızlı bir şekilde devam etti. Bilindiği gibi bizim dünyamız en, boy ve yükseklik olarak üçü mekân biri de zaman olarak dört boyutludur. 1905 senesinde Einstein’ın özel izafiyet teorisini formüle etmesinden bir müddet sonra Alman fizikçisi Minkowski mekân boyutları ile zamanı hususi bir şekilde bir araya getirerek dört boyutlu Öklid geometrisinden farklı bir dört boyutlu uzay-zaman geometrisi oluşturdu. Bu Minkowski geometrisinin özel izafiyet teorisinin daha iyi anlaşılmasına imkân sağladığı ve aslında özel izafiyet teorisinin kabullerinin bir neticesi olduğu ortaya çıktı. Öklid geometrisinde olduğu gibi, Minkowski uzay-zaman geometrisinde de başlangıçta birbirine paralel olan çiziğiler hep paralel kalırlar. Bu hususiyete istinaden bu geometrilere “düz” yani “eğik veya bükük olmayan” denilmektedir. Diğer taraftan, bir kürenin yüzeyi ve bir semerin yüzeyi gibi başlangıçta paralel çizgilerin paralel kalmadıkları “eğik/bükük” geometriler de bulunmaktadır. Böyle eğik/bükük yüzeyler Riemann yüzeyleri olarak adlandırılırlar. Einstein’ın formülasyonunu 1915 senesinde tamamladığı genel izafiyet teorisi veya diğer adıyla gravitasyonun izafi teorisi ise eğik bir uzay-zaman geometrisi icab ettirmektedir. Klasik gravitasyon ve elektrik teorilerinin “ters kare” teorileri olmaları, yani iki kütle veya iki elektrik yükü arasındaki mesafenin karesi (ikinci kuvveti) ile ters orantılı olmaları gibi benzer noktalardan hareketle gravitasyon ve elektrik hadiselerinin asıllarının bir olduğu fikri pek çok fizikçiye cazip gelmiştir. Gravitasyon ve elektromanyetizma teorilerini birleştiren ilk birleşik alan teorisi 1921 senesinde Kaluza ve 1926 senesinde Klein tarafından ileri sürülmüştür. Bu teorinin uzay-zaman geometrisi dördü mekân biri de zaman olarak beş boyutludur. 1960’ların sonlarında kavi (kuvvetli) nükleer etkileşmeleri izah için ileri sürülen sicim teorisinde parçacıklar nokta olarak değil de uzunluğu olan bir sicim olarak tahayyül edilmiştir. Daha sonraları fermiyonlarla (spinleri, ½ , 3/2 gibi olan parçacıklar) bozonları (spinleri 0, 1, 2 gibi olan parçacıklar) birbirine dönüştüren süpersimetri operasyonu ilavesiyle ortaya çıkan süpersimetrik sicim teorileri bilinen dört etkileşmeleri ( gravitasyon, elektromanyetizma, zayıf etkileşme, kavi etkileşme) kuantum alan teorisi çerçevesinde birleştirmeyi hedeflemiştir. 1990’ların ortalarında bu sicim teorilerinin 11 boyutlu M-teorisinin değişik limitlerine tekabül ettikleri anlaşıldı. Bu teorilerin en büyük zayıflığı müthiş büyük bir sayı kadar muhtemel versiyonlarının var olmasıdır. Bu muhtemel kâinatlar kümesi arasından hangisinin bizim kâinatımıza tekabül ettiğini seçecek kıstas veya kıstaslar bulunmamaktadır. Bu mevzulara kafa yoran büyük fizikçiler bu kadar ihtimal önünde aciz ve çaresiz kalmışlardır. Böyle bir kıstasın ve benzer sırların ancak ilahi ilham ile bilinebileceğini sevgili Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in şu derin sözünden anlıyoruz: “Allahumme erina hakaikil eşyai kema hiye - Allahım eşyaların hakikatlerini bize oldukları gibi göster.” Eşyanın hakikati mevzuunun niçin bu kadar mühim olduğu ise insanın kâinatı ve kendisini anlama arzusu ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Bu arzu sayesinde asırlarca yapılan felsefi çalışmalar ve Einstein’ın genel izafiyet teorisi kâinatın ezeli olamayacağını, evveli olmayan bir sıfır anında aniden sonsuz veya muazzam büyüklükte enerjiye sahip bir nokta olarak ortaya çıktığını göstermiştir. Allah’a inanan fizikçiler bu vücud bulma-var olma hadisesini “yoktan yaratma” olarak kabul ederken, ateist fizikçiler ise bunun “vakumda kuantum titreşimi” olarak kabul etmişlerdir. Ateist görüş büyük iddialar ileri sürmesine rağmen hasıraltı edip görmezden geldiği, bizlerin de sorgulamasını istemediği, fiziki olarak kabul edilmesi mümkün olmayan kabullere haizdir.
Bilim adamları eşyanın hakikati mevzuuna gerçekten çok ehemmiyet vermişlerdir. Bunun en güzel misallerinden biri olarak 2015 senesi eylül ayında keşfedilen gravitasyon dalgaları gösterilebilir. Yirmi seneden fazla bir süre yılmadan gayret ederek ve bir milyar dolardan fazla harcayarak nihayet gravitasyon dalgalarının mevcudiyeti ispat edilmiş ve Einstein’ın genel izafiyet teorisinin gravitasyon kısmı bir kere daha deneyle yüzleştirilmiş ve doğruluğu tasdik edilmiştir. Bu çalışmalara eşyanın hakikatini anlama gayreti olarak bakmayıp tamamen menfaatçi bir yaklaşımla “Bu dalgaların mevcudiyetini ispatlamanın teknolojiye ne faydası var, bu kadar masraf yapmak niye?” gibi suallerle irdelemek, ancak beyninde ve ruhunda tecessüs bulunmayan insanların yaklaşımıdır. Maalesef, hem ülkemizde hem de İslam âleminin başka yerlerinde bu kafada insanlardan bolca bulunmaktadır.
İmanlı bir insan kâinatı anladıkça onun azameti, muhteşem düzeni, kanunlarının karmaşıklığı karşısında kendisini daha iyi tanıma imkânına sahip olmakta, daha iyi tanıyıp anladıkça da Yüce Yaratan’ı daha iyi idrak etmekte ve O’na yaklaşmaktadır. Diğer taraftan bu hakikatler, ateist bir kimsenin ise küfrünü artırmakta, batıl itikadı içinde kaybolmasına yol açmaktadır. Eşyanın hakikatine ulaşılabilir mi sualine gelince, bir bütün olarak, eksiksiz olarak eşyanın hakikatine ulaşmak imkânsızdır. Biz o hakikat ve hakikatlerin ancak çok küçük bir kısmına ulaşabilir ve anlayabiliriz. Bütün bu hakikatler Allah’ın ilminin bir parçasıdır. Allah’ın ilminin büyüklüğünü idrak etmek bizim kabiliyetimiz, idrakimiz dışındadır. Biz ancak Allah bizim için ne kadar takdir etti ise o kadar bilebiliriz. Şu Kur’ân ayeti bu mevzuu bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır: “Subhâneke lâ ‘ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ inneke ente’l ’alîmu’l hakîm” (Sen şanı yücesin, bütün eksikliklerden münezzehsin. Senin bize öğrettiğinden başka ilmimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin.) (Bakara, 2/32)
En son bilimsel çalışmalar, evrenin aslının kuantsal yapıdan oluşan ve holografik özellik gösteren bir bütünsellik olduğunu ortaya koyuyor. Atomaltı parçacıklar birbiriyle ilişki içerisindeler. Yani varlığın tümünde olan özellik, varlığın her zerresinde de mevcut. Her şeyin her şeyle bağlılığı, ya da başka ifadeyle “Bir’in her’de her’in bir’de olması” evrenin tümüyle parçaları arasında bir “birliğin” varlığını ortaya koyuyor. Evrenin aslını oluşturan söz konusu bu birlik anlayışı ile İslam’ın aslını oluşturan tevhid anlayışının en son bilimsel bulgu ve gelişmeler ışığında aynı ortak paydada buluştukları anlaşılıyor. Bu bağlamda evrende var olan ve bütünsellik arz eden söz konusu kuantsal yapı ve holografik özelliği İslam’ın tevhid akidesinin bilimsel bir izahı olarak okuyabilir miyiz?
Kâinatın kuantum yapısı gösterdiği üzerinde itiraz edecek pek fizikçi olmadığını düşünmemle beraber, kâinatın holografik özellik gösterdiği üzerinde hemfikir olacak fizikçi sayısının az olacağını sanıyorum. Çünkü henüz “holografik kâinat” fikri tamamen masaya yatırılıp her noktadan tetkik edilip anlaşılmış bir teori değildir. Evvela konuya aşina olmayanlar için “hologram” nedir hatırlatmasını yapalım. Bir fotoğraf makinasında gördüğümüz görüntü, nesneden çıkan ışınların makine merceğinden geçmesi üzerine meydana gelir. Eski teknoloji fotoğraf makinalarında bu görüntü bir film üzerine, yeni teknoloji dijital makinalarda ise dijital olarak kaydedilir ve nesnenin fotoğrafı ortaya çıkar. Nesnenin yaydığı ışık alanı, mercek vs. gibi optik malzemeye ihtiyaç olmadan üç boyutlu olarak kaydedilerek elde edilen kayda hologram deniyor. Kayıt istendiği zaman aktifleştirilip görüntü elde edilebiliyor. Yani kabaca fotoğraf iki boyutlu bir görüntü, hologram veya holograf ise üç boyutlu bir görüntüdür. Holografik Prensip, az evvel bahsettiğimiz sicim teorilerinin bir hususiyeti ve kuantum gravitasyonu teorisinin de olması gereken bir hususiyetidir. Bu prensip, uzayda bir hacmin tarifi o bölgenin alt boyutlu sınırına şifrelenmiş olarak düşünülebilir şeklinde ifade edilebilir. Buna göre bizim kâinatımız aslında iki boyutludur ama bir hologram gibi üç boyutlu olarak görünmektedir. Bu mevzuda daha çok çalışma yapılması ve henüz anlaşılmamış noktaların aydınlığa kavuşturulması lazımdır.
Kâinatın bütünüyle parçaları arasında bir birliğin mevcudiyeti üzerine çok şey söylenebilir. Mesela, bizim dört mekân boyutlu âlemimizde maruz kaldığımız gravitasyon, elektromanyetizma, zayıf ve kavi (kuvvetli) kuvvetler aslında tek bir kuvvetin alçak enerjilerde tezahürleri olarak düşünülmektedir. Kâinatın yaratıldığı anda ve sıcaklığının muayyen bir noktaya düşmesine kadar belki de bu dört kuvvet tek bir kuvvet olarak tezahür ediyordu. Kâinat genişleyip sıcaklığı düştükçe bu kuvvetler birbirinden ayrılıp kendi başlarına müstakil olarak tezahür etmeye başladılar. Daha önce bahsettiğimiz gibi böyle teorilere birleşik alan teorileri denilmektedir. Gravitasyon haricindeki diğer üç teoriyi birleştiren ve deneysel olarak test edilebilecek çok zarif teoriler bulunmaktadır. Sicim teorileri ve M-teorisi ise bu dört kuvveti birleştirmeyi hedeflemektedir. İslam’ın tevhid-birlik anlayışı ile kâinatın yapısındaki birlik arasında alaka kurarken dikkatli olunmalıdır kanaatindeyim. İslam’daki tevhid Allah’ın birliğidir. Kâinatın yapısına birlik atfederken düşülecek tehlike, kâinatın kendisine bir ilahîlik sıfatı atfetme tehlikesidir. Panteizm denilen ve bütün gerçekliğin ilahîlik ile aynı olduğu veya bütün mevcudatın Allah’ın parçası olduğu inancının İslam ile ve tevhid anlayışı ile hiçbir alakası bulunmamaktadır. Allah (c.c.) zaman ve mekândan münezzehtir. Bütün kâinat ve zaman Allah’ın yarattığı mahlûklardır. O’nu zaman ve mekân kuşatamaz. Diğer taraftan, tabiat kanunlarının asıllarının birliğinden bahsederken “her şeyin çift yaratıldığı” hakikatini de hatırlamak gerekir: “Vemin kulli şey-in halaknâ zevceyni le’allekum teżekkerûn” (Tefekkür edesiniz diye biz her şeyden iki çift yarattık.) (Zâriyât, 51/49) Bilinen her parçacığın bir de anti parçacığı bulunduğu hakikati bu ayetle ne kadar da güzel uyuşmaktadır!
Atom taneciklerinin bir anda birden çok yerde bulunması ile, meleklerin bir anda birden çok yerde bulunması veya Şah-ı Geylani’nin aynı iftar akşamında farklı yerlerde farklı talebeleriyle oruç açmasının, ya da tasavvuftaki “tayy-i zaman” “tayy-i mekan” olgusunun, kuantumun “süperpozisyon” karakteri sayesinde daha kolay kavranabileceği anlaşılıyor. Bu konudaki yaklaşımınızı öğrenebilir miyiz?
Okuyucularımızın meseleyi anlayabilmeleri için kuantum fiziğinin “süperpozisyon” prensibini ve onunla alakalı hususları bir miktar izah etmek istiyorum. Evvela gelişmelerin tarihinden başlayayım. 19. asrın sonlarında klasik fiziğin çözemediği, halledemediği birkaç problem vardı. Bunların en mühimi “karacisim ışıması” hadisesi idi. Bilinen bir sıcaklığa ısıtılmış küçük bir açıklığı olan metal bir kovuktan çıkan ışımanın (radyasyon) enerjisi, frekansın (veya dalga boyunun) fonksiyonu olarak çizildiğinde ortaya çana benzer bir eğri çıkar. Sıcaklık değiştirilirse eğride küçük bir değişiklik meydana gelir. O zamanlar mevcut fizik bilgisi değişik sıcaklıklara tekabül eden bu eğrileri teorik olarak bütünüyle izah etmeye kâfi gelmiyordu. Eğrilerin sol ve sağ taraflarını kısmen izah eden iki ayrı teori vardı. Alman fizikçisi Planck 1900 senesinde deneme yanılma yoluyla ve “eğriye uydurma-curve fitting” yöntemiyle bir formül buldu. Bu formül, verilen herhangi bir eğriyi bir bütün olarak izah ediyordu. Planck bulduğu bu formülde şimdi “Planck sabiti” olarak adlandırılan yeni bir tabiat sabiti kullanmıştı. Planck, eğrileri izah eden bir formül bulmuştu ama meselenin temel fizik prensiplerinin ne olduğu belli değildi. Bir müddet bu mesele üzerine kafa yordu ve neticede fiziki prensibi de buldu. Kovuğun yüzeyindeki moleküller, kazandıkları ısı enerjisi sebebiyle titreşiyorlar ve ışıma yapıyorlar, yani bir nevi radyasyon yayıyorlardı. Fakat bu radyasyonun enerjisi klasik fizikte sanıldığı gibi sürekli olmuyor, sadece radyasyonun frekansının Planck sabiti ile çarpımının bir, iki, üç, dört, beş, vs. gibi tam katları oluyordu. Planck sabitini h ile, radyasyonun frekansını da f ile gösterirsek enerji E = 0, hf, 2hf, 3hf, 4hf… oluyor ve temel bir enerji miktarı veya fizikteki adı ile “hf” kuantumu ortaya çıkıyordu. Yani yayılan radyasyon enerjileri hf’nin tam katları olan paketlerden meydana geliyordu ki bu enerji paketlerine daha sonra “foton” adı verilmiştir. Planck’ın bu çalışması, daha sonra Einstein’ın 1905 senesinde çözülememiş problemlerden biri olan “fotoelektrik hadisesi” probleminin çözümü, o zamana kadar hep “dalga” olarak algılanmış olan ışığın ikinci bir “parçacık” mahiyeti, karakteri taşıdığını ortaya koydu. Işık, bazı deneylerde dalga olarak, bazı deneylerde de parçacık olarak hareket ediyordu. Sonra 1923 senesinde bir Fransız doktora öğrencisi de Broglie şu çok mühim suali sordu ve imalarını doktora tezi olarak sundu: Hep bir dalga olarak algılanmış olan ışığın dalga-parçacık ikiliğine sahip olduğu ortaya çıktı. Peki hep parçacık olarak algılanmış olan elektron, proton gibi parçacıklar da dalga karakteri taşıyor olabilirler miydi? Bu hipoteze göre elektron, proton gibi parçacıklara bir dalga fonksiyonu atfediliyor ve parçacığın hareketi bu dalga fonksiyonu tarafından tarif ediliyordu. 1926 senesinde Avusturyalı fizikçi Schrödinger de Broglie’nin bu çalışmasından hareketle hidrojen atomunun tayfını bütün teferruatıyla izah etmeye muvaffak olmasıyla Kuantum Mekaniği doğmuş oldu. Bir sonraki sene 1927’de de Broglie’nin madde dalgaları deneysel olarak gözlendi; aynen ışık dalgaları gibi elektronlar da dalga olarak hareket edebiliyor ve girişim saçakları oluşturuyorlardı. Işığın dalga karakterine sahip olduğunun ispatı ilk defa 1801 senesinde İngiliz fizikçisi Young tarafından gösterilmişti. Young, tek renkli (monokromatik) bir ışığı, aralarında küçük bir mesafe bulunan dikine iki dar yarık üzerine göndermiş ve yarıkların arkasındaki perdede dikine parlak, karanlık, parlak, karanlık olarak tekrar eden girişim saçakları elde etmişti. Yani tek renkli ışık dalgası, yarıklar üzerine vardığında aynı anda iki yarıktan geçiyor ve her bir yarıktan geçtikten sonra oluşan dalgalar birbirleriyle etkileşerek “girişim” yapıyor ve perde üzerinde girişim saçakları meydana geliyordu. Kuantum mekaniği doğup geliştikten sonra fizikçiler Young’ın bu deneyini elektronlarla yaptılar. Elde edilen netice bir kere daha, elektron gibi atom altı parçacıklarının dalga karakteri taşıdığını ispat ediyordu. Yani bir elektron kaynağından çift yarık üzerine gönderilen bir elektron dalga olarak hareket ediyor ve aynı anda iki yarıktan da geçtikten sonra kendi kendisiyle etkileşiyor ve perde üzerinde girişim saçakları meydana geliyordu. Kuantum mekaniğine göre bunun izahı şöyledir. Elektronun sol taraftaki birinci yarıktan geçmesi hadisesini tarif eden dalga fonksiyonuna Psi1, sağ taraftaki yarıktan geçmesini tarif eden dalga fonksiyonuna da Psi2 dersek, yarıklardan geçtikten sonra arka bölgede elektronu tarif eden dalga fonksiyonu ise Psi = Psi1 + Psi2 olur. Bu toplamaya fizikte üst üste bindirme manasına gelen “süperpozisyon” denmektedir. Şayet yarık sayısı iki değil de mesela on olsaydı. Yarıkların arkasında elektronu temsil eden dalga fonksiyonu on ayrı Psi’nin toplamı olurdu. Yani elektron aynı anda on yarıktan birden geçmiş ve yoluna öyle devam etmiş olurdu. Bu hususiyet umumileştirilerek atom altı taneciklerinin sahip olabilecekleri ne kadar “hal” varsa her bir hale tekabül eden bir PsiN (N = 1,2,3,…) dalga fonksiyonu vardır ve taneciği tarif eden dalga fonksiyonu Psi, bu PsiN’lerin toplamı yani süperpozisyonu olarak verilir. Şimdi bu malumatın ışığı altında tefekkür ettiğimiz takdirde, melek gibi, tabiatları fiziki madde olmayan nurani varlıkların aynı anda birden fazla yerde bulunabilmeleri bize garip gelmeyecektir. Tabi meleklerin aynı anda birden fazla yerde bulunabilmelerinin bir kuantum fiziği hadisesi olduğunu söylemek istemiyorum. Onun ne olduğunu ancak Yüce Yaratan Allah (c.c.) bilir. Bir kuantum fiziği hadisesi de olabilir, tamamen başka bir şey de olabilir. Ama en azından biz bunun mümkün olduğunu anlamış bulunuyoruz.
Tayy-i zaman yani zamanın katlanması, dürülmesi hadisesi özel izafiyet teorisinin “zaman genişlemesi” hadisesine benzetilebilir kanaatindeyim. Buna göre mesela, dünyadan bir gezegene ışık hızına yakın bir hızla uçarak giden bir roket, içindeki bir saatin çalışması yavaşlayacak ve gidilen mesafeyi geçmek için geçen zaman dünyada ölçülen zamandan daha az olacaktır. Aynı şekilde tayy-i mekân yani mekânın katlanması meselesine gelince fizik ilmi yine yardımımıza koşmaktadır. Bilindiği gibi genel izafiyet teorisinin öngördüğü “kurtçuk delikleri-wormholes” denilen özellikler mevcuttur. Bir kurtçuk deliği, uzay-zamanda birbirinden ayrı iki noktayı birbirine ulayan kestirme bir topolojik yapıdır. Bir kurtçuk deliği iki ucu ayrı uzay-zamanlarda bulunan bir tünele benzetilebilir. Tünelin bir ucundan giren bir kişi hemen hemen aynı anda öbür ucundan çıkabilir ve birbirinden çok büyük mesafelerle ayrılmış bulunan iki nokta bir anda kat edilebilir. Tayy- i mekânın bu ifade etmeye çalıştığım şekilde vuku bulduğunu söylemiyorum. Ama yine bu benzerlikle bu hadisenin mümkün olduğunu ifade etmeye çalışıyorum.
Nobel Tıp Ödülü sahibi Roger Sperry, “Bilimin kendisi materyalizmle çatışır. Bilim ile din neden çatışsın ki!.. Esasen bu ‘din bilimle çatışır şartlanması’ materyalist felsefenin bilim olarak kabul edildiği zamanlardan kalmadır.” diyor. Gerçekten de bilimdeki yeni gelişmelere baktığımızda “bağnaz bilim” anlayışının yerini daha aydınlık daha inançlı bir geleceğe bırakacağı yönünde ümitleri artırdığını görmekteyiz. Bu değişimde kuşkusuz kuantumun madde ve evrene bakışımızı değiştirmesi, materyalist ve pozitivist anlayışın yerini manevi temelli, bütüncül bir anlayışı ön plana çıkarması, önemli rol oynuyor. Kur’an’da bir ayet var:
“İlerde biz onlara hem âfakta hem enfüste delillerimizi öyle göstereceğiz ki sonunda onun hakikat olduğu kendilerine açıkça belli olacak…” (Fussilet-53) buyruluyor. Bu bağlamda kadim tartışma konusu olan din-bilim diyalektiğinin din-bilim diyaloğuna evrilmesiyle ilgili olarak, söz konusu ayet ışığında neler söylemek istersiniz?
Evvela, maalesef Roger Sperry’i tanımadığımı söyleyeyim. Batı dünyasında ve bilhassa Amerika’da Sperry ile aynı veya benzer inançta olan çok sayıda bilim adamı olduğunu ifade edeyim. Onunla bu sözü üzerine hemfikirim. Biraz evvel bahsettiğim kuantum fiziğinin atom altı taneciklerinin davranışlarına getirdiği yeni yorum, hem özel hem de genel izafiyet teorilerinin zaman ve mekânın mutlak olmadığını ortaya koyması ve bilhassa genel izafiyet teorisi kozmolojisinin kâinatın başlangıcı ve mazisi üzerine söyledikleri materyalizm ve pozitivizm ile aşikâr olarak ihtilaf halindedir, çatışmaktadır. Kâinatın, evveli olmayan bir sıfır anında aniden bir nokta olarak ortaya çıkıvermesi, kâinat genişlerken çok kısa zaman aralıkları içinde cereyan eden fizik hadiseleri, fiziki maddenin ortaya çıkması, atomların meydana gelmeleri, yıldızların, galaksilerin oluşumu ve daha saymakla bitmeyecek kadar insan beynini şaşırtan ve hayrete düşüren hadiseler hep bütün bunların kendi kendine vuku bulamayacağı, bütün tabiat kanunlarını koyan bir Kanun Yapıcı Yaratıcı’yı işaret etmektedir. Hâlihazırda materyalizm ve pozitivizmin iflas ettiğini söyleyenlerin, maneviyata yönelenlerin sayısı geçmişe nispeten çok fazladır. Bu meselelere İslam ve Kur’ân-ı Kerîm açısından baktığımızda bizi hayrete düşürüp hayran bırakan çok sayıda ayetin olduğunu görüyoruz. Bazılarının iddia ettiğinin aksine ben Kur’ân-ı Kerîm’den bir kozmoloji modeli çıkarılabileceği kanaatindeyim. Kur’ân bize bütün bu kâinatın yoktan yaratıldığını, genişlemekte olduğunu ve en nihayet bir sona geleceğini beyan etmekte ve bu arada cereyan eden hadiseler hakkında da bizlere malumat vermektedir. Bu mevzular hakkında değil 1400 küsur sene, yüz sene evvel bile bu kadar doğru, bilinen bütün fiziki hakikatlerle mutabık olarak haber veren başka bir kitap yoktur. Kur’ân eşsiz, biricik bir kitaptır. Zikrettiğiniz bu ayeti biraz açarak “O’nun (Kur’ân’ın) Hak olduğu onlara açıkça belli olana kadar onlara ufuklarda ve kendilerinde ayetlerimizi (işaretlerimizi) göstereceğiz.” şeklinde ifade edebiliriz. İlmî hakikatleri bile bile inkâr edenlerin haricinde herkes için bu ayetin ifadesi gerçekleşmiştir diyebiliriz. Kur’ân’ın bütün ilmî beyanları doğru çıkmıştır. Çünkü Kur’ân, Yaratıcı’nın kelamıdır ve doğru olmak zorundadır. İstikbalde yapılacak yeni keşifler Kur’ân’ın doğruluğunu teyit edecektir. Edecektir, çünkü zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşmektedir.
Bu mevzular üzerine görüşlerimi ifade etme fırsatını verdiğiniz için teşekkürlerimi sunuyorum.