Tevazuyu Vakarla Dengelemek / Şenel İlhan Beyefendi'nin Sohbetinden

Müminler mütevazı olmalı. Allah kibirli kulları sevmez. Zira kibir, şeytanın ahlakıdır ve kim kibirli ise şeytanlaşmaya doğru kaymış demektir... Mütevazı olmak ne demek, bunu da açmak gerekir. Zira toplumumuzda insanların büyük çoğunluğu tevazuyu yanlış anlıyor ve bu konudaki uygulamalar da yanlış oluyor. Tevazu, bir insanın kendindeki üstün değerleri görmemesi, onları yok sayması veya yok muamelesi yapması değildir. Tam tersi, var olan üstün değerlerin farkında olarak tevazu olmak gerekir. Yani tevazu; bilerek ve isteyerek, bir kişinin kendini, muhatap olduğu kişilerin yanında, olduğundan aşağı göstermesi veya o kişilerin seviyesine inmesi demektir. O zaman önce büyük olmalı ki sonra tevazu olsun. Buradaki incelik, büyük olmakla büyüklenmek arasındaki farkı anlamak ve kavramakta… 

Önce büyük olmak nedir, onu açalım. Mesela bir kişi, başka bir kişiden yaşça büyük olabilir, ilimce veya zenginlik olarak büyük olabilir, güç kuvvet olarak, makam mansıb olarak büyük olabilir. Bu gerçekler kişiyi haklı olarak bu konularda büyük yapar. Bunun farkında olmak yasak ve günah değildir, aksine bu gerçekleri görmemek sakıncalıdır; çünkü bu zenginlikler nimettir, nimete değer vermek şükür için önemlidir. Yine müspet manada bir benlik oluşması için önemlidir. İşte kendinde olan bu değerlerin farkında olmak değil ama bunlar nedeniyle büyüklenmek kibirdir ve bu kibir haramdır. Daha anlaşılır ifadeyle haram olan kibir; bir insanın, Allah’ın kendine verdiği üstünlükleri başka insanları tahkir etmede, aşağılamada veya küçük görmede kullanmasıdır. 

Tevazu Olmak, Zilletli Olmak Değildir

Biz İslam’ı anlatma adına, güzel ahlakı yayma adına, kimseyi hor ve hakir görmeden, hiçbir milleti ve insanı aşağılamadan herkesle konuşacağız ve yardımcı olmaya çalışacağız. Yalnız her zaman uyardığım çok önemli bir mevzu var ki tevazu olurken zilletten, vakarı zedeleyici tutum ve tavizlerden de kaçacağız. Çünkü tevazu ne kadar asil ve önemli bir ahlak ise vakar da aynen onun gibi iyi kibir anlamında asil bir ahlaktır. Ama Müslümanlar bu ikisinin ayrımını yapmada, ona göre davranmada pek başarılı değiller. Ya aşırıya kaçıp kötü kibir içindeler ya da tevazu diye zilletin içinde... Hâlbuki kibir gibi vakarsızlık da çok kötüdür. Evet, bir Müslüman’da vakar olacak; vakar aslında izzet-i nefs demektir. İzzet-i nefs rolle olmaz. İzzet-i nefs; kişinin kendi değerlerinin farkında olmasıyla, kendi büyüklüğünü idrak etmesiyle kendiliğinden olur. Kişi önce kendi güzel değerlerini, ilmini, amelini, yaptığı güzel işleri düşünüp, bunların saygıya değer şeyler olduğunu idrak edecek. Sonra bu tespitten ve inançtan meydana gelen özgüven ve saygı duygusu kendiliğinden izzet-i nefs ve vakara dönüşecek.

Vakar Somurtkanlık Değildir

Bazı insanlar görüyorum; somurtkanlığı, gülmemeyi, konuşmamayı, hal hatır sormamayı vakar sanıyor. Maalesef toplumun ölçülerine göre; sessizlik, somurtkanlık, suskunluk, vakar veya efendilik sanılıyor. Hâlbuki vakar o değildir. Vakarlı insan yerinde mütebessimdir, şakacıdır, latife yapandır. Peygamberimiz’in (sav) latife yaparak ashabına takıldığı, tebessüm ettirmek için onlara şakalar yaptığı, otuz kadar hadis-i şerifle bize ulaşmıştır. Kim Efendimiz’den daha vakarlı idi. Özellikle sıkıntılı zamanlarda şaka, latife, ibadet gibi lazımdır; tabi ki ölçüsünü kaçırmadan… Evet, biliyoruz ki Peygamber Efendimiz (sav) çocuklara, torunlarına, hanımlarına, fakirlere, yaşlılara ve çevresinde sevgi bekleyen kimselere şakalar yapmıştır. Onları böylece güldürmek, tebessüm ettirmek ve mutlu etmek istemiştir. Ama bu şakaları yaparken yalana tevessül etmemiş, alay etme, hafife alma, dalga geçme, küçük düşürme gibi maksatlı şakalar yapmamıştır. Hatta böyle yapanları da uyarmıştır. Yerinde şaka, insan fıtratının özelliklerindendir. Şakalaşmama ise sevgisizlik, kalp katılığı, sosyal fobi gibi problemli bir durum belirtisidir. Vakarlı olacağım diye böyle bir hataya düşmek sünnete de muhalif düşmektir. 

Hz. Peygamber de (sav) zaman zaman şakalar yapmıştır. Arkadaşlarının da ona şaka yaptığı olmuştur. Bazı müellifler bunları toplamış ve müstakil risaleler haline getirmişlerdir.

Mesela: Bir gün yaşlı bir kadın Resulullah’ın yanına geldi ve “Ya Resulallah! Allah’ın beni cennete koyması için dua buyur!” dedi. Hz. Peygamber: “Şu bir gerçek ki yaşlılar cennete gitmezler.” buyurdu. Bunun üzerine kadın ağlayarak çıkıp gitti. Kadın gidince, Resulullah: “Gidin ona söyleyin ki kendisi yaşlı haliyle cennete girmez. Nitekim Allah şöyle buyurdu: “Biz o kadınları, yepyeni bir yaratılışla yarattık. Böylece onları bakire kızlar kıldık.”1   

Hz. Enes nakleder: Bir bedevi gelip Efendimiz’den binek olarak bir deve istedi. Efendimiz de: “Tamam, seni bir devenin yavrusuna bindireceğim.” buyurdular. Bedevî de bunu bir alaya alma sanıp: “Ey Allah’ın Resulü! Deve yavrusunu ben ne yapayım.” dedi. Efendimiz de: “Her deve, bir başka devenin yavrusu değil midir?” buyurdular.2

Zeyd b. Elsem anlatır: Ümmü Eymen isminde bir kadın gelip Resulullah’a, “Kocam sizi davet ediyor.” demişti. Allah Resulü: “Senin kocan kim? Şu, gözünde beyazlık olan adam mı?” dedi. Kadın: “Vallahi benim kocamın gözünde beyazlık filan yok.” deyince, Efendimiz: “Hiç kimse yoktur ki gözünün beyazı bulunmasın.” dediler.3

Sevgili Enes’in hep Efendimiz’in yanında ve O’nun hizmetinde bulunduğunu herkes bilir. Rasulullah bazen Enes’e latife yapar ve “Seni gidi iki kulaklı!” derlermiş. Bununla, çok iyi dinlediğine işaret ederlermiş.4

Görüldüğü gibi, Efendimiz şakalar yapmıştır. Bunları yaparken ne kendi izzetinden ve saygınlığından taviz vermiş ne de birilerinin saygınlığına bir helal getirmiştir. Allah Resulü hoş olmayan şakaları yasakladığında bir sahabe demiş ki: “Ey Allah’ın Resulü! Bizi yasaklıyorsun ama sen de bazen şaka yapıyorsun!” Efendimiz buyurmuşlar ki: “Ben şaka yapsam da haktan başkasını söylemem.”5 İbni Hacer el-Heysemî bu hadisten şu sonucu çıkarmıştır: “Yerinde ve güzel bir nükte için yapılan şaka, mendup derecesinde bir sünnettir.”

Efendimiz’in (sav) bu tavrından sonra, çevremizdeki İslam büyüklerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Öyle hocalar, öyle cemaat liderleri var ki sadece ağlamayı veya uzaklara bakarak insanları etkilemeyi, hep vaaz formatında sohbet etmeyi ve bu şekilde cemaatiyle ilişkiye girmeyi en iyi Müslümanlık ve vakar sanıyor. O zaman Efendimiz’in (sav) bu yaptıkları ne oluyor? Vakarsızlık mı haşa!

Evet, sonuçta İslam her yönüyle iyilik, güzellik üzerine oturan bir dindir ve nerede bir iyilik ve güzellik varsa mutlaka İslam’da onun bir yeri vardır. Çevremizdeki insanları mutlu etmeli, onların mutlu olmasından bizler de mutlu olmalıyız. O yüzden, somurtan ve suskun suskun oturan insanlar yerine; yerinde konuşan ve güler yüzlü olan, aranan ve işe yarayan adamlar olmak adına kendimizi değiştirmeliyiz. Bunu, güzel ahlakın bir gereği olarak bilmeli ve hayatımıza bu güzel davranışları ibadet bilinciyle taşımalıyız. İnsanları rahatsız edecek ve kendimizden uzaklaştıracak şekilde gevezelik türü konuşmalarda aşırılığa kaçmaktan da sakınarak, güzel bir denge içinde, sosyalitesi yüksek bir insan, bir Müslüman olmayı başarmalıyız. Çünkü İslam dini sosyal bir dindir ve sosyal olmayı, yardımlaşmayı tavsiye eden bir dindir. Vakar adına sosyalitemizden vazgeçmeyelim. Size çok işe yarayacak bir ölçü vereyim. Vakarlı ile kibirli insan birbirinden nasıl ayrılır? Bunun kolay anlaşılır yolu şudur: İlim gibi, maddi veya manevi zenginlikler gibi değerleri nedeniyle toplumda büyük bir yeri olduğu halde bunlardan dolayı kasıntı olmayan, güler yüzlü olan, latife ve şaka yapan insan görürseniz bilin ki o vakarlı bir insandır. Somurtkan bir şekilde tepeden bakan ise kibirlidir. Yani çatık kaş, sert duruş, bir adamın asaletini göstermez. 

Evet, her güzel ahlakın iki cephesi vardır. Cömertlik, israftan sakınarak dengelenmelidir… Aynı şekilde merhamet adaletle, sevgi buğuzla, cesaret yerinde korku ve tedbirle, tevazu da vakarla dengelenmelidir. Toplumdaki saygımızı koruyacak şekilde vakarımız olmalı… Böyle olmaması insanı pasifize eder. Vakarın sahtesinden de kaçınmalı; sahte vakar da insanın faydacı alanını daraltır, kalıplara sıkıştırır. Şunu iyi bilelim ki güler yüzlü olmak, hasbi ve cana yakın olmak vakara engel değildir. İnsanlara karşı “şu kim ki” psikolojisine girmemeliyiz. Kısaca vakarımız şöyle olmalı: Yanımıza yanaşması gerekenler yanaşabilmeli, bizden çekinip korkmamalı; yanaşmaması gerekenler ise çekinmeli ve korkmalı... Çünkü vakar, aynı zamanda adaletli olmak demektir. Herkese aynı muamele yapılmaz,  hak ettiği gibi davranılır. Mesela, bir hükümdar fakirleri saraya çağırsa onlarla beraber yemek yese, bu tavrı onlarla dost olduğu manasına gelmez. Hükümdarın insanlığından dolayı, cömertliğinden dolayı, tebaasına güler yüzlü olmasını kim istismar ederse cezayı da hak eder. O zaman ne hükümdar buna müsaade etmeli ne de halk haddini aşmalı…

Hayatı Neşeli Hale Getirmeli

Bu dünya, hadis-i şerifte haber verildi ki müminlerin zindanıdır. Yani imtihan yurdu olması hasebiyle çilesi sıkıntısı çok olan bir yerdir. Ama bir mümin, mümin olması hasebiyle her şeye rağmen ümidini ve neşesini kaybetmemelidir. Niye? Çünkü hem Allah’tan razı olma hasebiyle hem de geçici olan bu yerde çekilen acı, dert ve sıkıntıların ahirette büyük mükâfatlara medar olabilmesi hasebiyle böyledir. Hangi büyük dert, hastalık, sıkıntı içinde olursa olsunlar Müslümanların moral ve motivasyonları bozulmamalıdır… Bunun için Müslümanların yerinde eğlenceleri de olmalı, yani hayatı neşeli hale getirecek birtakım uğraşları da olmalı. Örneğin spor yapılabilir veya birtakım sanatsal faaliyetlerde bulunabilirler. Yeter ki İslam’ın müsaade ettiği sınırlar içinde olsun. Zira ameli, ibadeti daha iyi yapabilmek için bunlar da lazım. Hz. Ali, “Çok fazla ibadetle gönül gözünüzü köreltmeyin, arada eğlenin.” demiştir. Bu sözün hikmetini en iyi ben anlarım. Zira bir zamanlar ben bu aşırılığa düşmüştüm. Bu sözü iyi kavrayın. Müslümanlar bu konularda ortada bir yerde olmalılar. Bu devirde “Müslüman dünyayı sevmez...” diye bir anlayışla Müslümanlar bir garip durumdalar. Daha önce de bahsetmiştik bir makalemizde: Dünya sevgisi yasak değildir. Yasak olan, dünyayı, Allah’a, Peygamber’e, ahirete kıyasla öne çıkarmak, daha fazla sevmektir diye… Müslüman bununla mücadele etmeli ama dünyayı ve içindeki nimetleri hepten kâfirlere terk etmeyi asla bir ibadet bilmemelidir. Allah hem dünyayı hem de ahiret ve cennet nimetlerini aslında müminler için, Müslümanlar için yaratmıştır. Yani onlardan, müminlerin faydalanmasını daha çok ister. Ama Müslümanlar tembel olunca, bu nimetleri kâfirler zorla gasp ediyor. Çünkü dünya sebepler âlemidir. Ayet-i kerimede, “...Allah’ın yeryüzündeki sünneti değişmez.” buyruluyor. (Ahzâb, 33/62) Yani Allah çalışana karşılığını veriyor. Müslümanlar ilimde, teknolojide geri kalınca fakir düştüler ve görüldüğü gibi ne hale geldiler. Bütün savaşlar, zulümler hep İslam coğrafyasında dönüp dolaşıyor. Bunları kim Müslümanların başına bela ediyor? Elbette kâfirler… Niye? Çünkü güçlüler; silahları, paraları, her türlü hile ve dolapları var. Bu durumun suçlusu İslam’ın kendisi mi şimdi haşa. Artık Müslümanlar uyanmalı, her türlü teknolojiyi üretmeli, ehl-i küfrü bu hususta kesinlikle geçmelidirler.

KAYNAKÇA

1) Vakıa, 56/35-37, Tirmizî 

2) Ebû Davud, Edeb,92; Tirmizî, Birr, 57

3) en-Nüveyrî, IV,3; İbn Kuteybe, 439;                                      

   Krş. Köten, IV,466 

4) Tirmizî, Birr 57; Ebû Dâvud, Edeb 92) 

5) Tirmizî Birr 57, Müsned 2/340