Tevhid ve Vahdet Olmazsa Olmamız / Dr. Nihat Demirkol

Müslüman toplumun ve bireyin inşasında tevhid ve vahdet kavramları neyi ifade ediyor, aralarında nasıl bir ilişki var? İnşa ve ıslah açısından bunlar neyi ifade ediyor?

Malumunuz olduğu üzere tevhid ve vahdet kavramları sözlük anlamı itibariyle “bir”i ifade etmektedir. Tevhid Allah’ın bir olduğunu ifade ederken, vahdet ise toplumun birliğini ifade etmektedir. Fakat bu kavramların sözlük anlamından ziyade terim anlamları ve oluşturdukları fikri olguları daha önemlidir. Zira tevhid, ikiyi bire indirgemekten daha çok şey ifade etmektedir. Sadece Allah’ın bir olduğunu ifade etmek veya bunu kelime-i tevhid ile belirtmek bir Müslüman’ın yapması gereken teorik bir iman ifadesidir. Ama tevhidi hayata taşımak yani pratik olarak hayata yansıtmak ise esas vazifemiz olduğu kanaatindeyim.

Tevhid Kur’an’ın ifade ettiği bir evrensel hakikattir. Bu hakikat doğu ve batı sınırlarının ötesindedir. Çünkü tarihsel süreçte bütün semavi/semitik dinlerin ortak mesajı tevhid olmuştur. (Nahl: 16/36,51; Enbiya: 21/25.) Tevhid dinlerin özünü oluşturan en önemli argümandır. Bundan dolayı insanlığın vahiyle iletişime geçtiği ilk günden itibaren önemini hiçbir zaman kaybetmemiştir.

İslamiyet, tevhid ve vahdet üzerine bina edilmiştir. Yani Allah’ın birliği ve ümmetin birliği iki esas ilkedir. Tevhidî olarak birliğin oluşması inanç yönünden, vahdetî birliğin oluşması ise toplumsal açıdan gerçekleşmektedir. Dolayısıyla İslam, tevhid ve vahdet denklemi üzerinden insani ıslah hareketini ortaya koymaktadır. Bu noktada her iki kavram ayrılmaz bir bütünlük içerisindedir. Tevhid temel kavramımız olurken, vahdet ise tevhide bağlı olarak toplumsal inşa sürecini gerçekleştirmektedir. Eğer toplumda tevhid olmazsa vahdet de yüzeysel kalmakta ve sağlam temeller üzerine inşa edilememektedir. Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz: Günümüzdeki Müslümanlarda tevhid vardır. Fakat vahdet yoktur. Bu da tevhid inancının yeterince içselleştirilmemesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü tevhid ilke ve uygulamalarıyla bir bütünsellik içinde kendi varlığını hissettirmelidir. Aksi takdirde salt bir inanç olarak kalmaktadır. Tevhidin toplumsal göstergesi ise vahdetin oluşmasıdır. Çünkü birlikten gelenin bir olmaması onu yeterince benimsemediğinin göstergesidir.

Özellikle de son iki asırdır medeniyetlerin gelişmesi ve değişmesi ile birlikte, dünya toplumundaki ayrışma ve farklılaşma da günden güne artmaktadır. Modern dönemdeki bu değişimden Müslüman toplumlar da paylarını almışlardır. Zira Fransız ihtilalinin getirdiği milliyetçilik akımı, son ümmet devleti olan Osmanlı’yı parçalamıştır. Osmanlı’nın yıkılma süreci ve sonraki dönemden günümüze kadar İslam dünyası tefrika içerisindedir. Müslümanların kendi aralarında yaptıkları savaşlar, ayrılıkları daha da derin hale getirmiş ve toplumsal olarak ötekileşme konumuna sürüklemiştir. Bu durumun Müslümanlara kaybettirdiklerini saymakla bitiremeyiz. Hâlbuki Kur’an’ın belirlediği esaslar ötekileştirme değil, birleştirme üzerinedir. Zira Kur’an’ın tenziline iman edenin, te’vilden dolayı tekfir edilmesi doğru değildir. Kişi, Kur’an’a ve sahih sünnete inandığı takdirde, yorumundan dolayı tekfir edilmesi problemi çözmez. Bu noktada toplumsal tefrikaya karşı, tevhid ve vahdet diyalektiği temelinde, toplumsal problemleri çözmek mümkün olabilir. Zira tevhid, İslam’ın temelini oluşturan en önemli etkendir. Bundan dolayı tevhid, vahdet üzerinden en ideal sosyal bütünleşmeyi oluşturan yegâne hakikattir.

Nihai olarak şunları ifade edebiliriz. Vahdet, tevhidin alt yapısı konumundadır. İkisi de birbiriyle bağlantılıdır. Bir sistemin altyapısı ne kadar iyiyse, bozulma riski de o kadar az olmaktadır. Aynı şekilde bir toplumun tevhidi ne kadar sağlamsa, vahdeti de o derecede kolay olmakla birlikte, vahdeti olan bir toplumun da yıkılması, ihtilaf ve tefrikaya maruz kalması söz konusu değildir.

Tevhid her yönüyle Allah’ı birlemek iken; vahdet toplumdaki farklılıkların bir araya getirilmesidir. Tevhidi tek ve parçalanmayan bir noktaya benzetirsek; vahdeti farklı noktaların bir araya getirilmesi olarak ifade ederiz. Yani tevhidi birlemek, vahdeti ise birleşmek olarak tanımlamak mümkündür.

Vahdet kavramının temelinde, farklılıklarla beraber aynı amaç, gaye ve hedeflerde birlik olmaktır. Zira vahdet, aynı şeyleri düşünmek ve yapmak ya da tamamen birisine bağlanmak demek değildir. Her insanın toplumun birliğini teşkil eden esaslara bağlı olacak şekilde üzerine düşeni yapmasıdır. Mesela insanın elinde beş parmak var, bu parmakların birleşmesi sonucu el meydana gelmektedir. Parmak tevhidi, el ise vahdeti gösterir diyebiliriz. Her parmak kendi görevini yerine getirmekle beraber, hepsi bir elin ortak amacını meydana getirmektedir. Bedenî farklılıklar gibi, fikrî farklılıkların da olması son derece normaldir. Çünkü kimse İslam’ı kendisinden farklı anlıyor diye diğerini dışlamamalıdır. Bu fikrî farklılıklar toplumu tefrikaya götürmediği veya herhangi bir grubu ve insanı ötekileştirmediği sürece her fikir mubah ve birer zenginlik olarak görülmesi gerektiği kanaatindeyim.

 İslam toplumlarında tevhid ve vahdeti konuşurken şirk, ihtilaf ve tefrika doğal olarak gündeme geliyor. Bugün bu konular hem ahlaki ve irfanî bir yordam hem de bilgi ve şuur halini önceliyor. Düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Öncelikle şunu ifade edelim ki tevhid Kur’an’ın temel konularından biri olup nasların odak konu ve kavramıdır. Diğer konu ve kavramlar ise sistematik bir şekilde, tevhid kavramına yönelmekte ve onunla anlam ve değer kazanmaktadır. Yani tevhid odak konu ve kavram, diğer konular ve kavramlar ise onunla irtibatlı olarak şekil almaktadırlar. Örneğin, tevhidin yansımasını oluşturan ibadetler emredilirken “tek olan Allah’a ibadet edilmesi” (Tevbe: 9/31) şeklindeki emirde, ibadetlerin tevhid merkezli olduğunda bir anlam ve değer kazandığını görmekteyiz. Tevhid merkezli olmayan, ona değinmeyen ibadetlerin anlam ve değeri yoktur. Nitekim Müşriklerin “…Biz onlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz…” (Zümer: 39/3) şeklindeki tevhide aykırı olan gerekçeleri kabul görmemiş ve ibadetleri herhangi bir değer de kazanmamıştır. Dolayısıyla Kur’an’ın tamamını yönlendiren, nasların mesajına şekil veren odak konu ve kavram tevhiddir. Zira en yüce aşkın varlık Allah’tır, O’na denk hiçbir şey yoktur. Bu da Kur’an mesajının temelinde tevhidin olduğunu göstermektedir.

Kavramsal olarak da tevhidin karşıtı şirk, vahdetin karşıtı ise ihtilaftır. Dolayısıyla ihtilaf kavramı, doğrudan tevhidin karşıt anlamlısı değildir. Fakat dolaylı olarak tevhidin karşıtıdır. Çünkü tevhidin topluma yansıyan yönünü yani vahdeti bozmaktadır. Şunu da ifade etmek gerekir ki çeşitlilik ihtilafı vahdetin karşıt anlamlısı değildir. Vahdetin karşıtı olan ihtilaf türü ise tezat yani zıtlık ihtilafıdır. Mesela Kur’an’da tenevvü ihtilafı için ifade edilen cinsler ve fıtrat ihtilafı ile ilgili olarak pek çok ayet mevcuttur. Mesela, gece ve gündüzün art arda gelmesi, üzüm, zeytin, hurma, nar ve ekinlerin birbirlerine benzemesi ile renkleri, tatları ve kokularının farklı olması, yağmurla beraber muhtelif türde meyvelerin yetişmesini örnek olarak verebiliriz. (Bakara: 2/164; Nahl: 16/13; Fatır: 35/27-28) Zıtlık ihtilafı ise akaide ait olan inanç, kitap ve peygamberler hakkındaki ihtilaf olmaktadır. Bu alanda görüş veya ideoloji tartışması yaşanmaktadır. Bu nitelikteki ihtilaf, Allah’ın kınadığı ve ittifakın zıddı olan ihtilaf türüdür. Kur’an’ın şiddetle kınadığı ihtilafa karşı, toplum olarak Allah’ın ipine sarılma prensibini emretmektedir. “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz...” (Âl-i İmrân: 3/103) Allah’ın ipinden maksadın gökten yeryüzüne uzatılan Allah’ın ipi yani Kur’an, Allah’ın emirleri, ihlaslı olarak Allah’ın emrine uymak ve itaat etmektir. Çukura düşen kişiye bir ip sarkıtıldığında, kişi düştüğü çukurdan kurtulabiliyorsa, Kur’an’a sarılan kişi içinde bulunduğu düşük durumlardan kurtulur. Müslümanlar olarak bölünüp parçalanma konusunda Yahudi ve Hristiyanların ihtilafa düşüp bölündükleri gibi bir ihtilafa karşı, Allah bizi uyarmaktadır. Dolayısıyla vahdet emredilmekte ve tefrika nehyedilmektedir. Ayette geçen “düşman idiniz” ibaresi bağlamında birbirine düşman olanların sadece o dönemin Arapları değil, günümüzde birbirine düşman olan Müslümanları da kapsadığını görmekteyiz.

Şirk ise doğrudan tevhidin karşıt anlamlısı olurken, dolaylı olarak da vahdetin karşıtıdır. Çünkü şirk, vahdetin kaynağı olan tevhidi bozmaktadır. Tefrika, vahdet kavramının karşıt anlamlısıdır. İkisi, yönü birbirine zıt olan iki ok gibidirler. Vahdet, birleşmeyi, bütünleşmeyi esas alırken; tefrika ayrılma ve dağılma nüanslarına sahiptir. Tefrika her boyutu ile vahdet kavramının karşıt anlamlısıdır.

Tevhid, Allah için vazgeçilmez esastır. Allah, kullarının kendisine karşı yaptıkları bütün hataları affedebileceğini, fakat tevhidi bozan şirki asla affetmeyeceğini şöyle ifade etmektedir: “Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındakileri ise, dilediği kimse için bağışlar. Her kim Allah’a şirk koşarsa pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.” (Nisa: 4/48, 116) Allah’ın şirke karşı değişmez kuralı, tevbe etmedikçe affın mümkün olmayacağıdır. Tevbe edildikten sonra affedilmesi ise Allah için vacib değildir. Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz: Şirk dışındaki bütün günahlar ilahi affa nail olabilirken, şirk için böyle bir ihtimal bulunmamaktadır.

Allah ile insanlar arasında yapılan ve ilk sözleşme diye ifade edebileceğimiz bezm-i elestte, Allah insanlardan kendisine karşı asla şirk koşulmamasını istemiştir. (A’raf: 7/172-173) Ayrıca tevhid ilkesinin korunması açısından Hz. Peygamber, Allah’tan başkası adına yemin edilmesini yasaklamış ve İslam’ın ilk dönemlerinde kabir ziyaretlerinin yapılmasını istememiştir. (Tirmizî, Nüzûr ve Eyman, 8; Ebu Davud, Cenâ’iz, 81) Çünkü yaşamında veya vefatından sonra, herhangi bir insana ibadet derecesinde saygı duyulması, itaat edilmesi ya da tapınılması tevhidi bozan davranışlardır.

Tevhid, gerek bireysel gerekse toplumsal inşa sürecinde oluşturduğu bütün ilkelerde şirk, ihtilaf ve tefrikaya karşı önlemler almıştır. Birey ve toplumun her alanında oluşturulan bakış açıları tevhid ilkesine uygun bir şekilde inşa edilir. Dolayısıyla gerek ahlaki ilkeler gerekse inşaların farkındalığının artırılması adına önemli olan kâinata ve eşyaya tevhid nazarıyla bakabilmektir. Çünkü tevhid bir varlık tasavvurudur. Burada şirke asla yer yoktur. Geleneğimizde de durum aynıdır. Zira ahlaki ilkelerimiz ve irfan anlayışımız her zaman tevhid zeminindedir. Şirk, ihtilaf ve tefrikaya götürecek herhangi öğüdümüz bile yoktur. Her zaman ve zemin bizim için tevhid ve vahdet eksenlidir.

Vahdet, kollektif bir düşüncenin ürünü müdür? Kur’an ve Sünnette bu konu nasıl değerlendiriliyor? Nasıl hayat bulması bekleniyor?

Allah için tevhid esası ne kadar önemli ve vazgeçilmezse, toplumda vahdet ve vahdet içerisindeki kesret ve çoğulculuk da o derece önemlidir. Çünkü Kur’an’ın genel muhtevası tevhidin önemini ne kadar vurguluyorsa, aynı şekilde tevhidin toplumdaki karşılığı olan vahdet ve özellikle de vahdetin içindeki çoğulculuğun da farklılığı o derece vurguladığını görmekteyiz. Tevhid ne kadar şirkten uzak ise vahdet de o derece tefrikadan uzak ve farklılıkla, çoğulculukla iç içe olmaktadır.

İslam’da farklı düşünce ve inançlar birer realite olarak algılanmış ve mensupları tarafından bunların savunulmaları ise son derece normal karşılanmıştır. Toplumu çatışmacı ve kutuplaştırıcı bir yapıya sürüklemediği sürece, farklılık ve çoğulculuğun toplumda zenginlik ve renklilik olarak algılanması gerektiğini düşünmekteyiz. Toplumdaki vahdet olgusunun sağlanması için, tezatları asgari seviyeye çekmemiz ve ortak noktalarımız üzerinden iletişim sağlamamız gerekmektedir.

Bizler bir anlamda toplum olarak vahdetin küçüğünü yapmaktayız. Mesela zaman zaman aile içi problemler yaşanmaktadır. Fakat eşler arası problem olmasına rağmen, aile kurumunun ayakta tutulması için eşler anlaşmazlıkları görmezden gelmektedirler. Aynı ailenin ferdi olma noktasında birleşmektedirler. Böylece zıtlık farklılığına rağmen, bir arada yaşayıp aile kurumunu ayakta tutmaktadırlar.

Bazen de ebeveynler çocuklarıyla problem yaşamaktadır. Fakat çocuklarını reddetmezler. Onlarla ebeveyn-çocuk ilişkisi prensibi üzerinden hayatlarını devam ettirmektedirler. İnsanlar, toplumdaki arkadaş çevresiyle bazı konularda anlaşamamaktadır. Fakat aynı mahalle, aşiret, şehir veya toplumda yaşamalarından dolayı bir şekilde ilişkilerini devam ettirmektedirler. Her insan eşi, çocuğu ve çevresiyle ne kadar problem yaşasa da, bir şekilde iletişime devam etmekte; aile ve toplum yapısını bozan tefrikayı kısmen devre dışı bırakmaktadır. Her ne kadar metot farklı olsa da, bir stratejik birliktelik sağlanabilmektedir.

Hz. Peygamber’in, insanlarla ne kadar problem yaşamış olsa da onlarla iletişimi kesmemesi ve bir şekilde aynı ortamda bulunmasıyla bir nevi vahdeti sağladığını görmekteyiz. Zira kendisine inanan ilk insanlar, toplumun farklı tabakasına mensupturlar. Mesela Hz. Ebubekir Mekke’de zengin bir tüccar, Hz. Ali 12 yaşında bir çocuk, Hz. Hatice bir kadın, Zeyd b. Haris azat olmuş bir köle, Sa’d b. Ebi Vakkas, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah Mekke’nin eşrafından, Bilal-i Habeşî, Süheyl-i Rumî, Ammar b. Yasir ise toplumun orta tabakasından olan insanlardı. Hepsinin ittifak ettiği nokta ise Kur’an’ın ortaya koyduğu tevhid ve vahdet olgularıydı.

Farklılıklarla beraber toplumsal vahdetin sağlanabilmesi için, farklılıkların yaratıcının kudret eserlerinden olduğunu kabul etmek gerekir. Renklerimiz ve dillerimizin farklı olması gibi; fikirlerimiz, yaşantımız ve söylemlerimiz de farklı olabilir. Önemli olan bu farklılığı bir çatıştırmaya dönüştürmemek ve insanların bu farklılıklarına açık olmaktır. Kur’an, insanı farklı görmek yerine, insanların farklılıklarına değinmiş ve onların bir kadın ve erkekten yaratıldığını vurgulamıştır. Ayrıca kabile ve kavimlerden yaratılmasının temelinde çatışma değil, birbirini tanımak olduğuna değinmektedir: Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, en takva sahibi olanınızdır. Şüphesiz Allah Alîm’dir - Habîr’dir.” (Hucurât: 49/13)

Ayet, insanların birbirlerine millet, kabile, ırk veya insan olarak herhangi bir üstünlüğünün olmadığını, nesep, ırk, kabile ve aşiret mensubiyetinin herhangi bir övünç kaynağı olamayacağını, tüm insanların bir erkek ve dişiden yaratıldığını belirtmektedir. Millet, kabile veya ırkıyla üstünlük taslamak cahiliye anlayışıdır. İnsanların dünyada övündükleri şeyler arasında malı, güzelliği ve nesebi öne çıkmaktadır. Nesep dışındaki diğer etkenler geçicidir. Fakat nesep daimidir. Zaten insanların neseplerini seçmesi mümkün değildir. Allah, insanların elinde olmayan nesebiyle dahi övünmeyi yasaklarken bir miktar kesbi olan diğer etkenleri de elbette yasaklamıştır.

İnsanların kavimler ve kabileler şeklinde ayrıştırılmaları, temelde onların farklılıklarının kabulüne onay vermek anlamına gelmektedir. Fakat kabul edilen bu farklılık, toplumdaki fertlerin çatışmacı değil, eşitlik ve barış içerisinde yaşamlarının sürdürülmesidir. Zira ayet tanımlama değil, tanıma perspektifinden yaklaşmaktadır. Nitekim ayette yer alan      tanıma formülünde yer almaktadır. Dolayısıyla ben merkezli değil ben-sen, biz değil, biz-siz merkezli olmamız gerekir. İnsanların veya toplumların sağlıklı bir iletişim kurabilmelerinin temelinde ise “tanıma” formülü bulunmaktadır. Tanıyamazsak tartışırız. Anlayamazsak kavga ederiz. Tartışma ve kavga ise çözüm değil, problem üretir.

Hz. Peygamber Mekke döneminde tevhidin, Medine döneminde ise vahdetin sembolüdür. O, Kur’an’ın vahdet için ortaya koyduğu ilkeleri uygulamış ve başarı elde etmiştir. Medine vesikası üzerinden inşa ettiği toplum örnek gösterilmektedir. Hz. Peygamber’in oluşturduğu vahdet toplumu, İslam’ı tüm dünyaya yaymıştır. Çünkü toplumu hablu’l-metin (sağlam ip) olan tevhid ilkelerine bağlı olarak inşa etmiştir.

Hz. Peygamber’in Mekke ve Medine’de oluşturduğu toplumun esasları önce tevhid, sonra vahdettir. Mekke dönemi tevhid olgusunun yerleştirildiği, Medine dönemi ise vahdet olgusunun gerçekleştirildiği dönemdir. Kur’an, Mekke döneminde şirk illetine bulaşmış olan insanların inançlarını, tevhid pınarı ile temizlemiştir. Bu bağlamda şirk ile sembolleşen bütün uygulamalara müdahale etmiş ve Medine döneminde oluşturduğu vahdet toplumuna doğru adım atmıştır. Medine döneminde ise Müslümanlar arasında vahdeti temin etmiş ve diğer topluluklar ile birlikte hareket ederek, dünya topluluklarına karşı nasıl bir ilişkide olmamız gerektiğini göstermiştir.

Hz. Peygamber’in sünnet boyutunda ise toplumsal vahdete yönelik yaptığı müdahalelerden en çok dikkatimizi çeken Medine vesikasıdır. Medine vesikasını, Hz. Peygamber’in Mekke’de vahyin rehberliğinde, kalplere tesis ettiği tevhid ve tevhide bağlı olarak adalet, ahlak, doğruluk, insan haklarına saygı gibi değerlerin kurumsallaşmasının veya hayata tatbik edilmesinin bir adımı olarak görmek mümkündür. Çünkü ahlak, adalet, doğruluk ve insan haklarına saygı gibi değerlerin uygulandığı yer toplumdur. Toplumu olmayanın değerinin de olması mümkün değildir.

Medine vesikasında yer alan iki önemli noktaya temas etmek istiyoruz.

Birincisi: Medine’de yaşayan grupların veya tarafların dini yaşantılarına müdahalede bulunulmamasıdır. Bu madde farklı grupların dini vecibelerini rahatça yerine getirebilmesine imkân tanımaktadır. Yani Yahudiler Tevrat ile, Müslümanlar ise Kur’an ile amel edebileceklerdir. Kur’an’ın oluşturmaya çalıştığı vahdet toplumunda gayr-i Müslimlerin dini emirlerini ifa etmelerinin engellenmesine yönelik herhangi bir vurgu yapılmamaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in hayatı boyunca da böyle bir girişiminin olduğuna rastlamamaktayız. Onların dinlerini kabul etmiyordu ama farklılığını kabul etmekteydi.

İkincisi ise Medine’ye karşı ortak savunma ittifakıdır. Mekkeli müşriklerin herhangi bir saldırısına karşı, Hz. Peygamber şehri hep birlikte savunmaya yönelik bir vahdet oluşturmaktadır. Hatta Hz. Peygamber antlaşmada kabilelerin isimlerini dahi zikretmektedir. Antlaşma aynı zamanda bu grupların kendi iç işlerinde serbest olmasına da imkân tanımaktadır. Bu şekilde bütün taraflar can, mal, namus gibi temel unsurları hem dışa karşı, hem birbirlerine karşı güvence altına almış olmaktadırlar. Hz. Peygamber bu şekilde toplumsal vahdeti gerçekleştirmiştir. Çünkü vahdet, yapısı gereği içerisinde ırk, renk ve dil başta olmak üzere birçok farklılığı bünyesinde toplayan bir yapıya sahiptir. Farklılıklarımız, nihai hakikatin bir tezahürüdür. Bu farklılıklar olduğu sürece vahdet vardır. Bundan dolayı vahdet, kollektif düşüncenin ürünüdür.

Vahdeti oluşturan unsurların günümüzde Müslüman bireylerde karşılık bulması hususunu değerlendirir misiniz? Bu unsurlar nelerdir?

Kur’an, bireyin düşüncesine tevhidi yerleştirmekte, hayatına istikamet vermekte ve toplumsal olarak da vahdete götürmektedir. Düşüncelerini ve hayata olan bakışlarını Kur’an üzerinden oluşturan bireyler, tevhid ve vahdet olguları üzerinde bir yaşam sürdürmüşlerdir. Çünkü tevhid, bütün zamanların değişmez yegâne hakikatidir. Yaşamın anahtar kavramı olmakla beraber, insanlık ailesinin mazi ve müstakbelini içine alan bir sermayedir.

Allah-insan ilişkisinde en önemli nokta tevhid olurken, insan-insan ilişkisinde ise en önemli kavram da vahdettir. Çünkü vahdet, tevhidin toplumdaki eylem olgusudur. İnançta tevhid ne kadar önemliyse, toplumda vahdet de o kadar önemlidir. Vahdet olgusunun oluşması için öncelikle toplumdaki tevhid akidesinin yeterince içselleştirilmesi gerekir. İnançtaki en büyük sapkınlık şirk, en büyük sosyolojik sapkınlık ise tefrikadır. Şirk tevhidin karşıtıdır. Şirk’in olduğu yerde tevhid yoktur. Tevhidin olmadığı yerde ise vahdetin yerini tefrika ve ihtilaf alır. Dolayısıyla vahdet için önce Mekke dönemi gibi inançtan başlamak gerektiği kanaatindeyim.

Müslümanlar olarak son iki asırdan beridir milliyetçilik hareketlerinin karşısında başarısız olan ümmet düşüncesinin, yeniden tecdit ve ıslah hareketlerine başlayarak canlandırılması gerekir. Tarihin tozlu sayfalarını teneffüs etmekle yetinip, hakikatleri günümüze taşımadığımız sürece, tefrikadan kurtulmamız mümkün değildir. Günümüz iklim ve coğrafyasında Müslümanlar olarak pasif durumda kalışımız, sadece tarihin tozlarını yuttuğumuzu göstermektedir. Bütün gelişmelerin teknoloji üzerinden yapıldığı çağımızda, insanlık derin bir kriz yaşamaktadır. Yegâne kurtuluş ancak yirmi birinci yüzyılda İslam’ın hayat anlayışını ortaya koyarak, sürdürülebilir ve yaşanabilir bir düşünce atmosferi oluşturmaktır ki, ben bu ortamın ancak vahdet ile gerçekleşebileceği kanaatindeyim.

İslam’a ait sembol ve kavramlara yüklenen negatif anlamları arındırmalı ve onlara İslam’ın özünü yüklemeliyiz. Zira sembol ve kavramlar, İslam’ın mesajını net bir şekilde aktarma vazifesini görürler. İnsanlar vahyin mesajını iletirken, kendilerine ait yorumlara ilahi nitelik katabilirler, fakat sembol ve kavramlar mesajı saf özüyle götürürler. Günümüzde İslam veya Müslümanlar denilince zihinlerde oluşan imgeler; savaşlar, intihar saldırıları, gericilik vb. olgular var olan bir durumun tezahürüdür. Müslümanların ismiyle müsemma olan bu sanatsal kötü imajları silmemiz gerekir.

Müslümanlar olarak iletişimimizi ortak noktalar üzerinden sağlamalı ve ihtilaflı meselelerimizi asgari seviyeye çekmemiz gerekir. Çünkü vahdet kollektif düşüncenin bir ürünü ve sosyal hayatın vazgeçilmez bir kanunudur. Bu düşüncenin oluşabilmesi için ihtilaflar gündeme getirilmemeli ve birliktelikler üzerinden istişareler yapılmalıdır.

Nasr Suresi bağlamında “21.Yüzyıl Müslümanlarının Kurtuluş Reçetesi” adlı orijinal ve güzel bir çalışmanız da vardı. Bu bağlamda günümüz Müslüman dünyasının zafer ve fetih elde ederek zillet ve mahkûmiyetten kurtulacağına dair düşüncelerinizi alabilir miyiz?

İslam dünyasında özellikle son yarım asırdır yaşananlar bizi hayli endişeye düşürmüştür. Müslümanların birçok devlete bölünmesi ve kendi aralarında kavga etmeleri ve vahdet oluşturamamaları da zillet ve mahkûmiyeti netice vermektedir. Bu durumdan kurtulmanın yegâne çaresi ise kanaatimce yine Kur’an’ın ortaya koyduğu metottur. Allah, Kur’an’da Müslümanlara yardım edeceğini belirtmiştir. Bu konuyu ele alan sure ise Nasr suresidir. Malumunuz Nasr suresi zafer suresidir. Bu sure ikinci Bedir’i yaşayan ümmete böyle bir müjdenin olabileceğini ve olması için de neler yapmamız gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu sure toplamda üç ayettir:

1- Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde,

2- Ve insanların fevc fevc Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde,

3- Artık Rabbini hamd ile tesbih et. Ve O’na istiğfar et. Çünkü O, Tevvab’tır.

Surenin birinci ayeti siyasi, ikinci ayeti içtimaidir. Üçüncü ayeti ise bireysel yani kulluktur. Bu ayetler arasında çok kuvvetli bir mana bütünlüğü vardır. Bu suredeki birinci ayette dikkat çekilen nokta başarıdır. Fakat bu başarının devamı için üçüncü ayetteki bireysel kulluğun önemine işaret etmektedir. İkinci ayetteki toplumsal değişme için ise yine bireyin değişmesini işaret etmektedir. Üçüncü ayetteki bireyin başarı kazanabilmesi için ise ikinci ayetteki toplumsal bütünleşmeye yönlendirmektedir.

Nasr suresinde Allah’ın yardımı ve fethi geldiği zaman insanların Allah’ı hamd ile tesbih ve istiğfar etmesi ifade edilmektedir. Bu sure işârî olarak zihinlere şöyle bir mana da vermektedir. Surenin manasını tersten okuduğumuzda Allah’ın yardımının gelmesi için O’nu hamd ile tesbih ve istiğfar etmemiz gerektiğini görmekteyiz. Hz. Peygamber’e Mekke’nin fethi nasip olduğu zaman Hz. Peygamber kadar Allah’ı hamd ile tesbih ve istiğfar eden kimse yoktu. Allah’ın yardımı ve fethi gelince de Hz. Peygamber daha fazla tesbih ve istiğfar etti. Bugünkü durumumuzu göz önünde bulundurduğumuzda ise zillet ve mahkûmiyetten kurtulmak ve Allah’ın yardım etmesi için O’nu çokça tesbih ve istiğfar etmemiz gerekir. Kulluğumuzun gereği olarak da Allah’ı tesbih ve istiğfar etmemiz gerekir. Dolaysıyla her iki durumda Allah’ı tesbih ve istiğfar etmemiz gerekmektedir.

Surenin birinci ayetinde yardım ve fetih vurgusu vardır. Allah, Hz. Peygamber’e bazen doğrudan yardım etmiş bazen ise dolaylı olarak yardım etmiştir. Peygamberini hiç yalnız bırakmayan Allah, Bedir’de, Huneyn’de ona yardım etmiş, tevhid mücadelesini zaferle neticelendirmiştir. Hz. Peygamber ise buna karşılık boş durmamıştır. Gerek kulluğuyla, gerek zafer anlarındaki tavırlarıyla nazarları kendisine değil kudret ve zafer sahibi olan Allah’a çevirmiştir. Öte yandan zaferi nasıl kazanacağına dair Allah ona yol göstermiş, sabredip Allah’tan sakındığı takdirde yardımın geleceğini, her insan için de çalıştığının karşılığı olduğunu, bunun gerekleri ne ise yapmasını istemiştir. Fakat Hz. Peygamber zaten bunların farkında olan birisiydi ve gereğini yapıyor ve bize de örnek oluyordu. Dolaysıyla muhatabın bizler olduğu aşikârdır.

İkinci ayetinde toplumsal bir değişimden bahsedilmektedir. İnsanların gruplar halinde Allah’ın dinine gireceği ifade ediliyor. Bu da toplumsal değişmeyi zorunlu kılmaktadır. Bizler kültürümüzü ve adetlerimizi bırakıp Allah’ın bize emrettiği ve bizim için hayrı emreden Rabbimizin istediği bir toplum olmamız gerekmektedir. Günümüz dünyasında İslam’a muhalif ne kadar yaşantımız var olduğu görülmektedir. Bunları bırakmadığımız sürece yardım ve zaferin gelmeyeceği açıktır. Bundan dolayı tam teslimiyetle mükellefiz. Toplumsal değişme için yardım ve zaferin gelmesi, zafer ve yardımın gelmesi için de toplumsal değişmenin olması gerekmektedir. Çünkü Kur’an, bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah’ın onları değiştirmeyeceğini ifade etmektedir.(Ra’d 13/11) Burada iki ayet birbirinden farklı mevzuyu ele almakla beraber ikisi de birbirini nitelendirmektedir. Yani zafer ve yardım için toplumsal değişme gerekli, toplumsal değişme için ise zafer ve yardım gerekli.

Üçüncü ayetinde kulluk mevzusu var. Zaferin sarhoşluğuna kapılmadan insanların kendilerine itaatini gördüğünde ilahlık egosuna kapılmayan ya da ilahlığa giden yolu hamd ile tesbih ve istiğfarla kapatan ayettir. Bu ayet bize ubudiyetimizi düzeltmemiz gerektiğini ifade etmektedir. Zafer ve yardımın devamı için bu ayette ki kulluk vazifesine dikkat etmemiz gerekmektedir. Çünkü bu ayet zaferin hemen ardından kulluğa çağırmaktadır. Zafer kazanmışken başka bir varlık önünde eğilmek çok zor bir imtihandır. Hz. Peygamber bu imtihanı başarmış bir insan olarak bizlere örnek olmuştur. Bundan dolayı zaferi müjdeleyen ve kulluğa çağıran bu ayetler arasında önemli münasebetler bulunmaktadır. Liderlere zaferin neticesinde kulluk, toplumlara zafer için Allah’ın dinine girmesi ve bireylerine ise zafer yolunun secdeden geçtiği mesajını iletmektedir. Dolayısıyla bu surenin içerdiği bu manalar dikkate alındığında günümüz Müslüman dünyasının nasr ve fetih elde edeceği kanaatindeyim.