Mâbedlerin Tarihi, İnsanlık Tarihi Kadar Eski / Dr. Zübeyir Aslan

Mâbedlerin tarihi, insanlık tarihi kadar eski… İslam’da “mescid” kavramı nasıl başlamış ve “cami” kavramına nasıl geçilmiştir?

Tarihte mâbedler; temel fonksiyonu olan içinde ibadet etmek için inşa edilmişlerdir. Bununla birlikte, toplumu idare etme ve canlandırma gibi roller de üstlenmişlerdir. Nitekim yakın tarihte mâbedler bu şekilde değerlendirilmiştir. Bu sebeple mâbedler insanlarla birlikte hep var olmuşlardır diyoruz. İlahi menşeli dinlerden Yahudilik ve Hıristiyanlıkta mâbedsiz dönemler bulunmakla beraber İslâm’da mâbedsiz (mescidsiz) dönem yoktur.

Mescid-i Harâm ve Mescid-i Aksa önceki peygamberler tarafından, Mescid-i Nebevî ise Hz. Peygamber (s.a.v.) öncülüğünde inşa edilmiştir. Bu itibarla, mescidin bilinen şekli ve işleviyle İslâmî literatüre girmesi ilk olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında başlamıştır. Günümüzde ülkemiz gibi bazı bölgelerde daha çok kullanılan ve “cemaati toplayan” anlamındaki “cami” kavramı, “mescid”le eş anlamlıdır. “Mescid”, “yapılışında Allah’a ibadet etme amacı güdülüp, dünya ve ahiret saadeti amacıyla içinde özel olarak beş vakit farz namazlar, Cuma namazı ile nafile namazların kılındığı, içinde veya müştemilatında itikâf yapıldığı yer parçası” olarak tanımlanmıştır. Fiziksel anlamdaki cami ise; geleneksel olarak üst tarafı kubbe olan dört duvarla birlikte, mihrap, minber, müezzin mahfili, vaaz kürsüsü, minare, şadırvan ve avlu gibi, Müslümanların cemaat halinde ibadet etmelerine yarayan unsurlarla inşa edilmektedir.

Mescidlerde dinen neler yapılabilir? Günümüzün sadece namazlara yönelik durumunu daha fonksiyonel mescid beklentileriyle karşılaştırabilir miyiz?

Mescidler, içinde ibadet etmek olan asıl gayesiyle birlikte, sosyal ve kültürel amaçla değerlendirilerek çeşitli yönlerle Müslümanların hayatında merkezi bir konum almıştır. Nitekim Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevî’yi, zamanın yabancı kabile reislerinin ağırlandıkları bir merkez haline dönüştürmüş ve şûra meclisi olarak stratejik askerî kararların alındığı bir güvenlik merkezi olarak kullanmıştır. Burada aynı zamanda savaş gazileri tedavi edilmiş, karşı cephenin esirleri hapsedilmiş, elde edilen ganimetler sahiplerine dağıtılmıştır. Keza Suffe’ye ev sahipliği yapmıştır. Hulâsa ilk dönem mescidler Müslümanların birçok ihtiyacına ev sahipliği yapmıştır. Mescidler, günümüzde bu hususlara benzer uygulamalarla Müslümanların hizmetinde olmaya devam etmektedir.

İslâm hukuk tarihinde gelinen noktada mescidlerin statüleri şer’î hükümler çerçevesinde nasıl belirlenmiştir?

Müslümanlar nezdinde mescid denince de akla ilk gelen şey namaz ibadeti ve bu ibadetin mescid içinde eda edilmesidir. Cuma namazı, vakit ve kaza namazları, cenaze namazı ile teravih, tahiyyetü’l-mescid, yağmur duası, küsûf/güneş tutulması, husûf/ay tutulması gibi namazlar hem ferdi olarak hem de toplu olarak mescidin içinde, dışında kılınabiliyorken, Cuma namazı sadece cemaat halinde kılınabilmektedir. Cuma namazının bilinen şekliyle mescidlerde kılınması şart olmamakla birlikte, şehir içinde yer alan mescid veya herhangi bir mekân ve açık hava gibi mescid hükmündeki yerlerde kılınması teamül haline gelmiştir.

Mescide has olan ibadetlerden bir tanesi itikâftır. İtikâf, “Allah’a ibadet amacıyla, nefsi rutin dünya işlerinden uzaklaştırıp mescid veya mescid hükmündeki yerlerde inzivaya çekilmek” demektir. İtikâfın meşruiyeti âyet ve hadîslere dayanmaktadır.

Mescid, yer yer içinde ilim tahsili gibi eğitim-öğretim faaliyetlerinin icra edildiği yer olarak değerlendirilmiştir. Nitekim Mescid-i Nebevî’ye bitişik olarak inşa edilen ve eğitim-öğretim için ayrılan bölümde, Muhacir ve Ensar’dan oluşan sahâbe eğitim görmüştür. Mescidi-i Nebevî, haftanın belli bir günü kadınlara da tahsis edilmişti. Günümüzde eğitimdeki işlevi çeşitli okul ve üniversiteler tarafından üstlenen mescid, yaygın din eğitimi altında hizmet vermeye devam etmektedir.

Müslümanların günlük olarak en çok toplandıkları merkez oluşu nedeniyle, kazâî faaliyetler uzun bir dönem mescidde icra edilmiştir. Keza bir nevi yargılama olan liân olayları da mescidlerde yapılmıştır. Mescidin bir yargılama ve hesap verme faaliyetinin icra edildiği yer olarak seçilmesi, fiziki kapasitesinin yanında, muhtemelen mescidin toplum nezdindeki dinî yönünün düşünülmesinden kaynaklanmaktadır.

İlk dönem mescidler gayri müslim esirlerin geçici surette hapsedildikleri mekânlar olarak kullanılmıştır. Nitekim Sümâme ile Seffâne’nin mescidde belli bir süre hapsedildikleri kaynaklarda geçmektedir. Ancak günümüz devlet anlayışında mescidin hapishane olarak kullanılmasına ihtiyaç kalmadığı görülmektedir.

Müslümanların toplu olarak bulunabildikleri durumlardan biri düğünler ile nikâh kıyma merasimleridir. Tüm zamanlarda herkese açık olması sayesinde, yakın tarihe kadar söz konusu aleniyetin en iyi şekilde mescidlerde gerçekleşebileceği varsayılmıştır.

Mescidler kayıp ve buluntu eşya ilanının yapıldığı yerler olarak kullanılabilirler. Nitekim İslâm hukukçuları, lukata’nın bir sene boyunca usulüne uygun olarak Cuma günlerinde, çarşı-pazar gibi mescid önlerinde de ilan edilmesini istemektedirler.

Mescidler, savaşlarda yaralanan Müslümanların, içinde tedavi edildikleri revir olarak değerlendirilmiştir. Keza ağırlıklı olarak “cemaatle kılınan” cenaze namazı, mescidin içinde veya avlusunda kılınmıştır. Bir dinî vecibeyi yerine getirmek için Müslüman toplum ihtiyacını karşılayan musallalar da, genelde mescid avlusunda bulunmaktadır.

Mescidlerin fiziki olarak yapılması ve yönetilmesi Müslümanlara ait bir imtiyazdır. Bu nedenle mescidlerin mimari ve fiziki alandaki proje-plan çizimleri dâhil inşa süreçlerinin hepsine Müslüman eli değmelidir. 

Ebû Hanîfe’nin bir görüşü ve Ebû Yûsuf ile Hanbelîlerin essah görüşüne göre atıl hale gelen mescid, hâkim kararıyla satılır ve elde edilen gelir, satılan mescide yakın başka mescidlere harcanır. Ahmed b. Hanbel, harabeye dönüşüp bir daha onarımı mümkün olmayan mescidin satılabileceği ve onun parasıyla başka bir mescidin yapılabileceği görüşündedir. Ancak, Hanefîlerin mezhep görüşü, Mâlikî ve Şâfiîler ile Ahmed b. Hanbel’in bir görüşüne göre, mescid “vakıf”tır ve vakıf olan şey (süreklidir) herhangi bir suretle satılamaz ve kamulaştırılamaz. Zira yerine tekrar mescid inşa edilmesi muhtemeldir. İmam Muhammed’e göre, vakıf malı olan mescid ve çevresi istifade edilemeyecek duruma geldiğinde, vakfedene, o da ölmüşse varislerine döner. Buna göre mescid satılabilmektedir. Ülkemizdeki işleyiş şu şekilde cereyan etmektedir: Vakıf malı olan mescidlerdeki gayrimenkuller, satılıp başka vakfiyelere (mescidlere) harcanmaktadır. Ancak çeşitli sebeplerle kullanılamaz hale gelen mescidler ve arsaları devlet organları eliyle meri mevzuata göre kamulaştırılmaktadır.

Mescidin onarılması, yıkılarak yerine yenisinin yapılması, süreli bir şekilde mescid olarak tutulan yerlerin kullanılması gibi sebeplerle geçici olarak kullanılan bazı mekânların, mescid olarak kullanıldığı süre zarfında mescid hükmünü alabileceği değerlendirilmektedir.

Bir kısım Şafiî fakih, vakıf mülkü olan mescidde tağyîrin (fiziksel değişikliğin) yapılamayacağından bahisle, mescidin yıkılıp yerine yenisinin yapılmasına karşı çıkmaktadırlar. Ancak Hanbelî fakih Bühûtî, vakıf mülkü olan ve artık küçüklüğünden dolayı cemaate yetmeyen veya yıkılan mescid yerine zarurî ihtiyaçlar nispetinde yenisinin yapılabileceğini veya onarılabileceğini söylemektedir. Bu itibarla günümüzde, nüfus yoğunluğu, yerleşim yerlerinin değişim geçirmesi gibi sebeplerle, mescidin ekleme, yenileme, onarılma ihtiyacı dikkate alındığında Hanbelîlerin, mescid onarılmasına cevaz veren görüşleriyle amel etmek maslahata en yakın hüküm olduğu düşünülmektedir.

“Vakf”; ıstılahta “bir mülkün menfaatini halka tahsis edip, aynını Allah Teâlâ’nın mülkü hükmünde olmak üzere temlik ve temellükten sonsuza dek men etmek ve mevcut olan mülkün gelirini, dinen mübah bir cihete sarfetmek” anlamına gelmektedir. İmam Muhammed’e göre, bir mescidde kullanılmayan halı ve diğer mefruşat başka mescidlerde kullanılabilir. Şirbînî, Şâfiîlerin mezhep görüşünü şu şekilde aktarmaktadır: Şayet çürümüş ve yakılmaktan başka bir işe yarayamayacaksa mescid hasırlarını satmak caizdir.

Mâlik’e göre, mescide yapışık olan minare, dükkân vs. mescidden sayılmaz. Şâfiîlerin mezhep görüşüne göre medrese, tekke ve namazgâhlar mescidden sayılmaz. Ancak Cumhur’a göre mescide yapışık olan minare mescid hükmünü alır, içinde itikâf yapılır. Hanbelî İbn Kudâme, mescidin minaresi mescidden sayılır, demektedir. Şâfiîlere göre, mescidin çatısı ve avlusu da mescid hükmündedir. İmam Muhammed şunları söylemektedir: “İslâm’da mescid tazîm gören bir mekândır. Ev’in böyle bir durumu yoktur. Dolayısıyla mescid üstündeki ev, mescid hükmünü almaz.” Ancak, Hanbelîlere göre cünüp, adetli ve lohusa kimseler bu durumda iken namaz abdesti almaları şartıyla mescidde ve üstündeki evde bulunabilirler. İbnü’l-Hümâm’a göre giriş-çıkış kapısının ayrı olması kaydıyla mescidin altında bodrum vs. üstünde de ev vs. yapılabilir. Gönenç’e göre de, mescid inşa edilirken, üstünde veya altında imam ve müezzinler için lojman yapılacağı şart koşulmuşsa, bu durumda yapılmasının bir mahzuru yoktur.

Gayri müslimlere tanınan haklar çerçevesinde mâbed hürriyeti Kur’ân ve Sünnet temelinde karşılığı olan bir konu. Tarihsel süreçlerde ve İslam’da müstakil hükümlerde bu konu nasıl yer almaktadır?

Müslümanların gayri müslimlere hakları tanımalarının referansı Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in Sünneti (tatbikatı) ile başta dört halife olmak üzere Müslüman yöneticilerin uygulamaları olmuştur. Bu itibarla, gayri müslimlerin başta ibadet etme özgürlüğü olmak üzere, İslâm egemenliğinde güven içerisinde yaşayabilmeleri, asr-ı saâdetten itibaren İslâm diyarında tatbik edilmiştir. Nitekim farklı din ve kültürlerle yaşayan Hz. Peygamber, gayri müslimleri hiçbir zaman bir arada yaşanamayacak unsurlar olarak telakki etmemiştir. Mescid-i Nebevî’de, ibadet vakitleri gelen Hristiyan Necranlı’ların, mescidde namaz kılmak istemeleri üzerine bazı Müslümanlar müdahalede bulunmak isterler. Ancak Hz. Peygamber onlara ilişilmemesini emretmiş ve Necranlı’lara hitaben: “Doğuya dönerek namazınızı kılabilirsiniz.” demiştir. Emevî ile Abbâsîler döneminde de Yahudi ve Hıristiyanların istihdamı gerçekleştirilmiştir. Bu itibarla İslâm’da gayri müslimler de Müslümanlar gibi günümüz tabiriyle birinci sınıf vatandaştırlar.

Gayri Müslim ülkelerde Müslümanların ibadethane problemleri açısından imkân ve sorumluluk boyutunda konuyu değerlendirir misiniz?

Devletlerarası mütekabiliyet esasına dayalı olarak beşeri hukukların bile azınlıklara tanıdığı ibadet/mâbed hürriyeti, gayri müslim yönetimlerdeki ülkelerde mülteci veya vatandaş durumundaki Müslümanlardan esirgenmektedir. Nitekim buralarda Müslümanlar, mescid edinmede çeşitli problemler yaşamaktadırlar. Mesela imar görmüş yüzlerce arsa bulunduğu hâlde buralarda mescid yapımına izin verilmez. Dahası hem yerel halk hem de eyalet ve şehirlerdeki resmi makamlar tarafından türlü engeller çıkarılarak mescidlerin ruhsat işlemlerinin aylarca sürmesine sebep olunmaktadır. Keza izin verilebilen mescidler için de çeşitli şartlar koşulmaktadır. Örneğin cami komşularının rahatsız edilmeyeceği, ezanın minarelerden değil içeriden okunacağı, mescidde minarenin-kubbenin yapılmayacağı gibi. Ayrıca başta Avrupa kıtasında yaşamakta olan Müslümanların, kendi çabalarıyla oluşturdukları İslâm kültür merkezleri ve mescidleri ile evleri, İslâmofobi yüzünden ırkçı gruplar tarafından çeşitli fiziki baskılara maruz kalmaktadır.