Resulullah (s.a.v.), çalıştığımız eğitim ve öğretim kurumlarında ciddi bir eğitimi gerçekleştirmiştir. Resulullah’ın (s.a.v.) İslam’ı tebliğ ederken yalnızca eğitimde bulunmadığı, zaman zaman öğretimde de bulunduğunu görmekteyiz. Burada her iki durumu ele almaya çalışacağız.
ÖĞRETİM
Öğretmen Peygamber
Resulullah’ın (s.a.v.) peygamberlik hayatı boyunca gerçek bir öğretmen olarak aktif bir vazife yaptığını görmekteyiz. Bizzat kendisi de bu hususta “Ben, bir öğretmen olarak gönderildim.” (İbn Mace, Mukaddime, 17) buyurmuşlardır. Resulullah (s.a.v.) yalnız kendisinin değil, diğer bütün peygamberlerin de birer öğretmen olarak görev yaptıklarına işaret buyurmuşlardır. Zira kendisine, “Ya Resulallah! Adem (a.s.) da bir peygamber miydi?” diye soran birine, “Evet, O öğretmen ve mükellim idi.” diyerek cevap vermiştir. (Hakim, Müstedrek, c.2, s.288)
Öğretim işinin hayatın vazgeçilmez bir parçası olduğunu vurgulamak üzere Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar iki kimsedir: Öğreten ve öğrenen. Bu ikisinin dışında kalan (şey)lerde hayır yoktur.” (Taberanî, el-Mu’cemu’l-Kebir, c.10, s.201) O halde inanan bir insan ömrünü daima iki vasıftan biriyle renklendirmelidir: Buna göre kişi, ya öğreten bir öğretmen veya öğrenen bir öğrenci olmalıdır.
Resulullah’a (s.a.v.) peygamberlik görevinin kırk yaşlarında tevdi edildiği günden itibaren yaklaşık yirmi üç yılda gerçekleştirdiği “insan yetiştirme” faaliyetlerindeki başarı ve yüksek performansının, şimdiye kadar bir şahıs ya da bir kurum tarafından gerçekleştirildiğine tarih şahitlik edememiştir. Yalnızca insan yetiştirme davası değil, insanın alışkın olduğu “berber”ini değiştirmesinin psikolojik açıdan zorluğu bile biliniyorken, eski inançlarının yerine yenilerini ikame ederek “Müslüman yetiştirme” davasının daha çetin bir iş olduğu düşünüldüğünde, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) öğretmenlik alanındaki başarısının asla gölgelenmeyecek parlaklıkta olduğu hemen farkedilecektir.
Gerçekten de ne Resulullah’tan (s.a.v.) önce ne de sonra O’nun kadar eğitim ve öğretimde başarılı bir öğretmen gelmiştir. Bu hakikati, günümüzde bile eksilmeyen etki ve yankısıyla tarihin ortaya koyduğunu, lehte ve aleyhte olan pek çok kimse ikrar etmektedir.
Resulullah (s.a.v.), Peygamber olarak insanlara öğretmek zorunda olduğu bir kitap ile görevlendirilmiştir. Şüphesiz bu kitap da Kur’ân’dır. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ilk yaptığı iş de Kur’ân’ı öğretmek olmuştur. Bu yüzden Resulullah (s.a.v.), Kur’ân öğretimine özel bir ihtimam gösterir ve bizzat kendisi Ashaba Kur’ân öğretmek suretiyle öğretmenlik vazifesini ifa ederdi. Ashabına da Kur’ân’ı öğrenmelerini emrederdi. Öncelikle Kur’ân’ın anlaşılması ve hayata geçirilmesi için gayret gösterirdi. Yoksa gaye sadece Kur’ân’ın ezberlenmesi değildi.
Resulullah’ın (s.a.v.) Kur’ân’ın öğretimi için özel bir itina gösterdiği ve özel metodlar uyguladığını, sahabenin, “Bize Kur’ân’ı öğretir gibi teşehhüdü öğretirdi.” veya “Bize Kur’ân’ı öğretir gibi dua öğretirdi.” yahut “Bize Kur’ân’ı öğretir gibi istihareyi öğretirdi.” şeklindeki ifadelerinden anlıyoruz. Bizzat kendisi öğretimin gerekliliğine işaret etmekten geri durmamıştır. Resulullah (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar, ilim ancak öğrenmeyle, fıkıh ise derin anlayışla gerçekleşir.” (Taberani)
Resulullah (s.a.v.) herhangi bir konuda öğretimi gerçekleştirirken, topluca eğitim ve öğretim yaptığı gibi, bazı zamanlarda da kişilerle tek tek ilgilenerek öğretimde bulunuyordu. Günümüzde de pedagogların işaret ettikleri gibi öğrencilerle fert fert ilgilenmek, öğretimin başarısını arttıran en önemli amillerdendir. Bu şekilde yüz yüze yapılan öğretim ile ilgili bilgilere hadis mecmualarında sıkça rastlamak mümkündür. Ferdi eğitimi Resulullah (s.a.v.), yalnız erkekler için yapmazdı. Bu konuda bayanlara da ferdi eğitim uyguladığı olurdu. Esma binti Umeys’e (r.anha) zorluk anında yapacağı duayı öğretmesi ve Resulullah’a (s.a.v.) gelerek “Ben bir bayanım artık ağırlaştım, otururken yapabileceğim bir şey öğret bana.” diyen Ümmü Hani binti Ebi Talib’e (r.anha) bu halde yapabileceği menasiki öğretmesi, Ümmü Süleym’e namazda okuyacağı duaları öğretmesi gibi bayanlar için de ferdi eğitimi gerçekleştirdiği gözlenmektedir.
Öğretimde Uslûb
Öğretimde takrir önemli bir metod olarak kullanıldığından dolayı, eğitimcinin kullandığı ifade ve uslûbun önemi çok büyüktür. Zira öğretimde aranan asıl etkinliğin ortaya çıkması, dilin duyuma yaptığı tesirden neşet eder. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, yumuşak bir uslûb kullanarak öğretimde bulunduğu gibi, bunu sürekli tavsiye de etmiştir. Resulullah (s.a.v.) bir hadisinde “Yumuşak söz sadakadır.” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, c.2, s.600) Öğretimde üslubun en güzelini, konulardan dinleyenin aklına ve zihnine en kolay gelenini ve fehmine en yakın olanını seçen Resulullah (s.a.v.), muhatabın hafızasında ilmin yer etmesi için izahata da çokça yer verirdi.
Resulullah (s.a.v.), anlattıklarının muhatapları tarafından anlaşılması için büyük bir itina gösterirdi. Resulullah (s.a.v.) konuştuğu zaman, kelimeleri saymak isteyen birinin, O’nun ağzından çıkan kelimeleri sayabilecek kadar açık ve net konuştuğu da yine Hz. Aişe (r.anha) tarafından rivayet edilmektedir. Resulullah (s.a.v.), konuşunca aralıklı konuşur, dinleyen herkes anlardı. Bir sözün iyice anlaşılması için bazen söylediklerini üç kez tekrar ederdi. Bazen de bir topluluğa hitap ettiği zaman gözleri kızarır, sesini yükseltir, ciddileşir ve adeta bir orduyu korkuturcasına konuşurdu.
Resulullah (s.a.v.) bu şekilde öğretim verirken, çoğu zaman dinleyicilerin ilgi ve dikkatlerinin dağılmaması için gereken ortamı hazırlardı. Mümkün mertebe dinleyicilere hâkim olan bir yerde otururdu. Medine’deki mescidde olduğu gibi yaptırdığı birazca yüksekçe (üç basamaklı) bir minberde Müslümanlara hitap ederdi. Mescitte insanların çoğalması üzerine orada bulunanların Resulullah’ı (s.a.v.) görebilmeleri için bu minbere ihtiyaç duyulmuştur. Bu arada kendisini dinlemek suretiyle bir şeyler öğrenmek isteyen topluluğun huzurunu bozanları da uyarırdı. Nitekim bir defasında mescitte Müslümanlarla alay eden ve seslerini kısıp kendi aralarında konuşan ve dikkatleri dağıtan münafıkları, mescitten kovmuştur.(Suheylî)
Resulullah (s.a.v.), eğitim ve öğretimde bulunurken, bu hususta karşılaştığı yanlışlıkları da aynı anda düzeltmeye çalışırdı. Çok iyi bilinmelidir ki öğretim ile hedeflenen şeyin, yalnızca kafaları doldurmak ve süslemek değil, bilakis dinleyicinin zihnine er geç gelişip serpilecek bir tohum mesabesindeki sözlü formülleri yerleştirmek olduğu hatırlanmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), insanlara bir şeyler öğretmeye çalışılırken, eğitimciler açısından çok önemli bir düsturun daima göz önünde bulundurulmasına dikkat çekmiştir: “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.” (Buharî, İlim, 11)
Öğretim Programı
Resulullah’ın (s.a.v.), çoğu zaman nerede ve ne zaman kiminle karşılaşacağı ve ne gibi sorularla muhatap olacağı bilinemediğinden, genelde programlı bir eğitim ve öğretim takip ettiğini söylemek mümkün değildir. Ancak özellikle Mescid-i Nebevî’nin inşasından sonra ve bu mescidin sofasında kalan Ehl-i Suffa ile Medine’deki diğer bazı mescidlerdeki öğretim faaliyetleri için nispeten programlı bir eğitim ve öğretim uyguladığını ifade edebiliriz. Resulullah (s.a.v.) her fırsat bulduğunda mescide gelir iki rekât namaz kıldıktan sonra, orada oturur, hazır bulanan kimselerin sorularını cevaplandırarak öğretim işini hiç ara vermeden devam ettirirdi. Bunun yanında özellikle kendisi Suffa ehline bizzat öğretmenlik yaptığından, gündüzleri çeşitli yerlerden gelen kimselerle meşguliyetinden dolayı, daha çok geceleri Suffa’da eğitim ve öğretimde bulunmuştur. Bu durumdan dolayı Suffa ehli de gündüz ibadet eder, Kur’ân okur, geceleri ise ders alırlardı.
Bazen de diğer mescitlerde insanların toplanmalarını emir buyurmuş ve hazır olduklarında kendisine haber verilmesini istemiştir. Genellikle perşembe gününü erkeklere eğitim ve öğretim için ayırırdı. Elbetteki eğitim ve öğretim sadece erkekler için değildi. Kadınların da “Ya Resulallah! Senin sözlerini hep erkekler alıp gidiyorlar. Bize de bir gün ayır ki o gün sana gelelim; sen de Allah’ın sana öğrettiği şeylerden bize öğretirsin.” şeklindeki talepleri üzerine, Resulullah (s.a.v.), onlara da öğretim için ayrı bir gün ayırmıştır.
Resulullah’ın (s.a.v.) hanımı Ümmü Seleme (r.anha), evinde saçlarını bir bayana taratırken, Resulullah’ın (s.a.v.) minberden: “Ey insanlar...” diye hitap etmeye başladığını duyunca, saçını tarayan kadını: “Bırak, sonra tararsın.” diye ihtar eder. Kadın: “O, erkekleri çağırıyor, kadınları çağırmıyor.” dediğinde, Ümmü Seleme: “Ben de insanım.” diye cevap verir ve Resulullah’ın (s.a.v.) konuşmasını dinlemeye gider. (Müslim, Fedail, 9) Bu örnek de, Sahabeden kadın veya erkek olsun herkesin öğrenmeye büyük bir iştiyak duyduğunu ortaya koymaktadır. Mescid-i Nebevî’de kadınlara ait bir suffenin bulunduğuna ve namazlarda erkek saflarının arkasında kadınların saf oluşturduğuna dair rivayetler, kadınların öğretim meselesinde erkeklerden hiç de geri kalmadıklarını ortaya koymaktadır.
Başkalarını Öğretmen Tayin Etmesi
Resulullah (s.a.v.), İlâhî mesajın kendisine bildirildiği ilk günden başlamak suretiyle daima, karşılaştığı her kişi veya topluluğa bir şeyler öğretmenin azmi içerisinde olmuştur. Uygun ortam ve zamanlarda irad ettiği hutbelerle Ashab’ı eğitmeye ve onlara dinlerini öğretmeye çalışmıştır. Bu sebeple Resulullah’ın (s.a.v.) hemen hemen her anı öğretmekle geçiyordu. Kendisinin ulaşabildiği her insana bir şeyler öğretmeye çalışmasının yanında, özellikle sürekli beraber bulunduğu Suffa ehline bizzat kendisi öğretmenlik yapardı. Suffa ehli gündüz ibadet eder, Kur’ân okur, geceleri ise ders alırlardı. Resulullah (s.a.v.), kendisinin her hangi bir sebepten dolayı bu işi yerine getiremediği durumlarda, dini hususlarda bilgili ve öğretmenlik vasıflarına sahip sahabeden birini öğretim işi için görevlendirirdi.
Öğretmen olarak görev alanların kendilerine çeki düzen vermelerini Resulullah (s.a.v.) tavsiye buyururdu. Bir defasında Resulullah (s.a.v.) Ashabı’na hitaben: “Sizler arkadaşlarınızın önderlerisiniz, öyleyse güzel elbise giyiniz, yol ihtiyaçlarınızı düzenleyiniz. Öyle ki sizler insanlar arasında (birer) nişane gibisiniz.” (Hakim, Müstedrek) buyurmuştur.
Hz. PEYGAMBER (s.a.v.) DÖNEMİNDE EĞİTİM
İslam’ın esas kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet’i eğitim açısından incelediğimizde, eğitimin merkezden muhite doğru genişleyen bir perspektif arzettiği görülür. Bu iki kaynağın öncelikle ele aldıkları ve neticelendirmek istedikleri konu, muhatabın Allah’ın varlığına ve birliğine inanmasıdır.
Sosyal psikolojiye göre, inançsız bir insanın psikolojik varlığı düşünülemez. Çünkü bu insan, devamlılığı olmayan bir varlık demektir. İnançların ferdî şahsiyette oynadığı temel rollerden biri de onun psikolojik dünyasına bir yapı ve devamlılık kazandırmasıdır. İnançlar, ferdin dünyasını inşa eden birer blok gibidirler. Bir psikolojik durumdan diğerine devamlılığı temin eden esas unsur, bu devamlı tutum ve inançlardır.
Dikkat edilirse İslam dininde, inançların esası ferdin vicdanını muhatap almakta ve ibadetlerin büyük çoğunluğu ferdî olarak icra edilmektedir. Resulullah’a (s.a.v.) Abdullah İbni Mes’ud’un (r.a.) sorduğu: “Amellerin hangisi daha sevimlidir?” sorusuna, “vaktinde kılınan namaz” cevabı verilir. “Sonra hangisidir?” sorusuna, “anne-babaya iyilik”; tekrar “Sonra hangisidir?” sorusuna, “Allah yolunda cihad” cevabı verilir. (Buharî, Mivakitu’s-Salat, 5) Bu hadiste de önce kişinin ferdî olarak icra ettiği ibadete, sonra yakın çevresi ve sonra topluma yönelik sorumluluğuna işaret edilmektedir.
O halde biz de İslam’ın ortaya koyduğu genel perspektife uygun olarak öncelikle ferdî eğitimi gözden geçirmeliyiz.
Ferdî Eğitim
İslam dini, imanı kişinin vicdanında kabul eder ve iman eden şahsa çeşitli sorumluluklar yükler. İslam’ın her emir ve nehyini, önce fert nefsinde yaşar. Dolayısıyla İslam dini, bu özelliğinden dolayı öncelikle şahsı ciddi ve sağlam bir eğitimden geçirmeyi hedefler. İslam, kişinin kalbini Rabbi’ne rabtederek müstakil bir şahsiyet geliştirmeyi amaçlar. İslam dini, iyi bir eğitim görmüş fertlerin meydana getirdiği güzel bir aile ve böyle güzel ailelerden kurulu sağlam bir toplum yapısını gerçekleştirmeye çalışır.
Resulullah (s.a.v.) her yönüyle güçlü bir toplum binasını örnek için kişiyi yakın çevresiyle bütünleşmeye çağırır: “Allah, sizden herhangi birinize bir hayır ihsan ettiği zaman, evvela ona kendi nefsinden ve ailesinden başlasın.” (Müslim, İmare, 1) Kişi hayır ve iyiliğe önce kendinden başlamalıdır; zira ilk muhatap kendi nefsidir. Şu hadis de, sosyal ve dinî ilişkilerde kişinin merkez alındığını göstermektedir: “Haberiniz olsun ki her biriniz birer çobansınız ve idareniz altındakilerden sorumlusunuz.” (Buharî, Cuma, 11)
İslam dininde fert, ailesinin ve toplumun bir üyesidir. Ancak onların ötesinde özel ve kişisel hayatını, dinî açıdan geliştirmiş olarak yalnızlığı ve ferdî sorumluluğu göz önünde bulundurulmaktadır. Bu noktadan hareketle, ferdin eğitiminde kişisel motivasyonun sağlanması ve ilgi alanının belirlenmesi gerekmektedir. Resulullah (s.a.v.), ferdî motivasyonu sağlarken, aynı zamanda onların ilgilerini çekmek için duygularına da hitap etmektedir: “Şayet bir dost (halil) edinecek olsaydım elbette Ebubekir’i edinirdim. Lâkin O, benim kardeşim ve arkadaşımdır.” (Buharî, Fedailu’s-Sahabe, 5) Ebubekir (r.a.), Peygamber Efendimiz’in en yakın arkadaşıydı ve aralarında güçlü duygusal bağlar oluşmuştu. Burada Hz. Ebubekir motive edilirken, duygusal ifadelerle ilgisi çekilmiştir.
Gerçekten de ilgi, her zaman duygusal bir karakter taşır. Peygamber Efendimiz, fertlerin ortaya koydukları güzel davranışlarından dolayı zaman zaman bu şekilde onların bu davranışlarını pekiştirirdi. Nitekim Hendek Savaşı’nda, savaşın en şiddetli zamanında düşmandan haber getiren Zübeyr b. Avvam’a (r.a.) hitaben: “Her peygamberin bir havarisi vardır. Benim de havarim Zübeyr b. Avvam’dır.” (Buharî, Cihad, 40, 41) buyurmuştur. Bir başka zaman, Kur’ân’ı ilk ezberleyenlerden olduğu için Ubey b. Ka’b’ın (r.a.) bu davranışını pekiştirmek için: “Allah, Beyyine suresini muhakkak sana okumamı emretti.” buyurdu. Ubey b. Ka’b: “Ya Resulallah! Benim adımı da (açıkça) andı mı?” diye sordu; Resulullah: “Evet” diye tasdik edince, Ubey b. Ka’b sevincinden ağlamıştır. (Buharî, Menakibu’l-Ensar, 16.) Bu olumlu pekiştirmeler aynı zamanda birer motivasyon vazifesi de görmektedir. Gerçekten de başarılı bir eğitim ile ilgili bütün modern çalışmalar, eğitimde, şahsiyetin manevi faktörlerin önemli olduğu hususunu vurgulamışlardır.
Ferdî Farklılıkları Gözetmesi
Eğitimin hedefi insanı eğitmek olduğuna göre, eğitim açısından insanı tanımanın önemi büyüktür. İnsanların bilgi, kültür, anlayış ve idrak seviyelerini hesaba katmadan herkesten aynı anlayışı beklemek ve aynı neticeleri elde etmeye çalışmak, farklı yapılara sahip insanlara aynı metodu uygulamak gerçekleri hiçe saymak demektir. Eğitim açısından hedeflenen neticeleri elde etmenin bir şartı da, ferdî farklılıkları göz önünde bulundurarak eğitim uygulamaktır. Aksi takdirde, bütün eğitim dönemi boyunca arzu edilen sonuç elde edilemeyecektir. Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, farklı insanlar, farklı alaka ve ilgilere sahiptirler. İslam dininde öğretim, İslam’ın ilk yıllarından itibaren bir yetişkinler eğitimi olarak başlamış ve devam etmiştir. Peygamber Efendimiz, evinde veya mescitte oturur, aldığı vahiyleri mü’minlere bildirir ve onların öğrenmelerini sağlardı. O halde, başlangıcından itibaren bir yetişkinler eğitimi olarak başlamış olan İslamî eğitimin ferdî farklılıklara daha da dikkat etmesi zaruri olmaktadır. Çünkü modern eğitimin de ortaya koyduğu gibi, bugün tamamen aşikârdır ki, ferdî farklara göre intibak problemi, yaş arttıkça daha fazla ciddileşmektedir.
Resulullah’ın (s.a.v.) uyguladığı eğitim anlayışını gözden geçirdiğimizde, ferdî farklılıklara bütün titizliğiyle dikkat ettiğini görürüz. Peygamber Efendimiz, Ebu Zerr’e (r.a.) yöneticilik yapmamasını, sebeplerini izah ederek tavsiyede bulunmuştur. Aynı şekilde Abdurrahman b. Semure’ye (r.a.) de yöneticilik yapmamasını, yoksa yardımsız kalacağını buyurmuştur.
Öğrenmede yani eğitim olayında ferdî farklılıklarda, zihni kabiliyet ve bilişsel tarza önem verildiği gibi, bilişsel alandan ziyade sosyal etkiler açısından kararlı ve kendi içerisinde uyumlu kişilik faktörleriyle ilgilenilmektedir. Resulullah (s.a.v.) da, özellikle sosyal etkiler açısından şahsiyet faktörlerini göz önünde bulundurarak bu iki şahsa, yönetici olmamalarını tavsiye etmiştir. Yine bir başka zaman kendisinden idarecilik isteyen Eş’arî kabilesinden iki kişiye, “İş dileyen kimseyi biz, işimizde kullanmayız.” diye cevap vermiştir.
Resulullah (s.a.v.), kendisinden nasihat isteyen birine, “sinirlenme” diye cevap vermiştir. Onun her nasihat isteyişinde, tekrar tekrar aynı cevabı vermiştir. Peygamber Efendimiz’in ısrarla aynı cevabı vermesinin sebebi, nasihat isteyen kişinin çok sinirli bir yapıya sahip olmasındandır. Resulullah’ın (s.a.v.) hadisleri incelendiğinde, kendisinden nasihat, vasiyet veya fetva isteyenlere değişik cevaplar verdiği gözden kaçmamaktadır. Bunun sebeplerini şöyle sıralamak mümkündür:
1- Vasiyet talep edenlere, şahısların karakter yapılarına göre farklı vasiyetler yapmıştır.
2- Soranların hallerinin farklı oluşundan, sorulara verilen cevaplar da farklı olmuştur.
3- Kişilerin ilgi, alaka ve temayüllerinin farklılıklarından dolayı, her birine farklı yollar tavsiye edilmiştir.
4- Şahısların teklifleri yüklenme kudretlerinin değişik olmasından, onlara farklı mükellefiyetler yüklemiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz’e biat etmek istediklerinde, sahabeden “gücünüz yettiği kadar” şartıyla biatlerini kabul ederdi. Zira kişilerin, itaat ve bağlanma kabiliyetleri farklı farklıdır.
5- Anlayışların farklılığından dolayı, herkesin anlayış ve idrakine uygun yollar gösterilmiştir.
Rıdvan Biati esnasında Resulullah (s.a.v.), Seleme b. Evke’den iki kez “ölmek ve katiyyen dönmemek” üzere biat almıştır. Seleme b. Evke’, Ashab’ın en kahraman ve harp esnasında en sebatkârlarından biri olduğu için Peygamber Efendimiz (s.a.v.), O’ndan iki kez biat almak suretiyle taltif etmek istemiştir. Seleme b. Evke’nin (r.a.) bu hasletlerinden dolayı, diğer ashabdan farklı davranılmıştır. Yine bir defasında Bahreyn’den çok miktarda haraç mal gelmişti. Resulullah (s.a.v.), onu taksim ettikten sonra şöyle buyurdu: “Vallahi ben, aldırmadığım kimseyi atiyye verdiğim kimseden daha fazla sevip dururken, (yine) birine atiyye verip (sevdiğime) hiç aldırmadığım olur. Lâkin bir takım kimseler, kalplerinde hırs ve sabırsızlık gördüğüm için (kendilerine mal) verdim. Bazı kimseleri de Allahu Teâlâ’nın kalplerinde yarattığı (gönül) zenginliği ve hayra havale ederek mahrum bırakırım. Amr b. Tağlib de bunlardan biridir.” buyurdu. Amr (r.a.) diyor ki: “Vallahi, Resulullah’ın (s.a.v.) bu sözüne karşılık bütün dünyaya malik olmayı gönlüm istemez.” Peygamber Efendimiz, Amr b. Tağlib’e pay vermediği halde, O’nun psikolojik yapısını bildiği için, gönlünü bu güzel ifadelerle almıştır. Bazı kimselere mal verirken, bazılarına vermemesi fertlerin farklı karakterlerine göre davrandığını ortaya koymaktadır.
Kadınların Eğitimi
Ailede eğitimi gerçekleştirecek kişinin, aile reisi olduğunu daha önce ifade etmiştik. Resulullah (s.a.v.), aile reislerine evdeki hanımlarını eğitmeleri hususunda şunları öğütlemektedir: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, bir işe şahit olduğu zaman ya hayır konuşsun ya da sussun. Bir de sizler, kadınlar hakkında birbirinize hayır ve iyilik tavsiye ediniz. Çünkü kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı üstüdür. Eğer sen, kaburga kemiğini doğrultmaya çalışırsan, onu kırarsın. Kendi haline bırakırsan eğri kalmakta devam eder. Dolayısıyla sizler, kadınlar hakkında birbirinize iyilik tavsiye ediniz.” (Buharî, Enbiya, 1, Nikâh, 79,80) Resulullah (s.a.v.), kadınları eğitirken onları eğitimsiz bırakmanın veya onları eğitelim derken olumsuz davranmanın yanlışlığını çok veciz bir misalle anlatmaktadır.
Resulullah (s.a.v.), aile reisinin, evdeki eğitimci rolünü göz önünde bulundurarak evinden uzun bir zaman ayrılmasının uygun olmayacağına işaret buyurarak şunları demiştir: “Sizden yolcu biri, yolculuğa ait işini bitirince ailesine dönmeyi çabuklaştırsın.” (Buharî, Umre, 19) Ancak yolculuk dönüşünde, hanımının uygunsuz bir vaziyette bulunmaması ve kendisine çeki düzen vermesi için eve gece vakti ansızın girmekte acele edilmemesini de tavsiye buyurmuşlardır.
Peygamber Efendimiz, aile içerisinde ev hanımlarının kocaları ile olan münasebetleriyle ilgili iyi ve kötü örnekleri ihtiva eden on bir ailenin misalini içeren bir kıssayı ifade buyurmuşlardır ki, ailede eğitim görevini üstlenen şahsın bu kıssadan alacağı önemli örnekler vardır. (Buharî, Nikâh, 82) Çünkü eğitim, örnekleme ve temsil prensibiyle daha da kolay ve pekiştirici olmaktadır. Özellikle kadınlara karşı çok sert davranan ve onlara değer vermeyen cahiliye dönemi Araplarının hiç alışık olmadıkları bir şekilde, kadınlara ayrı bir hak ve önem veren Resulullah (s.a.v.), hayatının son anlarında bile kadınların haklarının gözetilmesi endişesi içerisinde şu sözleri emir buyurmuştur: “Sizi iki zayıf (insan)ın hakları hususunda zorluyorum: Yetimler ve kadınlar.” (Hakim, Müstedrek, c.1, s.131)
Peygamber Efendimiz İslam’ı önce kendi nefsinde uygulardı ve bunu gören sahabi, Peygamber örneğinin canlı temsili karşısında, gördüklerini hayatlarına aktarmakta zorluk çekmezlerdi. Malik’in (r.a.) naklettiği şu hadis bu durumu açıklamaya yetmektedir: “Bizler, genç iken Resulullah’a (s.a.v.) geldik ve yanında yirmi gün ve gece kaldık. Resulullah (s.a.v.) çok merhametli bir arkadaştı. Ailemizi özlediğimizi anladığı an, geride bıraktıklarımızdan sorar, biz de anlatırdık. Buyurdu ki: “Ailenize dönünüz, onların arasında namaz kılınız, onlara öğretin ve (namaz kılmalarını) emredin. Benden gördüğünüz şekilde namaz kılınız.” (Buharî, Ezan, 18)
Ailede din eğitiminin daima canlı olması için, orada dinî hayatın sürekli uygulanması gerekmektedir. Bunun için Resulullah (s.a.v.): “Namazlarınızı evlerinizde kılınız, oraları kabre çevirmeyiniz.” buyurmuştur. (Buhari, Salat, 52) Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.v.), dinî pratiğin en güzel uygulandığı mekânlar ve aynı zamanda eğitim kurumu olan mescidlere hanımlar gitmek istediklerinde onlara izin verilmesini de tavsiye buyurmuştur. (Buhari, Ezan, 162, 166)
Resulullah (s.a.v.), Mekke Fethi’nden dönerken yolda Cabir b. Abdullah’a (r.a.): “Evlendin mi?” diye sordu. “Evet, evlendim.” cevabını alınca, “Kız mı, yoksa dul mu?” diye sordu. Cabir, bir dul ile evlendiğini bildirince, Peygamber Efendimiz, “Bir bakire ile evlenseydin daha iyi olurdu.” buyurdu. Cabir, babasının vefatından sonra dokuz ya da yedi kız çocuğunu geride bıraktığını ve bunların bakımını da kendisinin üstlendiğini; eve onlar gibi bir bebek getirmek istemediğini, dul ve yaşlı birisini alarak onları terbiye etmesini istediğini bildirince, Resulullah (s.a.v.): “(Allah eşini mübarek ve hayırlı kılsın) Şimdi sen (Medine’ye) varıyorsun. Vardığında artık ailene karşı akıllı, reşit ve bağlı ol! Allah’tan evlad isteyiniz.” buyurdu. (Buhari, Buyu’, 34)
Bu olay, evde kadınları eğitmenin yanında, evdeki hanımın da evde bulunan çocuklara eğitim verecek düzeyde olmasına veya en azından o seviyeye getirilmiş olmasına dikkat çekmektedir. Aile yapısı içerisinde en etkileyici eğitimci hiç şüphesiz annedir. Babanın ailenin geçim meşguliyeti sebebiyle evine ve özellikle çocuklarına ayıracağı zaman kısıtlıdır. Bu yüzden evdeki çocuklar ile daha çok anne ilgilenmektedir. Bundan dolayı annenin, çocukların eğitimini tek başına yürütebilecek derecede kültürlü olması ailenin geleceği açısından önemlidir.
Çocukların Anne ve Babaya Karşı Tutumları
Her ne kadar ailede eğitimin hedefi daha çok çocuklar olsa da İslam dini onlara da anne ve babalarına karşı dinî duygularını harekete geçirerek bazı sorumluluklar yüklemektedir. Bir gün Peygamber Efendimiz: “Burnu yere sürünsün, burnu yere sürünsün, burnu yere sürünsün.” buyurdu. “Ya Resulallah! Kimin burnu (yere sürünsün)?” diye sorulunca, “Anne ve babasından birine veya her ikisine ihtiyarlıklarında kavuşup da (onlara iyilik yaparak) cennete giremeyen kimsenin.” buyurdu. (Müslim, Birr, 3) Resulullah’ın (s.a.v.), mağaraya sığındıktan sonra bir taşın düşerek mağaranın kapısını kapamasından dolayı orada mahsur kalan üç kişinin, yaptıkları güzel ameller vesilesiyle, bu taşın kalkması için Allah’a dua eden gençlerden birinin yaşlı anne ve babasına sağdığı sütü vermek için sabaha kadar baş uçunda beklediğini ve bu hayırlı amel sebebiyle taşın biraz açıldığını bildiren kıssayı anlatması, (Buharî, Buyu’, 98) kişilerin anne ve babasına karşı nasıl davranması gerektiğini bildirmeye matuftur.
Bir defasında da Resulullah’a (s.a.v.) biri gelir ve: “Benim, güzel hizmet ve ülfet etmeme insanlar içinde en layık ve hakkı olan kimdir?” diye sorar. Resulullah: “Annendir.” cevabını verir. Bu soru üç kez tekrarlanır ve hep aynı cevap verilir, nihayet dördüncü kez “Babandır.” cevabını verir. (Buharî, Edeb, 2) Bütün bu hadislerle beraber daha pek çok hadiste, sadece anne ve babanın çocuklarına karşı sorumlu olmadıklarını, aynı zamanda çocukların da anne ve babalarına karşı iyilikte bulunmak ve onların gönüllerini hoş tutmakla yükümlü olduklarını ortaya koymaktadır.
Toplum Eğitimi
İnsanın, doğuştan itibaren “şahıs” olarak, büyümek ve gelişmek için daima başkalarına bağımlı olduğu bilinen bir husustur. Bu sebeple eğitim, her kişinin özel vasıflarını geliştirdiği için ferdî olmasının yanında, kişiler arası münasebetleri geliştirdiği için sosyal bir olgudur. İnsanlar, bir hayat boyunca kişiler arasında cereyan eden ve sonunda toplumsal davranış örneklerinin kabulünü ve uygulamasını sağlayan bir karşılıklı etkileşim içindedirler. Fertler, kültürel değerler ve normları sosyalleşme denilen bir süreç yoluyla kazanırlar. Şüphesiz ki, bu süreçte eğitim en önemli rolü oynamaktadır.
Çeşitli eğitim kurumları, toplumsallaşmanın öncelikli kaynaklarından olup toplum içinde hayatı sürdürebilmek için gerekli temel becerilerden bazılarının kazanılmasını sağlarlar. Toplumla bütünleştirici eğitim uygulaması olmadan, toplumların tutarlı bir biçimde varlıklarını sürdürebilmeleri mümkün değildir. Bu eğitim süreci, yeni yetişen bir kuşağın bir önceki kuşakla oldukça benzer özellikler taşımasını sağlamaktadır.
Yeni yetişen nesillere, örnek alacakları norm ve moral değerler kazandırılmaz ise, onlar kendilerine bu örnekleri sunacak başka toplumlar ararlar. Bu durumda, içinde yetiştikleri toplum ile çatışan bir yeni nesil görüntüsü ortaya çıkar. Bunun topluma getireceği zararlar ebetteki çoktur. Bu olumsuz neticeye işaret etmek üzere Resulullah (s.a.v.): “Şüphesiz ki siz, sizden önceki milletlerin yoluna karışı karışına, arşını arşınına tıpatıp uyacaksınız. (O kadar ki) şayet o topluluklar, (daracık) keler deliğine girseler, siz de muhakkak (onlara uyacak) oraya girmeye çalışacaksınız.” buyurduğunda, “Ya Resulallah! Bunlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı?” diye sorulduğunda, “Onlardan başka kim olacak.” cevabını vermiştir. (Buharî, Enbiya, 50, İ’tisam, 14) Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu hadislerinde toplumsallaşmayı sağlayacak eğitime önem verilmediği takdirde, Müslümanların karşılaşacakları toplumsal yozlaşmayı haber vermektedir.
İslam dini, Müslümanların kardeşliği üzerine kurulu bir sosyal çevre oluşturur ve bu duyguların esas alındığı dinî bağlarla oluşan sosyal çevrede toplumu eğitmeye çalışır. Bir hadiste, bu kardeşlik iman hadisesiyle yan yana zikredilmiştir: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmemiş olursunuz.” (Müslim, İman, 22)
İslam dinine göre kişi, içinde yaşadığı toplumda aynı inancı paylaştığı insanlarla çok sıkı kardeşlik bağlarıyla bütünleşmeyi dinî bir görev olarak algılamak zorundadır. Bu hakikate işaret etmek üzere Resulullah (s.a.v.): “Birbirinize kin tutmayın, hasetleşmeyin ve birbirinizden uzaklaşmayın. Ey Allah’ın kullan, kardeş olunuz.” buyurmaktadır. (Buhari, Edeb, 62) Bu inançla hareket eden bir Müslüman, toplum eğitimi için önemli bir ön hazırlıktan geçmiş demektir. Bu anlayışla bir şahıs, en az kendi nefsi kadar diğer fertleri de düşünmek zorunda kaldığını hissedecektir. Fertlerin kendi sorumluluklarının yanında, topluma karşı yükümlülüklerinin de farkında olduğu bir yapının temel teşkil ettiği bir toplumda, istenilen eğitimi gerçekleştirmek ve hedeflenen değer yargılarını benimsetmek pek zor olmasa gerektir.
Aynı değer yargılarını paylaşan toplumlar, ortak tavır ve davranışlar ortaya koyacaklardır. Bu da sosyal barışı ve akabinde huzur içinde toplum hayatının sürekliliğini getirecektir. Bu sebeple Resulullah (s.a.v.), toplum barışını bozacak her türlü hareketlerden insanları sakındırmıştır. Bir hadislerinde, “Büyük günahların en büyüklerinden birisi, kişinin annesine ve babasına lanet etmesidir.” buyurmuş ve orada bulunanlar: “Ya Resulallah! Kişi anne ve babasına nasıl söver?” diye sorduklarında, “O kimse, birinin anne ve babasına söver, o da (döner) bunun baba ve annesine söver.” buyurmuşlardır. (Buharî, Edeb, 4) Bir başka hadislerinde, “Vallahi iman etmiş olmaz, Vallahi iman etmiş olmaz, Vallahi iman etmiş olmaz.” buyurdu. “Ya Resulallah! Kim iman etmiş olmaz.” denilince, “Komşusunun zulmünden ve şerrinden emin olmadığı kimse.” buyurmuştur. ( Buharî, Edeb, 29) Bu ifadeler, toplum barışının ve karşılıklı güvenin tesisinin iman kavramı ile iç içeliğine işaret etmektedir.
Toplum eğitimi açısından Allah’ın emir buyurduğu hudutlar dâhilinde hareket etmenin önemini vurgularken Resulullah (s.a.v.), bir gemide kura çeken iki gruptan birinin güverteyi, diğerinin ise ambar kısmını seçmeleri neticesinde, ambardakilerin su almak için gemiyi delmeye kalkışmalarını misal getirmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Şimdi yukarıdakiler, aşağıdakileri istekleriyle bıraksalardı, hepsi birden helak olurlardı. Fakat onların (cinayetkâr) ellerini tutsalardı hem kendileri kurtulur hem de onları toptan kurtarırlardı.” (Buharî, Şirket, 6) Bu misal ile toplum eğitiminde olumsuz tavırların el birliğiyle ıslah edilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Resulullah (s.a.v.), eğitim yoluyla istenilen davranış biçimlerinin kazandırıldığı ortamın kaybolmaması ve arzu edilen değer yargılarını paylaşan toplumların sonradan davranış bozukluklarına düşmemesi için, sosyal baskı unsuru yani karşılıklı kontrol ve uyarı mekanizmasının kurulmasını istemektedir. Bu hadis, aynı zamanda eğitimin sürekli olmaması durumunda ve yapılan yanlış davranışların eğitim yoluyla düzeltilmemesi halinde, sosyal yapının çökmeye yüz tutacağını da ortaya koymaktadır. Kezâ İslam’ın önemli düsturlarından biri olan “emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker” olayının güzel işlemesi neticesinde, toplumun pek çok kötülüklerden korunacağına da işaret buyrulmaktadır.