Şüphesiz ki Allah sevgisi her iyiliğin başıdır. İnanan her insan Allah’ı (C.C.) sever, zira imanın içinde mutlaka sevgi de vardır… Sevgi olmadan iman olmaz ama bunun ayarını yükseltmek ve bu sevgiyi en zirvelere taşımak bu dünyadaki kulluk görevimizdir. Zira dünya ve içindekilerin cazibesi tabiri caizse Allah’a duyulması gereken sevgileri bizlerden çalar… Kula düşen ise bu sevgileri yerli yerine koymak, bizi ateşe sürükleyecek olanları bırakıp Allah’a (C.C.) ve hayra yaklaştıracak olanlarına yönelmek ve sarılmaktır. İşte bunun için bir çabanın içinde olmak da aklı başında her kulun bu imtihan dünyasında en büyük amacı olmalıdır.
Tekrar bir gerçeğin altını çizecek olursak inananlar Allah’ı (C.C.) mutlaka severler ama bu sevgiler beslenmeye ve büyümeye muhtaçtır. Rabbimiz bizden bu sevgiyi artırmamızı hatta bütün sevgilerimizin üstüne taşımamızı ister… Ancak, zorluğu nedeniyle bu istek her kul için bir emir değildir ama eminim ki Rabbimiz’in çok arzuladığı bir şeydir. Zira Allah’ı (C.C.) her şeyden çok sevenlerin hem dünyada hem ahirette şan ve şerefleri, değerleri çok yücedir. Bu nedenle Rabbimiz bu makama her kulun gelmesini elbette arzu eder. Ancak her kul da buna talip olmaz veya olamaz, bu da ayrı mesele.
Allah’ı (C.C.) sevmek nasıl olur, bu sevgi nasıl elde edilir veya nasıl geliştirilir? İslam âlimleri Kur’ân ve hadislerden hatta kendi tecrübelerinden yola çıkarak bu konuda çok şeyler söylemişlerdir. Mesela tabiinin büyüklerinden olan Hasan Basri: “Rabbi’ni bilen O’nu sever.”1 diyerek meseleyi bir cümle ile özetlemiştir…
Bilmekle sevmek arasında ciddi bir korelasyon vardır şüphesiz… Dünya hayatında da insanlar arkadaşlarını, yakınlarını her geçen zaman içerisinde daha iyi tanırlar. Bu tanımaklık ise ya sevgileri ya da husumet ve nefretleri besler. Bazen dostlukları pekiştirir sağlamlaştırır, bazen de birliktelikleri zayıflatır koparır. Çünkü insan yaratılış itibariyle ancak bildiğine ve tanıdığına kalbini açar, sevmeye layık bulursa sever, bulamazsa ilişkilerini soğutur ve ondan kaçar.
Peki, şimdi bir kulun Allahu Teâlâ’yı hakkıyla bilip de haşâ sevmemesi hatta ona âşık olmaması normalde mümkün müdür? Elbette ki hayır… Ama doğru bir şekilde bilmek, yeterince bilmek şartıyla tabiî ki… Yoksa bu mesele kolay değildir, çünkü şeytan, nefs ve dünya nimetlerinin çekiciliği bizi bize bırakmaz, bu nedenlerle de işimiz hiç kolay olmaz. “Peki, biz kullar Rabbimiz’i nasıl tanıyabilir, onun hakkında nasıl yeterli bilgi sahibi olabiliriz?” derseniz bununla alakalı İslam âlimlerinin şu tespitlerini söyleyebiliriz.
Mesela birinci olarak, elimizde Rabbimiz’den gelen ve onu çok güzel tanıtan mucize bir kitabımız var. O’nu kitabından çok güzel bir şekilde anlayabilir ve tanıyabiliriz ki bu bizler için çok önemli bir referanstır…
İkinci olarak, Rabbimiz’in kitabında anlattığı yüksek ahlakı, kendi boyutunda aramızda üsve-i hasene olarak yaşamış en güzel insan örneği yüce Peygamberimiz (s.a.v.) ve O’nun bize ulaşan sünnetleri var…
Üçüncü olarak hem nefsimizde hem çevremizde Rabbimiz’in yarattığı şaheserleri var… Öyle ki gözümüzü nereye çevirsek hep O’nun sanatı ve eserleriyle karşı karşıyayız ki nefsimiz de dâhil.
Dördüncü olarak da hâlâ içimizde Kur’ân’a, sünnete göre hayat süren canlı kanlı âlimlerimiz, âriflerimiz var çok şükür…
Bütün bunların yol göstericiliğinde ve rehberliğinde Rabbimiz’i tanımak istersek eminim maksat hâsıl olacaktır… Evet, bu referanslara müracaat eder ve bunlardan gerektiği şekilde istifade edersek şüphesiz ki Rabbimiz’in sevgisini elde ederiz ama önemli bir sorunumuz var… Daha kolay elde edilen ve daha peşin olan dünya nimet ve lezzetlerinin büyüsü bizi etkisi altına almaz da bu arayışa müsaade ederse ancak bunu yapabiliriz… Zira bu zorlu bariyerleri, engelleri aşmak, bu gaflet çemberlerini kırmak hiç de kolay değildir. Ama Rabbimiz’in sevgi ve dostluğu gibi önemli bir nimetin karşılığı da kolay olmamalı zaten değil mi?
Birinci referans olan Kur’ân-ı Kerîm Rabbimiz’i şöyle tanıtır:
O, âlemlerin Rabbi olup bütün âlemleri yaratan ve yaşatandır. O’ndan başka bir ilah ve yaratıcı yoktur. Yerde ve göklerde O’na saklı hiçbir şey olmayıp her şeyi gören ve işitendir. Öyle ki gönüllerde gizli olan şeyleri bile bilir. İnsanlara ve bütün canlılara sonsuz şefkat ve merhametinden dolayı Rahman’dır, Rahim’dir. Yarattığı insanlardan O’na inanmayanları, inkâr edenleri veya şirk içinde olanları bile yedirip içirir, dünya nimetleriyle nimetlendirir.
İnsanları öldürüp sonra diriltecek ve büyük bir sorgulama gününde huzurunda sorgulayacaktır. Emirlerine uyup yasakladıklarından sakınmış olanları cennetin sonsuz nimetleri ile mükâfatlandıracak, uymayanları dilediği gibi cezalandıracaktır.
Kâinatta olan her şeyi insanoğlunun emrine amade kılan O’dur. Bu sıfatlar ise Allah’tan (C.C.) başka kimsede yoktur. En şerefli yaratık olan insanı da o yaratmış, ona yeryüzünün halifeliğini vermiştir. Bunun için insanoğlu yalnız O’na ibadet etmeli ve tabii olarak da en çok O’nu sevmelidir…
Normal şartlarda bu gerçekleri bilen ve bunlar üzerinde düşünen, tefekkür eden birisinde bu sevgi kendiliğinden oluşur, zira bir kul kendine ihsan edeni, iyilik edeni elinde olmadan sever.
İkinci referans, Peygamberimiz’in varlığı, yaşantısı, sünnetleridir.
Peygamberimiz dost düşman herkesin şahitliğinde çok iyi bir insandı. Cömertti, güvenilirdi, merhametliydi, müşfikti, iyilik düşkünü idi. Allah’a (C.C.) sevgiyle bağlıydı, ibadet ve dualarında bu sevgi ve bağlılığı açıkça görülürdü. O’nun bu güzel ahlakı Kur’ân’da övülmüş ve ümmetine de örnek gösterilmiştir. İşte bu sevgi, şefkat, merhamet peygamberi, bu güzel ahlakını Rabbi’nden almıştı ve dolayısıyla da Rabbi’nin kullarına olan sevgisini merhametini her fırsatta dile getirir, anlaşılsın diye canlı örneklerle pekiştirirdi.
Mesela bir kere Ashap’tan biri şöyle bir olay anlattı: Bir çalılığın içinde birkaç kuş yavrusu gördüm. Onları aldım ihramımın içine koydum. Biraz sonra anneleri geldi, ihramımın üzerinde dolaşıp durdu. Ben ihramımı açar açmaz o da yavrularının yanına girdi. Peygamberimiz bu olayı dinledikten sonra: “Anneliğin şefkatinden hayret mi ediyorsunuz? Beni gönderen Allah’a yemin ederim ki, Allahu Teâlâ kullarını, bir annenin yavrularını sevmesinden daha fazla sever.” buyurdu.2
Ömer b. el-Hattab (r.a.) şöyle bir olay anlatır: Peygamberimiz’in huzuruna Havazin kabilesinden bir takım esirler gelmişti. Bunların içinde emzikli bir kadın vardı. Çocuğunu kaybetmişti. O, göğsüne biriken sütü esirler arasındaki çocuklara veriyor, emziriyordu. Bu kadın esirler arasında kendi çocuğunu bulunca hemen onu alıp bağrına bastı ve derin bir sevgi ile çocuğunu emzirmeye başladı. Bu yüksek şefkat ve sevgiyi görünce Peygamberimiz bize: “Şu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?” buyurdu. Biz: “Hayır, atmamaya gücü yettiği sürece atmaz.” dedik. Bunun üzerine Peygamberimiz: “İşte Allahu Teâlâ kullarına, bu kadının çocuğuna olan sevgi ve şefkatinden daha merhametli ve şefkatlidir.” buyurdu.3
Efendimiz’in (s.a.v.) annelerin sevgi ve merhameti ile benzeterek Allah’ın (C.C.) sevgisini anlatması çok çarpıcı bir şeydir. Yeryüzünde yavrularına karşı en düşkün en merhametli varlıklar annelerdir. Rabbimiz’in bizi annelerimiz gibi hatta onlardan çok daha fazla sevdiğini düşünmek ve bunu hissedebilmek gönül dünyamızda eminim büyük inkişaflara, duygusal açılımlara neden olacaktır. O nedenle bu örnekler üzerinde çok durulması gerekir.
Üçüncüsü, varlıklar üzerinde tefekkür etmek, hem enfüsi yani kendi içimizdeki hem bizim dışımızdaki afaki delilleri değerlendirip oradan asıl sevilecek ve saygı duyulacak varlığın Rabbimiz olduğu gerçeğini görmektir.
Dördüncüsü, Allah’ı çok seven ve Allah’a (C.C.) sevgi ve saygıda örnek şahsiyetler haline gelmiş içimizdeki kanlı canlı âlim ve âriflerin sohbetlerine katılmaktır.
Onların manevi atmosferleri, duaları, hal ve yaşantıları kalpleri yumuşatmada çok tesirlidir.
Efendimiz buyurmuştur ki:
“Bir kimsede (tam olarak) üç özellik bulunursa imanın tadını duyar. Allah (C.C.) ile Peygamberi kendisine başkalarından daha sevgili olmak, sevdiği kimseyi yalnız Allah (C.C.) için sevmek, Allah (C.C.) onu küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten ateşe atılacakmışçasına hoşlanmamak.”4
Sevginin tezahürü sevende sevileni devamlı hatırlamak, onu anmak, onun hakkında konuşmak ve onu özlemek gibi fiil ve duygular şeklinde kendini belli eder. O yüzden Allah’ı (C.C.) sevenler O’nu her zaman anarlar. Öyle ki bu anış, insanın bütün varlığını kaplayan bir hale dönüşünce Peygamberimiz’in bir hadis-i kudsi ile buyurduğu bir hakikat gerçekleşir.
Rabbimiz bir kudsi hadiste: “Ben bir kulumu sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.”5
Yani açıkçası Allah (C.C.) ile aralarında böylesine derin bir yakınlık oluşur. Gönüllerini bu derece Allah (C.C.) sevgisi kuşatmış kişilerin ahvali ise Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle şöyledir:
“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her zaman) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz, sen bunu boş yere yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.”6
Evet, netice itibariyle bütün ibadetlerin bizleri götüreceği yer Allah’ı (C.C.) daima hatırda tutma makamıdır. Bu nedenle Allah’ı (C.C.) anmak en üstün ibadet sayılmıştır. Nitekim Ebû’d-Derdâ’nın (r.a.) rivayetiyle Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Size işlerinizin en hayırlısını, Allah (C.C.) katında en makbulünü, dereceleriniz bakımından en yükseğini, altın ve gümüş dağıtmaktan daha üstününü, savaş alanlarında düşmanlarınızla karşılaşıp sizin onların boyunlarını, onların da sizin boyunlarınızı vurmasından (birbirinizi öldürmekten) daha hayırlı olanını haber vereyim mi?” diye sordu. Ashap: “Evet ey Allah’ın Resûlü, haber ver.” dediler. Peygamberimiz: “Allah’ı (C.C.) anmaktır.” buyurdu.7
“Siz beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.”8 ayetinde de açıkça görülüyor ki ananlar anılacak, sevenler de sevilecektir.
Allah (C.C.) sevgisi Peygamber sevgisini, Peygamber sevgisi ümmet sevgisini ümmet sevgisi birbirimizi sevmeyi zorunlu kılar. Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor: Bir defa Peygamberimiz’le birlikte mescitten çıkıyorduk. Mescidin kapısında karşımıza bir adam çıktı ve: “Ey Allah’ın Resûlü, kıyamet ne zaman kopacak?” diye sordu. Peygamberimiz: “Sen kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu. Adam: “Ey Allah’ın Resûlü, ben kıyamet için çok namaz, oruç ve sadaka hazırlamadım, ancak ben Allah’ı ve Peygamberi’ni severim.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) “O halde sen sevdiklerinle beraber olacaksın.” buyurdu.9
İnananların da birbirini sevmeleri gerekir, yoksa gerçek anlamda mü’min olamayacakları Peygamberimiz tarafından şöyle bildirilmiştir:
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a (C.C.) yemin ederim ki siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de olgun mü’min olamazsınız. Size bir şey söyleyeyim, onu yaptığınız zaman birbirinizi seversiniz: Aranızda selâmı yayınız.”10
İslam âlemi olarak sevgiye ve sevgiyle birbirimizi kucaklamaya çok ihtiyacımız olan bir dönemi yaşıyoruz. O yüzden Allah (C.C.) sevgisi etrafında birleşelim ve sevgi ile birbirimizi kucaklayalım ki İslam âlemini bölmek için sinsice oyunlar çeviren kâfirlere, din düşmanlarına bu fırsatı vermeyelim.
Şu müjdeli hadisle de yazımızı noktalayalım inşallah… Muaz (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz’in şöyle buyurduğunu işittim: Allahu Teâlâ buyurur ki: “Benim hoşnutluğum uğrunda birbirini sevenler için, peygamberlerin ve şehitlerin bile imrenecekleri derecede nurdan kürsüler vardır.”11
Allah’a (C.C.) emanet olun.
KAYNAKÇA
1- Ahmet Serdaroğlu, İhya’u Ulûmi’d-Dîn Tercümesi, İstanbul.
2- Şiblî, İslam Tarihi Asr-ı Saadet, İstanbul, 1928, c. II, s. 857.
3- Buhârî, Edeb, 18.
4- Buhârî, İman, 9.
5- Buhârî, Rikak, 38.
6- Âl-i İmrân, 3/191.
7- Tirmizî, Dua, 6.
8- Bakara, 2/152.
9- Müslim, Birr ve’s-Sıla, 50.
10- Müslim, İman, 22.
11- Tirmizî, Zühd.