“Biz şu anda yolcuyuz; kendi yolumuzda… Her insan kendi yolculuğunu devam ettirir. Bu yolculukta aynı anda, aynı yolda giden insanlar olsa da herkes aynı noktada bitiremez yolculuğunu. Bazı insanlar da vardır ki nereye gittiğini dahi bilmezler, fakat sonuçta onlar da bir yerlere doğru giderler. Bizim bu yolculuğumuz ne zaman biter, orasını bilemeyiz! Önemli olan bir yolcu olduğumuzun farkına varabilmek ve her yolun nihayetinde bir yerlere gittiğini idrâk edebilmektir. Bir yerlerde biten bu yolculuklar bizi “Bir” olana ulaştırdığında hem yol, hem yolcu ve hem de yolculuk asıl mânâsına kavuşur. O mânâ, akvaryumdan başlayıp okyanusta biten uzun soluklu bir sülûkun adıdır.
Hayatın kilit taşı ancak düşünceler ölüm ve sonrasına yoğunlaştığı zaman yerli yerine oturur. Ancak ölüm düşüncesini ön plana aldığımızda insanın mahiyetini ve hayatın anlamını kavrayabiliriz. Çünkü ölüm, hayatı bir bütün olarak kavramamıza vesile oluyor. Böylece varlığın temel problemlerine odaklanabiliyoruz. Ölüm ve ahiretle ilinti kuramamış bir hayat; sonsuzluk isteyen, bekâya kodlanmış insanı tatmin edebilir mi? İnsan ruhu fânîlikten hoşlanmaz ve fânî varlıklarla teselli bulamaz. Rabbimiz şöyle buyurur: “Şunlar (inanmayanlar) dünyayı tercih ediyorlar ve çetin bir günü arkalarına atıyorlar.” (İnsan, 76/27) Ahiret inancı, sorumluluk duygusunu ve Allah sevgisini pekiştirerek insanın birçok bunalımı rahatlıkla aşmasını sağlar. Müminin yaşam biçiminde Dünya-Ahiret ayrımı yoktur. Bu nedenle Rabbimiz’den Dünya ve Ahireti birlikte isteriz. Ötelere hazırlık yapılarak dünya hayatı sürdürülür ve sonlandırılır. Doğumla başlar ölüm yolculuğu. Hep birlikte yollara düşen, karanlıklar içerisinde yürüyen yolcularız. Her ânımız güçlük, meşakkat; her yönümüz tehlikelerle çevrili. Bizler bu hâlimizle çok zavallı yolcularız. Bu tehlikeli ve korku dolu vâdilerde Allah’tan başka elimizden kim tutabilir ki! Dünya kalınacak bir mekân, yerleşilecek bir mesken değil! Belki üzerinden geçip gidilecek bir köprü veya bir menzil hükmünde. Mülkün sahibi Allah’tır ve emanetçi olan da insan. İstesek de istemesek de emanetleri teslim edeceğiz. Mülkün sahibi belli iken, O’nun verdiği can ve imkânlarla, O’ndan bağımsız, O’na rağmen yaşanacağını sanmak gaflettir, ihanettir. Ölüm, bir dünya değiştirmektir. İnsan da bir aşamadan diğerine geçen bir yolcudur. Cennet veya cehennem yolumuzun son ucudur. Yunus; “Ölümden ne korkarsın? / Korkma ebedî varsın.” diyor. Maharet işte o ölüm anında Azrail’e gülümseyebilmektir. Bu tebessüm ölüm ve ötesine hazırlıklı olanlarda vuku bulur. Adeta bildiğimiz, tanıdığımız dostlarımızdan birisidir Azrail. Şefkatli bir doktor gibi muamele eder. Ölüm anında melekler, mümin kişiye arkadaşlık edip, tesellide bulunurlar. Ölüm Allah’a ve dostlara kavuşmak için gerekli. Ölüm; dünyanın gam ve kederinden, gönül yorgunluklarından, pörsümüş, eskimiş hasta vücutlardan kurtuluştur. Yaş, yağmur, toz toprak, acı, çile, aldanış ve ihanetlerden kurtuluştur. Kuşun kafesten uçuşudur. Hz. Mevlânâ “Ölüme gülümse! Hoş geldi sefalar getirdi. Yadırganacak, korkulacak ne var? Sıra bize geldiyse kalkıp gidilir. Düzen, hayatın hakimi olan Yüce Allah tarafından böyle kurulmuş.” diyor. Bizim gelip geçtiğimiz dünya menzilinden, sonraki nesiller de gelip geçecektir. İnsanlık kervanı olarak yollardayız. Mahşer sabahından sonra bir başka dünyada toplanacağız. O dünyanın ne güzelliği sözlerle anlatılabilir ne de acıları. Sonsuzluk arzusu, sonsuza dek yaşayıp gitme arzusu insanın fıtratında var. Bu arzu evlat sevgisi ve kalıcı eserler bırakma tutkusu halinde dışa yansır. Hayırla anılma isteği de bu arzunun bir tezahürü. Bu nedenle insan, “Ben öldükten sonra ne olursa olsun!” diyemiyor. Unutulup gitmek de istemiyor insan...
Bir bütündür varlık dünyası. Dünya ve Ahiret, ölüm ve hayat hepsi bir bütün. Birinin doğması, bir başkasının ölmesi ile bu bütünlük bozulmaz. Yalnızca yer değiştirmek söz konusudur. Birileri orada, birileri buradadır. Arada yalnızca hasretlik vardır. Yer değiştirme operasyonunun adı ölüm. Bu işlemi yapan operatörün adı Azrail... Onun dosyasındaki rapor, şifre, kod ve notlarda canını alacağı kişi hakkında tüm bilgiler var. Operasyon esnasında bu bilgiler doğrultusunda iyi veya kötü geliyor, amelin güzelse saygılı olup nazik davranıyor. Şair Maarri hiç evlenmemiş; müzmin bekar olarak ölmüş. Şizofrenik bir kişiliğe sahip olan bu şahsiyetin vasiyeti üzerine mezar taşına şu sözler kazınmış: “Bu mezar babamın bir cinayetidir! Neyse ki ben de babam gibi bir cinayet işlemedim!..” Hayata gelmeyi veya burada bir nesil bırakarak ölmeyi cinayet olarak algılayan bir ruh hali düşünebiliyor musunuz? Çirkin yaşanmış hayatlardan korkmalı; güzel ölümlerden değil! Merhum Haluk Nurbaki “Herkesin gerçek hayata transferi ölümle olduğundan; ölümün bir doğum olduğu mânâ ilmiyle kesindir.” der. Evet, ölüm bir doğumdur. Taze, yeni, canlı ve hiç ölmemek üzere sonsuzluğa doğum. Farz edin ki bu dünyada ebediyiz... Ölüm yok ki ölelim. Acılar içerisinde ebediyen çığlık atar dururduk. Bütün insanlar ihtiyarlar, hasta olur, herkes acılar içinde kıvranır, kimse kimseye yardım ve hizmet edemez, Allah ölümü yaratmadığı için de kimse ölemezdi. Bu kötü ve hasta bedenlerle sonsuz olarak bu iğrenç dünyada yaşasaydık ne olurdu halimiz? İşte cehennem böyle bir yerdir. “İnkâr edenlere cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler. Cehennem azabı da onlardan biraz olsun hafifletilmez. İşte biz her kâfiri böyle cezalandırırız.” (Fatır, 35/36) Hayatı sevmek ile ölümden korkmak arasında çok anlamlı bir ilişki var. “Biz ne zamandan beri ölümden korkar olduk?” sorusunun cevabı dünyayı sevmemizde gizlidir. Buna göre dünya algımızdaki değişim ve dönüşüm, ölüme bakış açımızı da yakından etkilemektedir. Biz bu âleme niçin gelmiştik? Sürgüne gönderilmiştik; sürüm sürüm sürünmek için buradayız. Ve de sürünüyoruz. Yağmur, çamur, kış, acılar, uğraşlar, meşakkatler, çalışmalar, didinmeler, alın teri, hastalıklar, ameliyatlar, koşturmalar vs… İşte bunun adı sürünmedir. Hapishanedeki mahkûmların çay içip, avluda volta atıp, saz çalıp uzun havaya asılmaları mutlu oldukları anlamına gelmez. Demir parmaklıklardan kurtulmak ve özgürlüğe kavuşmak ümidiyle ağlayarak, sabrederek, çay içip saz çalarak zamanın geçmesini beklemektedirler. Ama “Ben hapishaneyi sevdim, mutluluğu burada buldum, bütün varlığımla buraya bağlıyım! Burada olmazsam ben bir hiçim.” diyecek olan mahkûmun aklından şüphe edilir. Efendimiz “Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır!” dememiş miydi? İşte insanlar da aklından şüphe edilecek bir mahkûm gibi dünyayı seviyor; hem de bu fânînin tüm rezillik ve mahrumiyetine rağmen! Birkaç parça mal, birkaç gayrimenkul sahibi olunca dünya gözlerinin nuru oluveriyor ve artık kaybedecek çok şeylerinin olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Ölmek istemeyenler, ölüm sonrasının yokluk ve mahrumiyet olduğuna hükmediyor. Bu da korkuyu davet ediyor. Ölüm korkusu ve dünya sevgisi birleşince de ortaya kelimenin tam anlamıyla ahlaksız, kalleş, tenperver, gaddar ve yalaka bir insan tipolojisi çıkıyor. Devasa Bizans ve Pers ordularıyla büyük savaşlar yapmak İslam komutanı Halid bin Velid’e nasip oldu. Küfrün askerleri savaş meydanlarında Müslümanlarla alay etmek için “Siz aç olduğunuz için bizimle savaşmak istiyorsunuz. Yiyecek verelim de çekip gidin.” diyerek kahkaha ile güler, Müslümanları küçümserlerdi. Halid bin Velid “Biraz sonra öyle insanlarla savaşacaksınız ki siz hayatı ne kadar seviyorsanız onlar da ölümü o kadar seviyorlar.” derdi. Müslümanların zaferi ile sonuçlanan bu savaşlarda Halid bin Velid’in yaptığı bu hitap, ehli küfür üzerinde o kadar etkili oldu ki asırlarca ödleri patladı. Burada dikkatimizi çeken nokta küfrün hayatı sevdiği kadar, müminin ölümü sevmesidir. Böyle olmasaydı o muhteşem zaferler nasıl kazanılırdı? Ölümün kucağına doğru adeta kanatlanarak uçan sahabelerin ve onları izleyen nice iman ehlinin hayatlarını okuyarak büyüdük. Ve orada gördük ki kaybedecek hiçbir şeyi olmayanın kazanacak çok şeyi oluyor. Müminin ölümü arzu etmesindeki gaye öncelikle Allah’a kavuşmak ve O’nu görebilmektir. Gönül sevdiğini görmek ister. Görmek, bakmak değil bambaşka bir şeydir; onun yanında ve onunla beraber olmak, onun çok yakınında olmak ister. Sevdiğinin hasretini çekmek ve ondan ayrı kalmak istemez. Âşık sevgilisine kavuşmak ister. Muhabbet, sevgiliye kavuşma ve onun güzelliğini görme heyecanı içinde bulunan kalbi coşturur. Efendimiz şöyle buyurur: “Kim Allah’a kavuşmayı sever ve isterse Allah da o kimseye kavuşmayı sever. Allah’a kavuşmak istemeyen kimseyle Allah da buluşmak istemez.” (Buharî) Durum böyle iken ölmeden Allah’a kavuşmak da düşünülemez. Ayrıca bütün sevdiklerimiz de ölümün ötesindeki âlemde bizleri bekliyorlar. Mevlânâ bu duygularla ölümü “düğün günü” (şeb’i ârûs) olarak dillendirmiş. Dost dosta ulaşmak iştiyakı içindedir. Bişr-i Hâfî “Ölümü ancak şüphede olanlar sevmezler.” buyurur. Ancak bu konu doğru anlaşılmaya muhtaçtır. Şöyle ki: Sevgiliye kavuşma arzusuyla ölümü arzu eden kişinin; sağlıklı, rahat, mutlu ve huzurlu iken bunu istemesi gerekiyor. Efendimiz (sav) bunalımlı, sıkıntılı olanları, depresif ruh hâli yaşayanları, çok acı çekenleri intihardan korumak için “Ölümü temenni etmeyiniz!” (Buharî) buyurur. Kaderden kaçmak isteyenlerin veya öldükten sonra başlarına geleceklerden habersiz olanların böyle cahilâne dilekleri olabiliyor. İnsan iyi gününde aşk ile, sağlıklı bir hâlet ile ve hasretle çıkış kapısını gözlemelidir. Allah’a kavuşmak arzusuyla ölümü beklemelidir. Aksinden hareketle Allah ve O’nun var ettiği tüm güzellikler ötelerde iken bu çöplükte kalmak için ayak diretmenin sakîm bir kalbe, bir inanç bozukluğuna delalet ettiği açıktır. Dünyaya kazık çakmak isteyenlerin niyeti hiç de iyi değildir!
Bazı hetorodoks inançlarda ruhun dünyada dolaşıp durduğu sanılır. Dünyayı ne kadar da çok severmiş bu insanlar! Nasıl ki anne karnındaki karanlık hayata dönmek istemezsek ruh da yeniden dünya kafesine girmek istemez. Rasulullah (sav) gösterdiği bir mucize ile; bir kadının ölmüş olan çocuğunu annesinin yanına (bu dünyaya) çağırmış ama çocuk buna gülmüş ve cennetten çıkıp dünyaya gelmeyi kabul etmemiştir. Ölmeden ölenlerin dünya ile ilgilenmeleri Efendimiz’e (sav) olan saygı ve sevgilerindendir. Çünkü o da böyle yapmış ve dünya ile ilgisini kesmemişti. Ölüm yok edici güce sahip değildir. Girdiğimiz bir kapı vardı. Bir de çıkacağımız kapı var. Böylece ölüm bir transfer operasyonudur. Bir çıkış işlemidir. Tadına bakılan, yaşanan bir eylemdir. “Her nefs ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/185) Mümin ölürken daima hazırlık yaptığı bir durumla karşılaşır. Meleklerin selamı ve cennet müjdesi ile tebşir olunur. Ruhunun alındığını hiç hissetmez bile. Geri dönüp müminleri bu güzel karşılamadan haberdar etmek, boş yere korku ve üzüntüye kapılmamalarını söylemek ister ancak bu mümkün olmaz. “Melekler onların canlarını iyi kimseler olarak alırken, ‘Selâm size! Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık girin cennete’ derler.” (Nahl, 16/32) Kâfir ise hiç yüzleşmeyi temenni etmediği bir acı gerçekle karşı karşıya bulur kendini. Melekler korkunç tehditler savurarak başına gelir ve tüm kötü akıbeti yüzüne karşı sayıp dökerler. “Melekler, kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve ‘haydi tadın yangın azabını’ diyerek canlarını alırken bir görseydin. (Ey kâfirler!) Bu, sizin ellerinizin önceden yaptığının karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.” (Enfal, 8/50-51) Trilyonlarca hücrenin her birinin içindeki mitokondri denilen enerji santralleri teker teker şalter indirir. Enerjisi kesilen her bir hücreden ruh çekilir. Böylece kâfirin bir kez değil trilyonlarca kez ölmesi sağlanır. Hakikate şahit olduktan sonra da ne imanı ne de tövbesi kabul edilir. Dünyaya geri dönüp hatalarını düzeltmek için Allah’a yalvarır durur. Lakin artık iş işten geçmiştir.
UĞURLAMA MERASİMİ ADI ALTINDA FİZİK BEDENE REVA GÖRÜLENLER!
Hayattakilerin, ölmüş olan birisinin fizik bedenine gösterdikleri saygı, bir zamanlar onun içerisinde ruhun misafir olmasına hürmet içindir. Gerçek şahsiyet gitmiş, geride onun bir zamanlar misafir kaldığı, içerisinde hayat geçirdiği bir hatırası kalmıştır. Bu saygı, bu hürmet İslamî edep ve terbiyenin gereğidir. Vefatından mezara defnedilinceye kadar ona tıpkı diri bir insan gibi hizmet edilir. İslamiyette tâzim ve saygı açısından bakıldığında ölü insan diri insan gibidir. Ölümün yok olmak anlamına geldiğine inanan Batı ve Slav toplumlarında krematoryum denilen fırınlarda cesetler 1100 derece sıcaklıkta ortalama bir saat boyunca yakılıyor. Isı o kadar yüksek ki daha ilk saniyelerde tabut küle dönüşüp ceset açığa çıkıyor. Fakat o da ne! Ceset sanki diri bir insan gibi önce sağına dönüyor, biraz bekleyip sonra aniden soluna dönüyor; nihayetinde kalkıp oturuyor, biraz o vaziyette durduktan sonra ağır ağır sırtının üzerine uzanarak küle dönüşüyor. Kemik külleri ayrıştırılarak bir vazo içerisinde ölü sahiplerine veriliyor. Veya küller karbon basınç işlemlerinden geçirildikten sonra elmasa dönüştürülüp işlenebiliyor. Bu işlemden sonra ölü yakınları mesela babasının cesedini pırlanta bir kolye olarak da teslim alabiliyor. Tabi bu işlemlerin maliyeti çok yüksek. Yine aynı toplumlarda cesede saygılı davranmayı ve bu nedenle defnetmeyi yeğleyenler de var; sıkı durun! Ceset, cenaze töreninden birkaç gün önce kilisenin veya özel şirketlerin makyaj departmanına teslim ediliyor. Oradaki makyözler iç çamaşırından kravatına kadar ölüyü giydiriyorlar. Sonra uyuyormuş ve gittiği yerde çok mutluymuş duygusunu oluşturmak için makyajını yapıyorlar. Bu günlerde birkaç kez ölünün yakınlarından biri işlem yerine gelerek makyajı denetliyor. Mesela “Babam hep tebessüm ederdi. Gereğini yapın!” diyerek talimat veriyor. Makyözler ölünün ağzını açıp yanak kaslarını iplerle çektirip dikiyorlar. Ölü gülmeye başlıyor! Sonra görücüye çıkıyor. Her bakan, mevtanın görüntüsünden cennette olduğunu anlıyor! Tabutla mezara indirip üzerine veriyorlar gübre şerbetini! Dışarıdan bakıldığında kabristan sanki cennetten bir köşe; mezarların içi ise lebâleb, şorul şorul foseptik çukuru! Tibetliler cesetlerini yüksek dağlara çıkarıp bıçaklarla çizik atıp akbabalara teslim ediyorlar. Zavallı adam, doyan akbabaların karnında uçarak gökteki ananın yanına gidiyormuş! Bilahare ölünün en yakını kimse balta ve çekiçleri yanına alarak ceset kalıntısının yanına geliyor. Kafatası ve diğer kemikleri iyice toz haline gelene kadar ezip sahneyi yine akbabalara bırakıyor. Ha! Unuttum söylemeyi; cesedin sağ ayak kaval kemiğini alarak olay yerinden ayrılıyor. Onu eve götürüp deliklerini açarak kaval yapıyor! Bir müzik parçası veya birkaç anlamlı nota çıkarana dek üflemeye devam ediyor. Başarırsa babasının ruhu mutlu oluyor ve kurtuluyor. Benim gibi üfleme yeteneği yoksa veya müzik kabiliyeti gelişmemişse babasının ruhu ömrü billah azaptan kurtulamıyor. Ciddi söylüyorum! Böyle inanıyorlar! Brahman ve Budistler cesetleri krematoryumda yakmak yerine Ganj Nehri’nin kıyısında küle dönüştürüyor ve külleri nehre savuruyorlar. Ama çok odun yakıyorlar, çook! Bir cesede bir ton odun harcanıyor. Ateşin başında, varsa ölenin büyük oğlu duruyor. Elindeki uzun demir sopayla alevleri karıştırmak, ebeveynini sağa sola çevirip, küle dönüşünceye kadar kırıp parçalamak, küllerini kavanoza doldurup suya savurmak onun görevi!
FİZİK BEDENİN TRAJİK SONU!
En sağlıklı insan da mutlaka yaşlanır ve ölür. Dünyadaki beden gibi dünyanın bizzat kendisi de eksik, kusurlu, yetersiz ve geçicidir. Her şey bu zaman evinde nâçar; geçer! Bütün çiçekler mutlaka solar, en güzel yiyecekler çürür, bozulur, kokuşur. Entropi dediğimiz düzensizlik kanunu fizik bedenimizde de hükmünü icra eder. Tabiattan ödünç aldığımız 114 elementi doğaya yeniden iade ederiz. Şu anda bedenimizi oluşturan maddeler, biz doğmadan önce tabiatta dağınık halde bulunuyordu. Geçici bir süreliğine bizim bedenimizde birleştiler. Biz öldüğümüzde tekrar çözülüp dağılarak doğaya dönmeli ki yaratılışın geri dönüşümü için kullanılabilsinler. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız İslam dışı cenaze işlemleri bu ödemeler dengesini bozduğu için sapkınlığın ta kendisidir. Ancak ceset ister fermantasyona uğrayarak kokuşup dağılsın, isterse yakılıp yok edilmeye çalışılsın, isterse lime lime doğranıp akbabalara yedirilsin buradan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: “Ben” sandığımız ve büyük değerlerle yücelttiğimiz, uğruna nice kötülükleri göze aldığımız fizik bedenimizi korkunç ve iğrenç bir son beklemektedir. Ve en güzel bir biçimde yaratılmış olan fizik bedenin hayatı, olabilecek en korkunç biçimde sona erecektir. Bu trajedi insanı düşünceye sevk etmelidir. İnsan, aslında bedenden ibaret olmadığını, fizik bedenin öz varlığın üzerine giydirilmiş geçici bir kılıf olduğunu bu korkunç sona bakarak anlamalı, bedenin ötesinde cevherden müteşekkil muhteşem bir varlığı olduğunu hissetmelidir. Fizik varlığın ötesinde onu bir vasıta olarak kullanan ruhun varlığını idrak etmelidir. Böylece Allah, kendini “et ve kemikten” ibaret sanan insana bunun bir aldanış olduğunu hissettiriyor. Adeta “Bak görüyor musun? Sen bu değilsin!” diyor. İnsan, bedeninin akıbetine bakarak, şu fânîde sonsuza kadar kalacakmış gibi sahiplendiği, bütün arzularına boyun eğdiği fizik varlığının trajedisi üzerinde düşünmelidir.
Karma âlem, bu dünya. Cennet ve cehennemin ikisinin de örnekleri ve yaratıkları bu dünyanın içindeler. Ama gölge olarak: gölge beden, gölge ağaç, gölge elma, gölge yılan, gölge timsah vs… Öldüğümüzde artık karma âlem bitiyor, âlemler birbirinden ayrışıyor. Asıl âlemler başlıyor: gerçek beden, gerçek ağaç, gerçek elma, gerçek yılan ve gerçek timsah vs. Artık güzellikle çirkinlik aynı yerde değiller. İyilik ve kötülük de öyle. Ölüm, her şeyin gerçeğine ve aslına kavuşmaktır. Mümin ahirette, eksiksiz ve kusursuz yeni bir bedenle, tekrar inşa edilecektir. Asılların başlaması için insanlar isteseler de istemeseler de ölüme götüren terminal dönemi ve ölüm operasyonunu yaşayacaklar. Sonu gelmez azap ve işkenceler asıl o zaman başlayacak. İnsanın ölümüyle sonsuz eğlenceler, bitmeyen düğünler, bayramlar asıl o zaman başlayacak. İnsan bu dünyada bir elinde çekiç diğer elinde murç kendini yontuyor, fırçalarla boyalarla kendi tuvalini boyuyor. Ses ve nağmesiyle hayatını besteleyip kendini mısralara döküyor. İşte nasıl bir eser tesis ettik, ölürken ve ölüm ötesinde onu göreceğiz. Kimin iyi bir heykeltıraş, kimin iyi bir ressam olduğu; kimin bestesinin ve şiirinin güzel olduğu o zaman belli olacak!
Rabbimiz şöyle buyurur:
“(Dünyalık olarak) size her ne verilmişse bu dünya hayatının geçimliğidir. Allah’ın yanında bulunanlar ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Bu mükâfat, inananlar ve Rablerine tevekkül edenler, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanlar, öfkelendikleri zaman bağışlayanlar, Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namazı dosdoğru kılanlar; işleri, aralarında şûrâ (danışma) ile olanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayanlar, bir saldırıya uğradıkları zaman, aralarında yardımlaşanlar içindir.” (Şûra, 42/36-39)