Bela ve Güçlüklerle İmtihanın Hikmeti

Allah’a yakın kulun en belirgin vasfı; çok ibadet, çok zikir değil, güçlükler karşısındaki duruşudur. Bu gerçeği Kur’an ve hadislerin beyanlarından açıkça anlıyoruz.

Özellikle müminlerden istenen ve beklenen şu ki; başa gelen çözümü imkânsız denecek büyük zorlukların, takati aşar görünen güçlüklerin aslında Rabbimiz’in birer sınavı olduğu bilincini ve şuurunu hiçbir zaman kaybetmemek. Sonra o bela ve güçlükleri, insana ilk temas ettiği veya çarptığı en şiddetli andan itibaren, Allah’a güven duygusunu kaybetmeden sabırla, teslimiyetle, tevekkülle, rızayla karşılamak ve o güçlük bitene veya zaferle sonuçlanana kadar da soğukkanlı olarak imanını muhafaza etmek… Sonra da o sıkıntı veya belayı hem Rabbimiz’den yardım isteyerek hem çalışarak, gayret ederek aşmaya çalışmak. Evet, Allah’a yakın olmanın en belirgin vasfının bu tavır, bu duruş, bu iman ve teslimiyet olduğunu, bizden önce yaşamış olan ümmetlerin ve peygamberlerin Kur’an’da anlatılan kıssalarından hisse olarak çıkarabiliyoruz.
Ayrıca şunu anlıyoruz ki: Rabbimiz kendisine iman etmiş, teslim olmuş kullarını daha doğrusu bu iddiada olan kullarının imanlarını, birinci derecede bela, musibet ve güçlükler karşısındaki duruşu ile test ediyor. Zira münafık ile mümini veya kalbinde nifak alameti olan müminle tam iman etmiş mümini, birbirinden en bariz bir şekilde ayırma özelliği yani turnusol olma vasfı en şaşmaz ve yanılmaz bir şekilde güçlükler karşısında gösterilen sabır, teslimiyet ve rızada var.


Bizler bu kabil güçlüklerle sınanmaktan korksak, çekinsek de bu iddia sahiplerinin böyle sınavlarla imanları test edilmeden, dünya hayatından geçip kurtulamayacaklarını ifade eden ayetler bir hayli fazla. İşte çok sarsıcı ve dikkat çekici olanlarından birisi:
“Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber müminler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara, 2/214)


İMTİHANIN TEDAVİ EDİCİ ÖZELLİĞİ

Bunun anlamı şu ki: İman eden ne derece iman ettiğini bizzat kendisi de görmeli, kendi imanına kendisi de şahit olmalı, münafık olan veya iman ettiği halde kalbinde nifak tohumları bulunan da bu olayla gerçeği fark edip ya iman davasından vazgeçmeli ya da tevbe edip sabır gösterip nifak alametlerinden kurtulmalı. Zira bu tür güçlüklerle sınanmak; iman ettiği halde kalbinde gizli şirk veya küfür alametleri bulunan müminler için gerçek imanı elde etmede, ibadet ve zikirle elde edilemeyecek şekilde hızlı bir tedavi demektir.
Nitekim şu uyarı da onlar için:
“İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.” (En’âm, 6/82)
Rabbim cümlemizin, cümle müminlerin yardımcısı olsun.

Geçici olan şu dünya hayatının cazibesi başımızı döndürüyor. Bunun için insanların ne derece gayretli ne derece fedakâr olduklarına her zaman şahit oluyoruz. Bu güzelliklerin akla hayale gelmeyecek derecede mislini vadeden ayetlere iman eden kullar, elbette bunun ücretini ödemek zorundalar. Hiç olmazsa geçici zevklerle dolu kısacık bir hayatı elde etmeye verdiği çaba kadar bir çaba, sonsuz olan ahiret yurdunun ücreti olmaya layık değil mi?
Peygamberlere ve getirdiklerine iman testlerden geçtiği gibi, ahir zamanda Hazreti Mehdi ve Hazreti İsa’ya iman da aynı şekilde testlerden ve deneylerden geçecektir şüphesiz. Müminlere düşen, her an teyakkuz halinde beklemek ve bu sınavlara hazırlıklı olmaktır. Sahabeler Allah’a ve Rasulü’ne iman, sevgi ve sadakat testinden çok geçtiler. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları bu imtihanların yoğunlukla yaşandığı arenalardı. Bedir’de üç yüz kişi bin kişiye bu iman ve sadakatle saldırdı. Allah’ın yardımı ile de bu savaştan muzaffer çıktılar. Uhud Savaşı da kalplerde sarsılmaların ve dağılmaların yaşandığı önemli bir sınavdı. Kazanılan savaş birden geri dönmüş, Rasulullah’ın (sav) öldüğü haberi yayılmış, ashabdan yetmiş kişi şehit olmuştu ve Hazreti Hamza (ra) bu şehitlerin içindeydi. İş öyle bir noktaya gelmişti ki “Biz hak yoldayız, âlemlerin Rabbi yanımızda, O’nun Rasûlü bizimle iken bu nasıl perişanlık ve çaresizliktir.” diye kalplere şeytandan ne sarsıcı vesveseler ne korkutucu hatıralar hücum ediyordu. İşte sınavın en zorlu anıydı bu an ve bu anda imanı ve sadakati muhafaza edebilmek zordan da zordu.

Hendek de yine öyle; Kureyş kâfirleri ve Gatafan kabileleri birleşmiş topluca Medine’ye yürüyorlardı. Bu tehlikeli ittifak yetmiyormuş gibi Medine’de Müslümanlarla ittifak halinde bulunan Beni Kureyza Yahudileri de ihanet ederek düşmana katıldılar. Düşman birlikleri on iki bin gibi çok önemli bir sayıyı bulmuştu. Karşılıklı muharebe ile savaşı kazanmak mümkün görünmüyordu. Çare olarak savunma planı uygulandı ve meşhur hendekler kazıldı. Düşman birliklerinin hendek civarındaki kuşatması bir ay sürdü. Müslümanlar çok bunaldı, çok daraldılar. Kuşatma devam ederken Rasûlullah ve ashabı Allah’a (c.c.) en yürekten yakarışlarda bulunup yardım istiyorlardı. İşte bu dualarla Allah’tan (c.c.)  gelen bir mucize ile bu kuşatmadan kurtulabildiler. Şöyle ki: Kuşatma devam ederken birden ortalığı soğuk bir fırtına aldı. Öyle bir fırtınaydı ki çadırları söküp düşmanın başına geçiriyor, üşümemek için yaktıkları ateşleri söndürüyor, atları ürkütüyor, kalplere korku ve dehşet salıyordu. Ayrıca Müslüman askerlerin etraflarından tekbir sesleri geliyor ama söyleyenler görünmüyordu. Düşman artık dayanamadı kaçıp gitmek zorunda kaldı. Bu olay esnasında insanların kalplerinden geçeni bilen Rabbimiz Ahzab sûresinde kullarını nasıl bir sınavdan geçirdiğini şöyle anlattı:
“Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani (düşman) ordular üzerinize gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgâr ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir. Hani onlar size hem üst tarafınızdan hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Hani gözler kaymış ve yürekler ağızlara gelmişti. Siz de Allah’a karşı çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada mü’minler denendiler ve şiddetli bir şekilde sarsıldılar. Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar, ‘Allah ve Rasûlü bize, ancak aldatmak için vaadde bulunmuşlar.’ diyorlardı.” (Ahzab, 33/9-12)


“ALLAH BİZE YETER O NE GÜZEL VEKİLDİR!”
Hz. İbrahim de (as) bu tür sınavlardan çok geçmişti. Kavminin taptığı putları kırınca, ceza olarak onu büyük bir ateşin içine atmaya karar verdiler. Ve sonra da bu cezayı uyguladılar. İbrahim (as) bu halde iken Rabbi’nden başka kimseden yardım ve medet beklemedi. Buhârî’nin rivayetine göre Hz. İbrahim ateşe düşerken  “Hasbünallahü ve ni‘me’l-vekîl” “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” (Âl-i İmrân, 3/173) dedi. Böyle bir teslimiyet ve tevekkülle Rabbi’ne sığınan İbrahim’e (as) Rabbi’nin yardımı Kur’an’ın ifadesiyle şöyle yetişti: “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol, dedik.” (Enbiya, 21/69)
Allah’a tam bir tevekkül ve teslimiyetle güvenen İbrahim’i (a.s) ateş yakmadı, onun bu kutlu hikâyesi gerçekten iman edenlere güzel bir örnek ve ibret kaldı. Peki, bütün bu sınavlar niçin? Onun da cevabı yine ayetlerde gizli:
“Kıyamet günü ne mal fayda verir ne oğullar! Ancak Allah’a kalb-i selim olarak gelenler o gün fayda bulur.” (Şuarâ, 26/88-89)
Kalb-i selim: Şüphelerden, şirkten temizlenmiş, ihlâsla imana ermiş kalp demek.
İşte bütün sınavlar bunun için, bütün sır bu temizliğe ulaşmada.
Kalb-i selime ulaşabilmek duasıyla, Allah’a (c.c.) emanet olun.