İslam’ı Rabbimiz’in muradı üzerine yaşamak çok önemlidir şüphesiz. Her Müslüman bu anlamda İslam’ı en uygun yaşayanın kendisi olduğunu düşünebilir ama bu mesele öyle basit değildir. İslam alimleri doğru yol üzere gitmeyi, kısaca “istikamet üzere olmak” şeklinde ifade etmişler. İlk önce itikadî olarak Ehl-i Sünnet akidesine göre doğru bir yerde durmak istikametin olmazsa olmaz şartıdır, bunu kesinlikle bilmek lazım. Sonra da amelî mevzular yani ibadet ve ahlaka ait mevzular gelir ki tüm bu konuları göz önüne alarak genel itibarıyla insanların dine karşı durumlarını beş grupta mütalaa edebiliriz: 1-Peygamberler 2-Evliyalar 3-İyi olmaya çalışan Müslümanlar 4-Fasıklar 5- Kâfirler. Bu kategorilerin içinden peygamberleri, evliya ve kâfirleri çıkaralım. Bu durumda biz, iyi olmaya çalışan Müslümanlar veya fasıklar denen gruplardan birinde olacağız. Fasık derken; kendini büyük günahlara adeta teslim etmiş, düzelme konusunda ciddi hiçbir gayret içinde olmayan kişileri kastediyoruz ki böyle olmaya razı olamayacağımız açık. O zaman biz, en kötü, iyi Müslüman olmaya çalışanların içinde olmalıyız. Peki, iyi Müslüman olmaya çalışmak ne demek, insanlar neler yapınca bu gruba dahil olurlar? Bunu açmaya çalışalım.
Bu gruptaki Müslümanlardan kastımız, kısaca; harama helale dikkat edip nefsinin heva ve arzularına iradesiyle sahip çıkmaya çalışan, her türlü günah arzusuna rağmen nefsiyle mücadeleden asla vazgeçmeyerek yaşayan Müslümanlardır. Öyleyse normal bir Müslüman demek; nefsinin marazlarını önce tespit edip daha sonra nefsiyle mücadele içine girip yaşayan, hatalara düştüğünde derhal tövbe edip istikamet üzere nefsine göz açtırmayan kişi demektir. Bunun altında bir Müslümanlık anlayışı, normalin altına düşmektir bilmek lazım.
Bu arada bir konuya da açıklık getirelim. Bir kişi düşünün ki dağlar gibi ilmi var, ibadetleri de yerinde ama nefsini tanımıyor, manevî hastalıklarını fark etmemiş. Bu durumda olduğu halde en iyi Müslüman pozlarında geziyor ve herkese akıl dağıtıyor. Maalesef böyle bir alimin Müslümanlığı da normalin altındadır, kendisi bunun farkında olmasa bile… Niçin derseniz; bencilliğinin, sevgisizliğinin, kibrinin, riyasının, hasedinin, ucbunun, cimriliğinin farkında olmayan birisi alim olsa ne olacak? Kendini büyük günahlardan koruyamayan ve ahlakî konularda şuursuz olan birisi normal bir Müslüman olabilir mi? Örnekleri çoğaltmanın anlamı yok. Şöyle etrafına bakabilen her insan ne yazık ki camilerin, dergâhların, normal olmayan bu insanlarla dolup taştığını görecektir.
Evet, Müslümanlar sayıca çok fazla, ama bu basit ölçüye göre değerlendirdiğimizde, akıllı, dengeli ve gerçek Müslüman gibi yaşamaya konsantre bir zihne sahip mü’min o kadar az ki nerdeyse yok diyebileceğimiz kadar maalesef... O halde sıradan bir Müslüman nasıl olmalı, ispat ve izah edelim hem de çürütülemez ölçülerle…
Bir kere her Müslüman tevhid ve iman noktasında surete iman da olsa tam ve kesin inanç sahibi olacak, bundan taviz olamaz... Daha sonra, sırf imtihan gayesiyle gönderildiği bu dünyada, İslamî anlamda vazifelerini bilecek ve öylece de yaşama gayreti içine girecek... Nedir bu vazifeleri? Nefsini ıslah etmek veya en azından nefsin dizginlerini elinde tutma gayreti içine girip bu azimde yaşamak. Sonra da İslam’ın yüce emirlerini her muhtaç sineye ulaştırmaya gayret etmek ve bu konuda şuurlu olmak. Evet, işte kısaca vazifeler bundan ibaret...
Bu anlattığımıza göre, demek ki normal bir Müslüman nefsini tanımakla işe başlamalı. Çünkü, ancak nefsini tanır ve onun kötülüklerini algılayabilirse o zaman nefsini düşman bilip onla savaşa tutuşabilir. Bu mesele İslam’da düşmanla cihaddan daha önemli telakki edilip Efendimiz’in lisanıyla buna büyük cihad denmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) bir savaştan dönünce, küçük cihaddan büyük cihada döndüklerini ifade etmiş, ashab-ı kiram: “Ya Resulallah büyük cihad nedir?” diye sual edince, Peygamber Efendimiz (sav): “Nefsle cihaddır.” buyurmuştur. (Deylemi)
Efendimiz’in de (sav) buyurduğu gibi, İslam’da nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesinin gerekliliği konusunda şüphe yok; bu konuda ayet ve hadisler gayet açıktır.
“Allah’tan korkup nefsini kötü arzulardan uzaklaştıranların varacakları yer muhakkak cennettir.” (Nâzi’ât, 79/40, 41)
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/9)
“Senin en büyük düşmanın, seni çepeçevre kuşatan nefsindir.” (Kenzü’l-Hakayık, Beyhaki)
“Nefsini zelil eden, dinini aziz etmiş; nefsini aziz eden de dinini aşağılamış olur.” (Ebu Nuaym)
Bunlara benzer daha birçok ayet ve hadisin ışığında olaya bakınca görülecektir ki “insanın kötülük tarafıyla mücadele etmesi” İslam’ı yaşamanın tek adıdır ve bu konu sapık mezheplerde bile bir itiraz konusu değildir.
Kur’ân’da nefs-i emmare olarak belirtilen, insanlardaki potansiyel kötülük kaynağını, modern psikiyatri de yok sayamamış, “bilinçaltı” “alt ben” “tepkisel zihin” vb. şeklinde ifade etmek zorunda kalmıştır. Demek ki nefs-i emmaremiz var ve bu tüm insanlar için de geçerli. Yüce İslam dini de bu günahlara fazlaca meyilli olan nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye yollarını insanlara göstermek ve bu konuda insanları imtihan etmek için gönderilmiştir...
Nefsimizi Tanımak Çok Önemlidir
Her insanda mevcut olan nefs-i emmare böylesine kötülük kaynağı ve bununla savaşmak da farz olunca, bu manada kendimizi tüm negatif ve pozitif değerlerimizle tanımamız, olmazsa olmaz diyebileceğimiz kadar önemli olur. Çok önemli bir şey daha vardır ki bunu söylemezsek asla olmaz: Kendini tanımaya çalışırken de nefsiyle savaşırken de dürüst ve adaletli olmak ve bundan asla taviz vermemek. Demek ki önce insan dürüst bakışlarla aklını ve ilmini kullanarak nefsini adaletli bir şekilde tanıyacak... Sonra da nefsinin kötü arzularını tanıyan her insanda mecburen meydana gelen “nefsini kerih görme” duygusu ortaya çıkacaktır... İş buraya gelince de hem kendine karşı dürüst olma duygusu hem de dürüstçe kabul ettiği nefsin kötülüklerini yakînen gördüğü için kapıldığı aşağılık duygusu, artık onun en önemli can yoldaşı olacak ve yaşadığı müddetçe asla ama asla bu iki duyguyu kesinlikle terk etmemesi ve koruması gerekecektir. Ta ki nefs-i emmareden kurtuluncaya, kalbi tasfiye, nefsi tezkiye oluncaya veya bu uğurda ruhunu teslim edinceye kadar...
Öyleyse nefsle mücadelede ve İslam’ı doğru dürüst yaşama gayreti içindeki her mü’minin yitirmemesi gereken iki duygusu vardır. Kendine karşı dürüst olmak ve nefsi devamlı hor ve hakir görme anlamında “kompleksli” olmak... Bu iki duygunun korunmasının İslam literatüründeki adı “istikamet üzere olmak”tır. İstikamet sahibi olmak mümin için en büyük keramettir. O halde bu iki duygunun korunması için nelere dikkat etmeliyiz ve bu noktada hangi ölçüleri, olmazsa olmaz mantığıyla kabul etmeliyiz? Şimdi ona gelelim...
Nefsimizi Kendimiz Sanmak
Nefsim Eşittir Ben Değilim
Evet, nefsi kerih görme duygusu dediğimiz kompleks makamında durmak ve karar kılmak, öyle kolay bir iş değildir. İnsan sabır ve sebat etmeyince ya ümitsizlik içinde zillete düşer ya da nefsinin onca marazına rağmen onları görmez de kibir batağına yuvarlanır. Evet, zillete düşmek akıl azlığı, kibre batmak da mide bulandırıcıdır. Ve maalesef bu iki duygunun korunması çok zordur. Şundan ki: Kendini dürüst gözlerle tahlil ettikten sonra, günahlarını ve nefsin pisliklerini görüp “benim nefsim ne kadar adiymiş meğer” psikolojisine giren her insan, müthiş bir can sıkıntısı ve moral bozukluğuna kapılır. Bunun nedeni; nefsini, sorumluluk alanı veya düşmanı değil de kendisi sanmasıdır. Hâlbuki nefsin kötülükleri, Rabbin duygusu olarak bize sınav için verilmiştir. Biz onların varlığından dolayı günahkâr değiliz. Onlarla mücadele etmezsek, onlara teslim olursak günahkâr oluruz. Öyleyse, yine olmazsa olmaz anlamında kabul etmemiz gereken bir ölçü de “nefsimiz eşittir kendimiz” olmadığı, tam tersi, nefsin bizim baş düşmanımız olduğu bilincine varmaktır. Yoksa sınırsız pisliklerle donatılmış nefs-i emmaresini kendisi sanan insanın bunalımlara girmesi kaçınılmazdır. Eğer bu gerçeğin farkında olamazsak nefsini kerih görme duygusu, bizim tek itici gücümüz ve istikamet üzere gitmemizin yegâne sebebi olması gerekirken, bu bozuk ölçü yüzünden helak olmamızın sebebi olabilir. Çünkü devamlı kınanan ve zikirle, fikirle baskı altına alınan nefs, tabiatı gereği buna şiddetle karşı koyacaktır. Ve bu durumda o kişi, nefsini kendi sanacak kadar bu konuda cahilse içine düştüğü mutsuzluktan kurtulmak için tabiatına göre zillet veya enaniyet uçurumlarından birinde soluk almaya çalışacaktır. Genelde Müslümanların en önemli açmazları, yukarıda anlatmaya çalıştığımız dengeyi kuramamak, ya aşırı aşağılık kompleksi dediğimiz zillete düşmek, ya da tam tersi olan kibre yuvarlanmaktır.
Evet, aslında zeki, akıllı ve kendine karşı dürüst olan insanları, nefs ve şeytan genellikle “aşırı aşağılık kompleksi” dediğimiz ümitsizliğe çekerek mücadeleden vazgeçirebilir. Bunun sebebi ise yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kendilerini nefisleri sanmaları neticesindeki aşırı mutsuzluk duygusu veya iman zayıflığıdır. Ama nefs-i emmare, hiçbir yüksek zekâ sahibi insanı kibre yuvarlamayı başaramamıştır. Ve kibir çölleri her zaman orta zekâlı ve bedevi ruhlu aklı azların mekânı olmuştur. Üstün zekâlı ve kendine karşı dürüst ve adil olanların düştüğü yer daha çok, nefsini kendi sanması neticesi zillet batağıdır. Bu durumdaki müminler şöyle düşünmelidir: “Nefsim eşittir ben değilim. Tam tersi, nefsim, birçok yönüyle benim düşmanım ve temizlemem gereken kötülükler ve pislikler kaynağı. Şayet onlara uyarsam o zaman nefsim eşit ben olurum. Nefsimin potansiyel bir pislik gibi durması benim suçum değil, üzüntü sebebim de olamaz.” İşte akıllı bir mümin böyle düşünürse ümitsizliğe düşmeden nefsiyle mücadele edebilir ve bu çizgide güzel manevî bir geleceği ümit edebilir.
Evet, istikamet üzere gitmenin ve sağa sola, yani zillete ve kibre sapmadan dosdoğru ilerlemenin tek yolu, anlatmaya çalıştığımız gibi olmak ve öylece de kalmak ve yaşamaktır.
O zaman, madem kendi nefsini dürüst gözlerle tahlil etmek önemli ve yine bu manada aşağılık kompleksinin olması ve yaşam boyu kalması aynı mantalitede şart ise o zaman nefsi tanıma ve sonra da kerih görme noktasında gerçek mürşitlerden veya bu konuda yetişmiş alimlerden istifade edebiliriz ki bu gerçekten çok faydalıdır. Şundan ki: Gerçek bir mürşid veya iyi yetişmiş bir hoca, ahlaken Resulullah’a (sav) çok benzeyen kâmil bir insan demektir. Böyle bir hoca, talebesi için canlı kanlı bir örnektir ve böyle müşahhas örnekler kişinin kendi kusurlarını görmesi noktasında çok faydalıdır. Hatta bu kişiler adeta bir ayna gibidirler. Böyle bir hocanın yanında bulunmak, hizmet veya sohbetinde olmak, kişiyi en kısa ve emin yoldan nefsini tanımaya, kusurlarını görmeye ve neticesinde istenilen müspet kompleks duygusuna götürür. Dolayısıyla ölçüsü sağlam her talebe için bu pozisyon çok çok büyük bir nimet ve kurtuluş vesilesi demektir. Ama ölçüsü bozuk insanlar veya kabiliyetsiz kişiler böyle ortamlara dayanamaz. Düştükleri bu aşağılık duygusunun bir rahmet olduğunun farkında olamayıp böyle ortamlardan kaçmak isterler. Hâlbuki o alimin hocanız olması ve sadece başınızda durup yanınızda var olması bile en büyük makam ve en büyük saadet kaynağıdır. Zira ilmini, ahlakını ve diğer bütün özelliklerini adeta an an yaşayarak müşahede ettiğiniz bir alimle tanışmak ve yaşamak, kendine karşı dürüst ve adaletli her talebe için, kibir ve zillet gibi iki büyük tehlikeden emin olarak ahlaken çok hızlı bir şekilde gelişmek demektir.
Buradan çıkarılacak çok önemli bir ders de şudur ki hoca, mürşid, veli… diye dizinin dibine çöküp teslim olduğumuz kişiler, aslında bizi kendisi teslim alması gereken kişilerdir... Yani bir alim veya mürşid, ilmi ve ahlakıyla, oturuşu, bakışı, yürüyüşü ve her şeyiyle, hem de özel bir gayrete girmeden doğal haliyle, akıllı ve kabiliyetli bir talebeyi nefsini kınama pozisyonuna sokabilmeli ki buna müspet aşağılık kompleksi diyoruz. Ayrıca, talebe ahlaken değişene kadar da hep orada tutabilmelidir. İşte böyle alimleri bulmak ve onların sohbetlerine katılmak çok büyük rahmet vesilesidir. Demek ki insanların eğer feyz aldıkları veya faydalandıkları önder veya rehberleri varsa bu vasıfları onlarda aramalı ve sorgulamalıdırlar; bu arada bunu da hatırlatmakta fayda var.
Evet... İşte sırf bu yüzden gerçek alimlerin yanında durabilmek, hakikaten güzel bir insan ve güzel bir kul olmayı gerektirdiği gibi, onların yanında nefsi kerih görme anlamındaki kompleks duygusunun meydana getirdiği edep ve saygı duygusu da kişinin bedavaya yakın kolay kazandığı feyzlerin ve nurların kaynağıdır...
Allah (c.c.) yar ve yardımcınız olsun...