Kozmik Vahiy / Prof. Dr. Hüseyin Aydın

Evren adeta Kur’ân’a benzemektedir. Buna “varoluşsal veya Kozmik Kur’ân” denilebilir. Tüm kâinat, akıl sahiplerinin okumasına sunulmuş bir kitap gibidir. Kur’ân’ı Kerîm’de açıkça beyan olunduğu üzere bütün tabiat açılıp okunmayı bekleyen bir kitaptır. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesine göre, insanlardan akıl (sezgi, idrak, ilim, basiret) sahibi olanlar o kitabı anlayabilirler; çünkü tabiat kendi diliyle bize Halık’ını anlatan bir kitaba benzemektedir. Bu nedenle Müslümanlar, tabiatı, okunup düşünülmesi ve faydalanılması gereken açık bir kitap ve Allah’ın ikinci türden bir vahyi olarak kabul ederler. 

Kur’ân’ın, tabiatı ve insanı resmeden ayetleri (lafız, sembol, metafor) fazla söze mahal bırakmayacak mahiyettedir. İslamî anlamda, tabiatın cihanşümul bir anlamı vardır. Allah ile ilintisi bulunması bakımından da ihtiram göstermek bir vecibedir.1

Göklerin ve yeryüzünün belli bir düzende yaratılışı, yer küresinin canlıların yaşamasına elverişli hale getirilişi, ona belli bir ağırlık kazandıran dağların mevcudiyeti, ziraata ve iskâna uygun ovaların, seyahate elverişli yolların oluşumu, hayat kaynağı suyun gökten indirilişi, aynı su ile beslenen aynı iklimin topraklarında tadı ve besin değeri farklı yiyecek ve meyvelerin bitirilişi, göklerin görülebilir direkler olmaksızın yükselişi, atmosferin tehlikelerden korunmuş bir tavan haline getirilişi, güneşin ısı ve ışık, ayın da aydınlık kaynağı oluşu, insan ve yük naklinde faydalanılan gemilerin denizlerde batmadan seyredişi, besi kaynağı, binek ve çeşitli yönlerden istifade edilen hayvanların bulunuşu, sulanan üzüm bağlarının, ekinlerin, hurma ağaçlarının şekil ve lezzetçe birbirinden farklı oluşu, kuşların uçuşu, ölü toprağın diriltilerek ondan hurmalıklar, bağlar, bahçeler yetişmesi ve pınarlar fışkırması, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi, dünyaya rahmet yağdıran bulutların onları sürükleyen rüzgârların durumu, dünyaya çatı olan gök kubbenin yükseltilmesi, tüyleri diken diken eden dağların ihtişamı vb. hep Allah’ın ayetleridir.2 İnsan tabiat sayfalarından her birini okudukça tabiatla olan insicamı güçlenir.

Mevlana, diğer mutasavvıflar gibi, Allah’ın açık-gizli mesajlarını söze ve yazıya döker. Tabiatın güzelliklerini, onu yaratanın güzelliklerini anlatmak için vasıta sayar. Tabiat her yönüyle Yüce Allah’ın bütün güzelliklerinin seyredildiği bir ayna gibi kabul edilebilir. Gizli olan sırlarını, ancak düşünen ve hissedebilen kişiler fark eder.3 Âşığa göre, bütün kâinat ezeli ve ebedi sevgilinin tecelli aynasıdır. Her yerde onun cemâl ve kemâl sıfatlarının tezahürü vardır. Zira vücûd-ı mutlak, aynı zamanda kemâl-i mutlak ve cemal-i mutlaktır.4 Mevlana da Hz. İbrahim gibi evrendeki güzelliklerde Allah’ı arar. Ona göre bu dünyadaki her şey bir örtüyle örtülmüştür. İslam’da çevrecilik bu manada metafizik arka plana sahiptir. Kur’ân’da: “Yedi gök, yer ve onlarda bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız...”5 buyrulmaktadır. Başka bir ayette de Davud ve Süleyman (a.s.)’ın onların tesbihine iştirak ettikleri şöyle anlatılır: “Onu Süleyman’a derhal kavrattık. Her birine hükümdarlık ve bilgi verdik. Davud’a dağları boyun eğdirdik. Kuşlarla beraber tesbih ediyorlardı. Yapmak isteyince yapanlarız biz!”6

Tabiatın kozmolojik bir vahiy olmasının yanı sıra, insanın sahip olduğu değerlerden de atıflar yapılarak saygınlığına vurgu yapılmaktadır. Bu nedenle Müslümanların zihinlerinde, varlıkları manevi yönden, yaratıcıdan ötürü kutsal sayma yatmaktadır. Yunus Emre’nin dizelerine dökülen tabiat sevgisinin altında yatan duygu da budur. Yunus yaratıcıya yönelirken taşları, denizleri yanına almayı ihmal etmez. Bu meyanda en çok dillendirilen bir beyit şöyledir:

Denizleri kaynadur mevce gelür oynadur 

Kayaları söyledür kuvvetlü nesnedür ışk7

Mevlâna ise bu konuda şunları söylüyor:

Her meyve, her yaprak, ayrı ayrı tomurcuğunun diliyle Allah’a şükreder.8

Bu ağaçlar, yer altındaki insanlara benzer;  toprak yurdundan ellerini çıkarmışlardır. Halka yüzlerce işaretler ederler; kulağı olana sözler söylerler. Yemyeşil dillerle, upuzun ellerle toprağın gönlünden sırlar açarlar. Kışın onları öldürdü ama baharın diriltti yapraklandırdı.9 Kurtubi bu tesbihin hakikaten olduğunu, beşerin duyamayacağı ve anlayamayacağı bir suretle her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini ifade eder. Zira bu tesbih, eserde sanatın gösterilmesi şeklinde olsaydı anlaşmazlığından bahsedilmezdi, herkes anlardı; çünkü sanat anlaşılamayan değil, açık olandır.10 Ancak varlıkların tesbihini mükemmel varlık sanatlarından biri olarak değerlendirmek de mümkün; zira Allah’ın eşyada var kıldığı estetik tamamıyla kavranabilmiş değil. Bunun da insanın idrak sınırlarını aşan bir yüce sanata gönderme yapması muhtemeldir. Mutasavvıflar da bu ve benzer ayetlerde her şeyin Allah’a ibadet etmesini, hakiki manasına alarak, gerçekten her şeyin Allah’ı zikrettiğini söylüyorlar. Bir şeyin Allah’ı zikretmesi için de her şeyden önce o şeyin canlı olması gerektiğini söylüyorlar. Mutasavvıflara göre tüm kâinat ve onun en küçük parçaları atomlar, dolayısıyla her şey, daima sonsuz ve sınırsız olarak bir hareket içindedir. Bu hareket de tesadüfî değil, adeta bir orkestranın müziğine uyan dansçıların dansı gibi ahenkli ve ritmiktir. Her şeyin bu şekilde devamlı hareket içinde olmasından, mutasavvıflar, insan gibi onların da canlı olması gerektiği kanısına varırlar. Çünkü hareket etmek canlılık vasıflarındandır. Mutasavvıflar görüşlerini varlıksal (ontolojik) delil ile ispatlamaya çalışırlar. Mademki her şey Allah’tandır; mutasavvıflara göre O’nun isimlerinin ve sıfatlarının tecellisidir. O var olduğu için, varlıklar vardır. Allah’ın bir ismi de yaşayan (Hayy)’dır. O halde bu ismin tecellisinin, bütün varlıklarda da görülmesi gerekir. Dolayısıyla Allah’ın Hayy ismiyle, her şey yaşayan ve hayat sahibidir. Diğer yandan bütün varlıklar arasında tabii bağlar ve ilişkiler vardır ve bazılarının hayatı, diğerlerine bağlıdır. O halde bunlardan bir kısmını canlı kabul edip diğer bir kısmını kabul etmemek pek mantıki değildir. Her şey öz bakımından aynıdır; tezahürleri ve görüntüleri değişiktir. Bunun için bir kısım varlığı gerçekten canlı kabul edersek tüm varlığı da canlı kabul etmek gerekir.

Japon bilim adamı Masaru Emoto’nun yaptığı deneylerden elde ettiği sonuçlar genel kabul görürse canlı tarifini yeniden yapmak gerekebilir. Emoto, içinde 70’ten fazla kristal resmi bulunan Su Kristalleri adlı kitabında şöyle diyor: “Su, cansız bir madde değil; canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Su, çevresinden pozitif ve negatif bilgileri alır ve ona göre tepki verir.” Emoto, üç yıl kadar önce mikroskopla yaptığı araştırmalarda, donmuş su kristallerinin dış tesirler karşısında çok değişik şekillerde reaksiyon gösterdiğini keşfetti. Bu araştırmalara göre su kristalleri, dış çevre tesirlerinin yanı sıra, müzik, söz ve kavramlara da tepki veriyor. Emoto, su kristallerinin nasıl farklı şekillerde davrandığını, büyüleyici bir yapı göstermesine karşılık, temiz dağ suyunun berrak ve düzgün kristal yapıları ihtiva ettiğini tespit etti. Ayrıca, çocukları su ile konuşturarak su kristallerinin verdiği tepkileri gözler önüne serdi. Emoto, on iki yıl süren çalışmaları ve yaptığı on binlerce deney neticesinde, suyun sadece iyi ve kötü bilgileri, müzik ve sözleri değil, hisleri ve şuuru da kaydettiğini ortaya çıkardı. Çekilen kristal fotoğraflarında suyun verdiği mesaj çok açık; sevgi ve minnettarlık gibi duygular. Su, ne kadar sevgi, duygu ve ahenk dolu söz ve musiki ile karşılaşırsa altıgen kristal yapısı da o kadar güzel ve düzgün olmaktadır. Meselâ çekilen fotoğrafların birinde, suyun yanında “şeytan” dendiğinde kristaller kaotik bir biçime girerken; diğerinde de güzel sözlerle dua edildiğinde suda, berrak ve estetik yapısı ile mükemmel bir altıgen ortaya çıkıyor. Emoto, bu çalışmalarıyla görülmeyen bir âlemin varlığını da işaret ediyor. Emoto, su kristalleriyle ilgili çalışmasında iki önemli olayın rol oynadığından bahsediyor. Birincisi, 12 yıl kadar önce Amerika’da “Manyetik Rezonans Analiz Cihazı” denen ilginç bir alete rastlanmasıdır. Bu alet sayesinde sıvı ve canlı organizmalardaki belli frekanslar ölçülebiliyor. İkincisi de kar tanelerinin hiçbirisinin birbirine benzememesini bir yerde okuması. Kar da sudan meydana geldiği için, su kristallerinin de farklı olabileceğinden hareket etmiş.11

Tefsirlerde, eşyanın hal dili ile Allah’ı tesbih ettiği üzerine durulur.12 Her bir şey Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh ve yüce olduğuna delâlet eder. Hal lisanı ile, yaratıcılarının çok büyük ve kusursuz olduğunu söyler ve gösterir demektir. Madde atomlardan oluşur. Atomların hepsinde aynı cins parçacıklar bulunur. Proton ve elektronların mahiyeti, atomların hepsinde aynıdır. Protonlar ile bunlara paralel olarak elektron miktarlarının artmasıyla elementlerin cinsi değişir. Bir taş ile bir pembe gül, bir demir ile bir beyaz zambak, kum taneleri gibi aynı cins parçacıklardan yapıldığı halde, güle güzel renk, koku ve estetik zarafetini veren yaratıcının elbette yüceliğini ve kudretini, yaratıkların hal dilinden anlatmak isteyip kabul edilebilir.13

Kur’ân’da vahyin sembolik dili tabiatın estetik formlarını kullanmaktadır. Kur’ân’da sık sık geçen “Altlarından Irmak Akan Cennetler”14 ifadesi buna bir örnektir. Mü’min için idealize edilen cennetin fenomenlerinin tabiatın estetik formlarına teşbih ve temsil edilişi, şüphesiz tabiat-insan ilişkisi bağlamında büyük bir olumlu katkıya sahip olması göz ardı edilemez. Eğer tabiat azametli ve açık bir kitap ise o zaman biz de o kitabın kelimelerini, yakın ve uzak bütün manaları ile birlikte bize ihsas ettiği emirleri de kapsayacak şekilde öğrenmeliyiz ki ondan layığınca istifade edebilelim. Böylelikle eşsiz yaratıcının kelimelere sığmayacak lütfunu, keremini ve hikmetini minnettarlıkla ve hayranlıkla alabilelim.15 Dahası Kur’ân’da Allah gaybî hakikatleri anlatırken dahi tabiatın fenomenlerini kullanmakta, insanın iç içe yaşadığı, dilinden anladığı âleme gönderme yaparak bunları anlaşılır kılmaktadır. Kur’ân’da bu şöyle anlatılır: “O Allah ki yağmur rahmetinin önüne rüzgârları müjdeci olarak gönderir. Nihayet rüzgârlar yağmur yüklü bulutları taşır da biz onunla su indirir ve onunla her çeşit meyveleri ve ürünleri çıkarırız. İşte bunun gibi, ölüleri de diriltip çıkaracağız. Ola ki bunu yeterince düşünür, yeterince öğüt ve ibret alırsınız.”16 Ayette bir gaybî hakikati açık hale getirmenin yanı sıra, dünyevî objelerin ahiret cephesinden de mütalaa edilmesi isteniyor.

Tabiattaki fenomenleri Allah’ın ayetleri olarak görmekten, basit ve sıradan hadiseler olarak görmeye geçmek, aslında onu çağdaş insanın karşılığını son derece pahalı ödemeye başladığı çılgınca bir yağma ve soyguna hazırlayan itici bir şuur olmuştur.

Modern bilime sımsıkı bağlı bulunan, alabildiğine sınırlayıcı bakış açısına sahip olan bu bilinç, kozmolojik bilgiyi modern bilimsel dünya görüşü çerçevesinde imkânsız hale getirmektedir. Kozmoloji, formel  (biçimsel) gerçekliğin bütün düzlemleriyle uğraşan bir bilimdi. Maddi düzlem, bu gerçekliğin boyutlarından yalnızca bir tanesidir. Vahye muhtaçtır.17

Mekanikçilere göre insan, doğa güçlerinin elinde çaresiz bir oyuncaktır; “şeyler arasında bir şey”den ibarettir. İnsanın yapabileceği tek şey: kendini tüm dünyadan yalıtmak, insanlığın gereksinimlerini unutmak, yararsız mücadelelerden vazgeçerek elinin altındaki zevklerin tadını çıkarmak.18

Karamsar felsefenin en önemli mümessili Schopenhauer (1788-1860) bu dünyanın anlamlı bir dünya olduğunu kabul etmez. İçinde anlam bulunmayan dünya bütünüyle kötüdür ve varolmamak yeğdir.19 O, evreni cehennem nevinden kabul eder ve bizatihi kötü sayar. Dünya insana dost değil en büyük düşman görülmelidir.20 Schopenhauer’ın karamsar felsefesi, geleneksel düşüncenin tesiriyle dostane yürüyen evren-insan münasebetini baltalamıştır denilebilir. Kur’ân’da Allah’ın ayetleri olarak zikredilen tabiatın fenomenlerini son derece pesimist (kötümser) bir bakış açısıyla değerlendiren Alfred Weber’e göre, evren her türlü fenalıklarla doludur: Çorak çöller, boş dağlar, zararlı bataklıklar, oturulmaz halde buzullar, güney güneşiyle kavrulmuş bölgeler, dikenler, fırtınalar, dolular, kasırgalar, vahşi hayvanlar, hastalıklar, vakitsiz ölümler vb. olumsuzluklar. O, Tanrı’nın, eşyanın iradesine hiç karışmadığını söyler.21 Weber de tabiattaki olumsuzluklara bakarak Tanrı ile tabiat arasındaki ilişkiyi koparmaya çalışırken, diğer taraftan Schopenhauer gibi tabiatı adeta fenalıkların hakim olduğu bir düşman ilan etmektedir. Günümüz dünyasında insan önce bu düşüncenin işgalinden zihnini kurtarmalıdır ki tabiat ile yeniden güçlü bir dostluk kurabilsin. Yeryüzünü fenalıklar ülkesi olarak görmek, tabiatın fenomenlerini insana aman vermeyen, düşmanca ve saldırgan varlıklar olarak algılamak insan-tabiat ilişkisini bozacaktır. 

Weber’in saydığı hadiselerin kötülükleri de ispatlanmış değildir. Bir takım varlıkların zararına olabilecek bu hadiselerin, evren holistik (bütüncül) olarak değerlendirildiğinde onun nizamı ve diğer bir kısım varlıklar açısından faydalı hatta gerekli hadiseler olduğu ortaya çıkmaktadır. Mevlânâ iyi-kötünün izafiliğine değinerek, mutlak kötülüğün bulunmadığını şöyle anlatır: “...Dünyada mutlak olarak kötü bir şey yoktur. Kötü, buna nispetle kötüdür. Sonra şunu bil ki âlemde hiçbir zehir yahut şeker yoktur ki birine ayak, öbürüne ayakbağı olmasın! Deniz mahlûkatına deniz, bağ bahçe gibidir. Fakat karada yaşayanlara ölümdür, dağdır! O güzele kendi gözünle bakma. İsteneni isteyenlerin gözü ile gör!”22 Ona göre iyi-kötü zıt görünüyor olmasına rağmen tek kaynaktan doğmaktadır. Bu nedenledir ki her iyi içinde bir kötülük, her kötülük de içinde bir iyilik barındırır.23 Son zamanlarda yapılan bilimsel çalışmalar dünyada faydasız ve olumsuz olarak görülen birçok şeyin gerçekte öyle olmadığını ortaya koymaktadır. Aleme optimist gözle bakmak, onu savaşılacak bir düşman, yağmalanacak “serbest mal” saymamak, yaratandan dolayı ona dostça davranmak ve değerli saymak ekolojik açıdan daha isabetli gözükmektedir. Ekolojik bozulmanın kökenini, tabiata manevi ve deruni bir bakış yokluğu teşkil etmektedir. Bu, bütün katmanlarıyla birlikte varlık panoramasını birbirine rapteden, hepsini anlamlı bir tablonun unsurları konumuna yükselten metafizik ve maverâi-kevni bilinç ve tavır yokluğudur, sahih geleneğin evrene dönük vizyonunun ihmal edilişidir.24 Şayet evren anlamdan yoksun olursa “insanın anlamı”ndan bahsetmek de hayali olur. Zira Varlık’ın saçmalığı düşüncesi, hayatı da anlamsız hale getirecek ve insanı saçmalığa doğru sürükleyecektir.25 Varlığın anlamını bulmak ve sırrına ermek için tabiatın kendi iç uyumunu keşfetmeye çalışmakla yola çıkılabilir. Evrenin hiç de rast gele olmayan yapısı, ince uyumu, parçaların bütün içindeki yeri ve önemi kavrandıkça, insanın kendi rolünü bulma çabaları aydınlık kazanır.

 

KAYNAKÇA

1) el-Attas, M. Nakib, İslam ve Laisizm, çev. Selahattin Ayaz, İstanbul, 1994, 61.

2) Bkz. Bakara, 2/164; Rum, 30/ 20-25; Enbiya, 21/ 31-33; Nahl, 16/65, 69, 79; Casiye, 45/3-5; Ra’d, 13/2-4

Yasin, 36/33-40; Yunus, 10/5, 6; Hicr’, 15/16, 10-22; Neml, 27/60, 61.

3) Kayaoğlu, İsmet, “Mevlana’da Tabiat Sevgisi”, VIII. M. Mevlânâ Kongresi, Konya, 1996, 123.

4) Şafak, Yakup, “Tasavvufi Şiirde Mecazi Anlatım”, VII. Mevlana Semp. Konya, 1995, 87.

5) İsrâ, 17/44

6) Enbiyâ, 21/79

7) Yunus Emre, a.g.e. 71.

8) Mevlana,  Mesnevi (Gölpınarlı), 1/275, b. 1349.

9) Mevlana, Mesnevi, (Gölpınarlı),  1/386-387. b.2023-2028.

10) Kurtubi, Ebu Abdillah, el-Cami’li Ahkalmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1996, X/173.

11) Senih, Safvet, Su Kristallerinin Sırları”, http://www.web.islamisite.com/ modules.php?name> News&file=article&sid=131,2003.

12) Şevkani, Fethu’l-Kadir, V / 165.

13) Bağçeci, Muhittin, Allah’ı Bilmek, Kayseri, t.y. 40.

14) Maide, 5/85.

15) el-Attas, M. Nakib, İslam ve Laisizm, 62.

16) A’raf, 7 / 57.

17) Nasr, S. Hüseyin,  İnsan ve Tabiat, 21.

18) Korshunova, a.g.e. 50.

19) Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul, 1985, 449.

20) Schopenhauer, İrade Felsefesi, çev. Sümer Erenyılmaz, İstanbul, 1993, 76.

21) Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, çev. H . Vehbi  EraIp, İstanbul,  1994, 90.

22) Mevlânâ, Mesnevi, (İzbudak), IV/6, b. 65-80.

23) Mevlânâ. Celâleddin, Fîhi Mâ Fih, çev. Meliha Ülker Ambarcıoğlu, İstanbul,  1969, 324-325.

24) Kılıç, a.g.e. 146.

25) Kılıç,  a.g.e. 148.