“Allah-ü Ekber” deyip namaza girdiğinizde cesediniz seccade üzerinde eğilip doğrulurken, ruhunuz ayakkabılarını giyip dışarıda gezintiye çıkıyor, selam verirken de geri geliyorsa bir yerlerde problem var demektir.
Namaz; İslam’da imandan sonra en yüksek hakikattir. Dinin direği, ibadet hayatının omurgasıdır. Onsuz bir kulluk asla söz konusu olamaz. Onda başarılı olan her şeyde muvaffak olmuş, ondan uzak olan hiçbir şey elde edememiş demektir. Kur’an’da en çok bahsi geçen ibadet namazdır. Efendimiz (SAV)’in vefat ederken dahi ümmetine vasiyetleri namaz hakkında olmuştur. Kabirde ve hesap gününde duruşması yapılacak ilk ibadettir. Ondan vize alabilenlere ancak bütün kapıların ardına kadar açılması söz konusu olabilecektir.
Bu derece öneme haiz namaz ibadeti üzerinde ne kadar durulsa yeridir.
Namaz, hem zahir hem de batın yönleriyle ele alınıp bir takım değerlendirme ve analizlere tabi tutulmuş bir ibadettir. Şekil ritüellerinin ne anlama geldiğinden tutun da, derunundaki miraç boyutuna varıncaya değin tüm boyutlarıyla nüfuz edilmeye çalışılmıştır.
Genel anlamda “eğilme ritüeli” çoğu zaman dikkatimi çekmiştir. İnsanlar kendilerine yapılan bir iyiliğe karşı mukabelede bulunmak istediklerinde genellikle neden eğilerek karşılık verirler? Sorusunu çok düşünmüş, anlama ve cevap bulmaya çalışmışımdır.
Felsefede “bilgi” konusu tartışılırken belli bir perspektifle değerlendirildiğinde iki başlık altında irdelenmiştir; birincisi, sonradan kazanılan (tecrübi) bilgiler olarak adlandırılan “a posteriori bilgiler”, ikincisi ise önsel, içsel, fıtri bilgiler olarak da ifade edilen “a priori” bilgiler.
A priori bilgiler; hiçbir eğitim almaksızın, belli gayretler sonucu elde edilmeyen, doğuştan getirdiğimiz bilgilerdir. Bu husus felsefede çok tartışılmış bir konudur. Bu tartışmanın detaylarına girmeyeceğim ancak bu tür bilgilerin Allah’ın varlığına delil teşkil etme gibi enteresan bir karakter taşıması, ayrıca naçizane namazla da ilgisi olduğunu düşündüğüm için kısaca bahsetmenin yararlı olacağı kanaatindeyim:
Annesinden yeni doğmuş bir kuzuyu düşünün. Daha ayağa kalkar kalkmaz bu kuzunun yapacağı ilk iş; gidip annesinin memelerine yapışmak olacaktır. Burada şu çarpıcı sorular büyük önem taşımaktadır: Bu kuzu annesinin memelerinde süt olduğunu nereden bilmektedir? Neden annesinin başka organlarını değil de memesini emmektedir? Pekala gidip başka organlarına da yapışabilirdi. Önceden herhangi bir şartlanma ya da eğitime tabi tutulmayan bu yavru orada süt olduğunu nereden bilmektedir?
Bu sorulara alacağınız cevaplar, bazı bilgilerin doğuştan getirildiğinin açık kanıtı olmaktadır. Bu türden bilgiler her canlı için söz konusu olabilmektedir. Demek ki bazı bilgiler genetik kartlara ve ruh bandlarına kodlanmış vaziyette hazır olarak getirilmektedir. Bu çeşit bilgiler bizim müktesebimiz olmadığına göre BİR/i tarafından bizlere yüklenmiş demektir. O da kuşkusuz yaratıcımız olan Yüce Allah’tır. (cc).
İşte yukarıda sözünü ettiğim “eğilme ritüeli”nin de doğuştan getirdiğimiz fıtri, a priori bir bilgi olduğunu düşünüyorum. Dikkat ediniz; doğudan batıya, kuzeyden güneye hemen her kültürde ve her toplumda iyilikler karşısında sergilenen temel ritüelin; küçük bazı form değişiklikleri gösterseler de “şükran seremonisi” hüviyetindeki “eğilme” tezahürleri olduğu görülecektir.
İnsanoğlu herhangi bir iyilikle karşılaştığında iyilik yapana karşı; ya el pençe divan durmak suretiyle yani “el bağlayarak”, ya baş ve gövdesiyle “eğilerek” ya da “yere kapanma” şeklinde teşekkür sunumlarında bulunur. Bu tezahürler birer evrensel ritüeldir. Ruh bantlarımıza, genetik kartlarımıza kodlanmış bilgilerdir.
Dikkat ediniz bu teşekkür ritüelleri aslında namaz rükünleridir: El bağlama; “kıyam”, eğilme; “rüku”, yere kapanma da “secde” den başka bir şey değildir özü itibarıyla. Buradan anlıyoruz ki, namaz ibadeti ruh bantlarımıza, genetik kartlarımıza daha biz doğmadan önce kodlanmış bilgilerdir. Her insanın özünde ham şekliyle bulunmaktadır. Namaz dediğimiz olay da, doğuştan getirdiğimiz bu bilgilerin kurallı, sistemli ve bilinçli bir şekilde tezahüründen başka bir şey değildir aslında.
Allah’ın bizlere sunmuş olduğu nimetler sayılmakla bitmeyecek boyutlardadır. Bu sayısız nimetlere karşı şükran hissimizin ifade ediliş tarzıdır namaz. Bizler el bağlayarak, eğilerek, yerlere kapanarak; vermiş olduğu sayısız nimetlere karşı Rabbimize olan teşekkür borcumuzu ifa etmiş oluyoruz namaz kılmak suretiyle. Bu tezahürü de en kamil manada Efendimiz’de (SAV) müşahede ediyoruz: Ayakları şişinceye, ağlamaktan neredeyse göz pınarları kuruyuncaya değin namaz kılması karşısında yöneltilen: “Neden kendini bu kadar hırpalıyorsun Ya Resulallah?” sorusuna karşılık verdiği cevap; en büyük, en güzel insanın Rabbimiz karşısındaki duyuş ve duruşu özetleyen, muazzam bir kulluk manifestosu gibidir: “Ben teşekkür eden bir kul olmayayım mı?”
Kulluk şahikası olan bu mukabelenin temel nedeni namazdır. Efendimiz: “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz” buyuruyor. Ruhunu istirahat ettirmek istediği, Rabbiyle baş başa kalmayı iştiyakla arzuladığında onun yolu Efendimiz için, namaz kılmaktır. “Bizi rahatlat ya Bilal” ifadesi, huzurun namazda olduğunun en büyük delilidir.
Peki aynı şeyler bizler için de söz konusu olabilmekte midir? Esas cevap bulması gereken soru budur. Bu dünyaya geliş nedenimiz Allaha kulluktur. Kulluk izharının en kestirme, en özlü, en etkili ifade ediliş tarzı da namaz olduğuna göre durumumuzu ciddi olarak gözden geçirmekte büyük yararlar olduğunu mülahaza ediyoruz.
Dinimizdeki tüm ibadetler aslında sağlıklı bir namaz kılmaya zemin hazırlamak için söz konusudur. Allah karşısındaki kıymetinizi öğrenmek istiyorsanız namazınızı kontrol ediniz. Namazdaki muvaffakiyetiniz aslında kulluk seviyenizdir. İbadet rakamlarındaki artışlar beraberinde nitelik ve muhteva anlamında da belli bir kaliteyi getirmiyorlarsa yorgunluktan öte bir kazanç sağlamayacaklardır. “İki günü birbirine müsavi (eşit) olan ziyandadır.” hadisi, ibadette sayısal artışla ilgili olmayıp, kullukta derinlik ve enginlik kazanmaya yönelik bir uyarıdır. Yoksa ‘zikrinizi, namazınızı, sadakanızı şu kadar sayıda artırın’ çağrısı değildir. Eğer öyle olsaydı, ameller tahammülü imkansız birer yük halini alırdı. Oysa buradaki ikaz; sayısal olarak az bile olsalar ibadetlerde “derinleşme ve devamlılığı” ihtar eden bir nitelik taşımaktadır.
Efendimiz (SAV), “namaz mü’minin miracıdır” buyuruyor. Bunun anlamı: “Öyle namaz kılınız ki, seccadeniz Burak, pusulanız Peygamber, hedefiniz Allah olsun. Adeta zaman tünelinde ışınlanarak yolculuk yapıyormuşçasına zaman ve mekan kaydından sıyrılarak Hak’ka yükselin.” demektir.
Böyle bir seyahat bizler için de mümkün müdür? Elbette mümkündür. Eğer öyle olmasaydı “namaz mü’minin miracıdır” buyurulmazdı. O halde hepimiz kendi çapımızda bu miracı yaşayabiliriz demektir. Peki bunu nasıl başaracağız?
Bu yolcuğun önündeki en büyük engel “nefs” olgusudur. Kur’anda da ifade edildiği üzere, nefsimizin ‘emmare’den levvame’ye, levvame’den mülhime’ye oradan da ‘mutmainne’, ‘radiye’ ve ‘mardiye’ye’ doğru yol alması, aslında yukarıda sözünü ettiğimiz “miraç yolculuğu”nun değişik ifade ediliş tarzından başka bir şey değildir.
Bu yolculuğun en önemli yakıtı “zikir” dir. Zikir atomu kalp reaktöründe nükleer enerjiye dönüştürüldüğünde namaz miraç olur.
İfade ettiğim bu metaforlar, anlamaya kolaylık sağlamak, konuyu ihata etmek içindir. Namazdan namaza fark vardır. Akıl-baliğ her müslüman için namaz kılmak farz-ı ayndır. Kişi, namazda miracı yaşayamıyor, huşu ve hudu burçlarına yükselemiyor diye namaz terk edilecek değildir. Şekil şartları yerine getirildikten sonra namazlar makbuldür. Ancak bir daha bu dünyaya geri dönme gibi bir lüksü bulunmayan insan için önemli olan, kısacık bu ömründe namazını miraç boyutuna yükseltebilmek, bu mazhariyeti elde etmenin yol ve yöntemlerini bulabilmek ve uygulamaktır.
Hak yolculuğunda insanlar; mübtedi, mutavassıt ve müntehi olarak adlandırılırlar. Yani ‘başlangıçtakiler’, ‘ortadakiler’ ve ‘sondakiler’ şeklinde. Bu her gurup insanın namaz keyfiyeti farklı farklıdır. Nihayete ermiş ya da yaklaşmış insanlardan değiliz diye namaz asla terk edilemez. Ayrıca “Nihayetin bidayete dercolunması” gibi bir durum da söz konusudur. Yani sonda yaşanılan güzelliklerin belli ölçülerde baştakilere de tattırılması keyfiyeti mümkün olabilmektedir. Önemli olan şartların yerine getirilmesidir.
Namazların kişiye ağır gelmesi, kalplerde var olan manevi marazlar dolayısıyladır. Bunlar tedavi edilmediği müddetçe namazlardan yeterince istifade söz konusu olamayacaktır. O nedenle ne yapıp edip bu hastalıklardan kurtulma yolları aranmalıdır.
İmam-ı Rabbani; “İbadetlerden zevk duymak ve bunların yapılması güç gelmemek, Allahü Teala’nın en büyük nimetlerindendir. Hele namazın tadını duymak, nihayete yetişmeyenlere nasip olmaz. Hele farz namazların tadını almak, ancak onlara mahsustur. Çünkü nihayete yaklaşanlara, nafile namazların tadını tattırırlar. Nihayette ise, yalnız farz namazların tadı duyulur. Nafile namazlar, zevksiz olup, farzların kılınması büyük kazanç bilinir. Namazların hepsinde hasıl olan lezzetten, nefse bir pay yoktur. İnsan bu tadı duyarken, nefsi inlemekte, feryat etmektedir. Ya Rabbi! Bu ne büyük bir rütbedir!
İyi bilin ki, dünyada namazın rütbesi, derecesi; ahırette Allahü Tealayı görmenin yüksekliği gibidir. Dünyada insanın Allahü Tealaya en yakın bulunduğu zaman, namaz kıldığı zamandır. Ahırette en yakın olduğu an da (Rü’yet) yani Allahü Tealayı gördüğü zamandır. Dünyadaki bütün ibadetler, insanı namaz kılabilecek bir hale getirmek içindir. Asıl maksat namaz kılmaktır.
Nafile ibadetleri yapmak, insanı zıl’lara (gölgelere) kavuşturur. Farzları yapmak ise asl’a ulaştırır. Farzların en üstünü, en yükseği ise namazdır. “Allahü Teala ile öyle vakitlerim var ki…” hadis-i şerifinde bildirilen efendimizin en kıymetli zamanları, namazdaki zamanıdır. “Müslümanlık ile, kafirliği birbirinden ayıran namazdır” buyuruyor.
Namazda önemli bir boyut da; ‘huşu’ ve ‘hudu’ konusudur. Bu bahisle ilgili olarak da şöyle buyurmaktadır: “Namazın kusursuz ve kamil olması, fıkıh kitaplarında yazılı olan farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini ve müstehaplarını yerlerine getirmekle olur. Namazı tamamlamak için bu dört şeyden başka yapılacak bir şey yoktur. Namazın huşu’u (uzuvların tevazu ve uyumu) ve hudu’u (kalbin korkusu) bunları tamam yapmakla olur. Bazısı; bu dört unsuru ezberleyip uzuv uyumuna önem vermiş, kalbini ihmal etmiş, bazısı da; ‘önemli olan kalbin Allahü Teala ile olmasıdır’ diyerek şekil şartlarını ihmal etmişlerdir. Bu durumda olanlar namazın hakikatini anlayamamışlardır… Namazlar arasındaki fark, kılanlar arasındaki farktan gelmektedir… Bu dört şeyi (farz, vacip, sünnet ve müstehapları) kusursuz yapmak, ancak nihayettekilere nasip olur. İşin başında olanlar ve cahiller, bunları tam yapamaz, yani yapmaları mümkün ise de yapabilmeleri zordur”
İnsan namaza durduğunda: “Benim için en önemli varlık Allahü Tealadır. Şu an namaza duruyorum. Belki de biraz sonra öleceğim ve bu benim son namazım olabilir…” şuuruyla hareket ederse huşuyu yakalamakta ayrıca kolaylık elde edebilir.
Namazlarda, kalbe yoğunlaşacağım derken şekil şartları ihmal edilmemeli, zahiri kuralları tahakkuk ettirme gayretiyle de kalp huzuru terk edilmemelidir. İç ve dış muvazenesi muvaffakiyeti beraberinde getirecektir.
Ne hazindir ki, çoğu zaman dakikalarca namaz kılarız da bilinçli olarak bir kez olsun Allah aklımıza gelmeden selam veririz. Namaz çok ehemmiyetli bir ibadet olduğu için, hasıl olacak faydalar nötralize olup etkisiz kalsın diye şeytan da çok müdahale eder, vesvese verir. Bir şeyler kaybeden biri için izafe edilen; “namaza durayım aklıma gelir” sözü de, bu acı gerçeğin trajikomik bir ifadesidir aslında.
Namazda huşu için namaz öncesi hazırlıklar da önemlidir. Tuvalet ihtiyacı varken, aç, susuz bir haldeyken, yapış yapış terli bir vaziyette, çok sıcak, çok soğuk ya da gürültülü ortamlarda, bir yerlere yetişme kaygısıyla acele etmek… gibi faktörlerin baskısı altında da namaza durmamak gerekir.
Sıraladığımız bu negatif unsurların namazı olumsuz yönde etkilemesi gibi, bazı unsurlar da huşu ve hudu’yu temin etme noktasında pozitif olarak büyük öneme haizdirler: Namaza durmazdan önce zikir, rabıta veya murakabe yapmak, kıvamı yakalama adına çok mühim hazırlıklardır. Tefekkürde bulunmak da kalp rikkatini yakalama anlamında büyük faydalar sağlar. Resulullah (SAV) efendimizin gece namazına başlamazdan evvel yıldızlara bakıp gökyüzünü tefekkür ettiği rivayet edilir.
Sıraladığımız bu egzersizler ve kişilerin kendi özel hallerine münasip başka faktörleri vesile ittihaz ederek hazırlıklar yapması, kalplerin akort edilmesini temin edecektir. Bu sayede Allah-ü Teala’nın huzuruna çıkmak, büyük feyiz ve varidatlara mazhariyet sebebi olacaktır.
Bir paratoner gibi Allahü Tealadan gelen füyüzatı absorbe etmek, insanın iç ve dış dünyasında köklü değişim ve transformasyonların yaşanmasını sağlayacaktır. Feyz’den maksat insanı dönüştürmektir. Kötü halleri bıraktırıp iyi hallerle muttasıf kılmaktır.
Feyz: Kötü ahlakı güzel ahlaka dönüştüren ilahi enerjinin adıdır. Literal yahut ıstılahi anlamda çok değişik tanımları yapılsa da sonuçları itibarıyla insanı tedavi eden, eğiten, olduran, erdiren Rahmani ateştir, varidattır, tecellidir, mevhibedir. Gelen feyzden istifade edildiğinin en büyük alameti ise ahlaktaki güzelleşmelerdir. Feyz, psikolojik bir sanı olmayıp müşahhas yaşanılan tasavvufi bir haldir. Beden üzerindeki belirtileri; ağlama, terleme, titreme, tencere kaynaması gibi kalpten ses duyma (ki bu haller Rasulullah efendimiz (SAV) ve sahabe-i kiramda da müşahede edilmiştir.), eşyanın zikrini duyma, sekine, keşf, vecd ve istiğrak gibi çok değişik biçimlerde tezahür edebilir. Feyzin kalp ve ruhtaki yansıması ise derin bir huzur halidir. İnsanı zikre ve Allaha secde etmeye yöneltir. Feyz, bütün bu güzelliklerin kazanılmasında en etkin katalizördür.
İbadetten, namazdan maksat, bütün bu güzellikleri elde ederek Allah’a kaliteli bir kulluk sunmak, verdiği nimetlere karşı teşekkür hislerimizi beyan etmektir. Zorunlu amel ve eylemler, gönüllü hale dönüştükçe ibadetler, adeta sevgiliye karşı yapılan bir serenat halini alacaktır. İbadetlerin bu interaktif karakteri namaz için de geçerlidir. Namaz bir ilaçtır. İnsanı tedavi edici, iyileştirici bir etkisi vardır. Allah’ın bizim namazımıza değil bizim namaza ihtiyacımız söz konusudur. Allah-ü Tealaya en büyük yakınlaşma vesilesi namaz, namazda da secdedir. Kişinin Allah’a en yakın olduğu an secde halidir. Kişi en yüksekte bulunan başını en aşağıda toprağa sürerek kendi mahviyet ve acizliğini izhar ederken, Allah’ın yücelik ve ululuğunu beyan etmiş olmaktadır. “Allah’ım ben yokum sen varsın” demektedir. Bu tevhid hali, en büyük yakınlaşmadır. Bu sır Kur’an’da şöyle ifade buyurulur: “…Secde et ve yaklaş.” (Alak-19)
Namazın bir özelliği de bütün mahlukatın ibadetlerini kendinde toplayıcı olmasıdır. Bazı varlık katmanları dağlar gibi mehip, vakur ve azametle ayakta durarak zikrederler. Bunun namazdaki karşılığı adeta ‘kıyam’dır. Bazı varlık kategorileri eğilerek ibadet yaparlar, ‘rükü’ yu andıran bu yansıma bilhassa dört ayaklı hayvanlarda tezahür eder. Kimi varlık varyasyonları ise sürüngenler, bitkiler ve cansız cemadat gibi yere kapanıp secde eder vaziyette kulluk izhar ederler. Bunun namazdaki temsili ise ‘secde’ olarak ifade bulur. Görüldüğü üzere namazın en büyük ibadet oluşu işte bu şekilde bütün varlık aleminin ibadetlerini toplayıcı oluşundan da kaynaklanmaktadır.
Namazda en yüksek seviye “ihsan” kavramı ile ifade edilir. İhsan; herhangi bir işi Allah’ın hoşuna gidecek en güzel tarz ve kıvamda icra etme sanatıdır. Bunun tahakkuku ise Allah-ü Teala’nın; “sen O’nu görmesen bile O’nun seni gördüğü” bilinç düzeyini yakalamakla mümkündür. En büyük kulluk sanatı da namaz olduğuna göre, namazda huşu ve ihsan ufkunu yakalamak, Allah’ın rızası ile eşdeğer bir anlam taşıyor demektir. Yüce kitabımız Kur’an’da buyrulan: “Muhakkak ki, iman edenler kurtulmuştur. Onlar öyle kimselerdir ki namazlarını huşu ile kılarlar.”(Mü’minun,1-2) ayeti de, bu sır ve mazhariyetin en büyük ilahi kanıtıdır.
“(Resulüm!) Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı zikretmek elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut-45) buyruğu ise, yukarıda sözünü ettiğimiz namazın interaktif niteliğini vurgulayan diğer çarpıcı bir ayettir.
Eğer bizler namazımızı Rabbimizin istediği şekilde ifa edersek, namaz da dönerek bizleri arındıracak ve koruyacaktır. Aksi takdirde; “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yaparlar, hayra da mani olurlar.” (Maun-4-5-6-7) ihtarıyla karşılaşma tehlikesi ortaya çıkacaktır.
Demek oluyor ki; namazın asli fonksiyonu, bizleri kötülüklerden alıkoyarak arındırmasıdır. Yani biz namazı kılarken, namazın da bizi kılmasıdır.
Bütün bu değerlendirme ve gerçekler ışığında yazımızı şu soruyla noktalayalım: Biz namazı kıllıyoruz da acaba NAMAZ BİZİ KILIYOR MU? Ne dersiniz?