İnsana Doğru

Başkasının derdiyle dertlenmek, manevi terakkinin en emin ve sağlam basamaklarındandır. Bazen paranızı vererek, bazen gönlünüzü ortaya koyarak, bazen de ilminizi irfanınızı konuşturarak başkalarına faydalı olursunuz. İnanın hepsinin alıcısı vardır hayatta.  Hepsi de tabir yerindeyse ahlak bahçenizden, yetiştirerek başkalarına verdiğiniz güllerdir. Rengarenk bir bahçede, envai çeşit gülleri elinize diken bata bata, canınız yana yana yetiştirir ve başkalarının hizmetine verirsiniz. Yani aslında hiç kolay elde edilmemiştir o güzel ahlaklar. Hele bir de tüm bu güzellikleri yeryüzünü kucaklayan bir yürekle hissediyorsanız, yapacak çok işiniz, boş durmaya tahammülü olmayan bir yüreğiniz var demektir. Tabi bir de bitmek bilmeyen bir enerjiniz… Manen görülmesi gerekeni görmek, ânı yakalamak, fısıltıları hissetmek gönül radarınızın hangi frekansları yakalayabildiğiyle alakalıdır. Bu tür hassasiyetlerin olmaması, insanları manen öyle ayrıştırır ki ikisi arasındaki fark, aslında her konuda iyi, doğru ve güzel olanı feraset denen şeyle yakalamakla, tüm bunları hiç fark edememek arasındaki fark gibidir. O nedenle günümüzde İslam’dan nasiplenmek sadece bir hars, bir kültür meselesi değildir. Sezgi, duyumsama, hissetme, fark etme, idrak etme gibi akli ve kalbi bir melekeyi de beraberinde gerektirir. Çünkü mantık, düşüncenin grameridir ve kavramları bilmeden konuşamazsınız. Manevi kavramlar ise manevi harfler, manevi sesler... Yani maneviyatın dili bilinmeden anlaşılamaz. 

Büyük bir Allah dostuna, yaptıkları işin ne olduğunu sordum… Yani insanların onlardan nasıl etkilendiklerini, bunu nasıl başardıklarını… Bana bunun “İlahi Sanat” olduğunu söyledi. Çünkü yaptığı iş, ne tek başına Arapça bilmekle, ne tek başına kelam bilmekle, ne tek başına fıkıh bilmekle, ne tek başına İslam tarihi ya da felsefe bilmekle başarılabilecek bir iş değildi. Yani bazı bilgileri, bazı ilimleri teorik manada bilme işi değildi. Ellerini taşın altına bir başka türlü koyuyordular… Her şeyden önce insanların gönül dünyalarında sağlam ve emin bir yer edinmiştiler. İnsan ilişkileri üst düzeyde idi. Geniş bir gönül dünyaları vardı. Sabır, tahammül, tolerans, ne derseniz deyin, üst düzeyde idi. Elinden gelen her şeyi yerli yerinde yapan büyük bir tevekküle sahiptiler. Teorik bir iki kelam bilerek bunların hangisini başarabilirsiniz ki… 

Allah dostlarının özelliğidir ki; sevmeyi öğretirken insanın sevilmek ihtiyacını giderir, aslında sevgisiz yetişme hastalığının tedavisini, yani terapisini yaparlar. Sevgisiz büyüyüp sevgi fakiri olanları sevgiyle doldurur ve tabir yerindeyse ayağa kaldırır, bir taraftan da başkalarını sevmeyi öğretirler. Yani sevgi fakirlerini sevgi zengini haline dönüştürürler. Sevgi yani duygu… Bu hiç kolay bir şey değildir. Çünkü sevgisiz büyüyen bir insan hem sevgi açıdır hem de sevilmeye alışık da değildir. Yani bu insanlara sevgi gösterseniz de bunun önemini hemen bir çırpıda farkedemeyebilirler. Allah dostları, işte böyle insanlara dahi hem sevmeyi öğretirler hem de sevdiğini göstermeyi, yani aslında sevebildiğini… Tüm bunlar olurken bir Allah dostunun en güzel ahlakları sergileyerek, bizzat kendisini bir sevgi nesnesi haline getirdiğini, tam bir sevgi nesnesi olduğunu gözlemleyebilirsiniz. Aslında elinize bir dürbün tutuştururlar ve siz o dürbünle çevrede bakılmaya, seyredilmeye, sevilmeye değer şeyler olduğunu fark edersiniz. Sevgiyi bu kadar emek harcayarak öğrenmişseniz eğer, en önemlisi, en çok sevilmeye layık olanın Allah olduğunu da öğrenirsiniz zamanla. Derin sularda yüzmeyi, yükseklerde gezmeyi, büyük uçurumlar arasında köprü olmayı Allah dostları bizzat göstererek öğretir insana…   

İnsanlar sadece sevme özürlü değil ki… Sayma özrü hepsinden daha zorlu bir duygusuzluk türü. Yeterince saygın insan görememek belki bir özür olabilir. Fakat daha işin başında, kendisi hiç saygı görmemiş biri, başkalarını nasıl sayacak ki… Saygı ya da saygınlık, o insanın duygu ajandasında belki de hiç olmadı. Yani ne saydı ne de sayıldı!.. Peki, insana kendine saygı duymayı kim, nasıl öğretecek? İşte gerçek Allah dostları, ne yapıp yapıp o insanı bir vesileyle kendisine saygı duyan bir hale dönüştürmeyi başarırlar. O insana saymayı öğretirken insanı severek sayar, onu adam yerine koyar, ona “hz. insan” olduğunu hatırlatır, bu vesileyle kendisine değer vermeyi yani aslında saygın olmayı öğretirler. Sevgiye kıyasla daha yukarlarda ve daha zor doyurulan ve kavuşulan bir duygudur saygı. Sevgide olduğu gibi saygıda da Allah dostları birer saygı nesnesidir. Hayatında hiç sayılmamış insanı sayar, ona değer verir, sayılma hissinizi size fark ettirirler. 

Büyüklerin  “Bil bul ol!” dediği incelik asıl bu olsa gerek… Peki nasıl oluyor da “insanın içi” dediğimiz bu subjektif alemde yani iç dünyamızda, her an patlamaya hazır, nerede ve nasıl patlayacağı belli olmayan duygu bombalarımızı, patlatmadan, çevreye ve kendilerine zarar vermeden, olması gereken düzeyde hizmetimize yani tabir yerindeyse “kullanıma” yani yaşam denen enerjiye dönüştürüyorlar. Çok mühim bir realitedir ki; sevmek, sevilmek, saymak ve sayılmak; hepsi de insanın varlık duygusunun sağlıklı ve müsbet tezahürleri, olmazsa olmazlarıdır. Bunlar olmadan insan, insan olduğunu hissedemez. Çünkü bu duygular insanın kendini algılama biçimleridir. İnsanın kendine dokunmayı başardığı, kendini hissettiği yerlerdir. Aynı zamanda insan denen canlıyla gerçek manada ancak böyle temas edebilir, diyalog kurabilirsiniz. Bildiklerimiz, duyduklarımız, hissettiklerimiz; hepsinin içinde eridiği pota budur. “Bana göre…” dediğimiz her şeyin kökeninde bu potada neleri erittiğimiz yatar. İç oluşların kanaate, düşünceye, eyleme dönüşmesi ancak bu sayede gerçekleşir. Yani “ben” derken müspet bir benlikten bahsediyorsak eğer, bu ancak seven ve değer veren yani aynı zamanda “sayan” tarafımız olabilir. Artık sevildiğini, sayıldığını, kendisine değer verildiğini hisseden, yani aslında “kendini fark eden” bir insan haline gelmeye başlamışız demektir.   

Hiçbir beklentisi olmadan yardım etmek… Hiçbir önyargısı, kötü zannı olmadan, işi çözmek ve faydalı olmak… Sır sahibi olmak… Ser verip sır vermemek… Merhamet sahibi olmak… Adalet sahibi olmak… Allah dostlarının önemli özellikleri bunlar… Sadece ana başlık kırıntılarını sayabildim burada… Anlatabildiklerim de öyle… 

21.yüzyılda yaşayan insanlar olarak problemler diz boyu… Bunu görmemek mümkün değil. Psikologlar, psikiyatristler, kendilerine yansıdığı kadarıyla problemlerle yüzleşmekte… Bir de anlatamayanlar var, anlatılamayanlar… Görebildiklerimizin yüz bin katı da görülmeyenler, duyulmayanlar… Bu büyük boşluğu ve aslında “diploma”nın başaramadıklarını da o büyük Allah dostları dolduruyor. Karınca kararınca, nasip kadar, nasiplilere… 

Gelin siz de bir gönül ortaya koyun, insanların dertlerine ortak olun, kurumsallaşın, hizmet edin, karınca kararınca… Bugün ibadetlerin en önemlisi, ferdî görev ve yükümlülüklerimizi yerine getirdikten sonra “kıl beşi, kurtar başı” değil, Mahir İz Hocamız’ın dediği gibi, “kıl beşi, düşün kul kardeşi, kurtar başı” olmalı. Ne güzel ifade etmiş mübarek, değil mi?

Allah’a emanet olun.