Ateist, existansiyalist, hatta hümanist felsefe, insan özgürlüğünü fetiş boyutta yücelten felsefi akımlardır. Genel anlamda bu anlayışlara göre; amaçsız, acımasız olan bu dünyada “var olabilmek” için insanın sürekli olarak direnmesi ve mücadele etmesi esastır. Bunun da gerçekleşebilmesi, ancak insanın “sınırsız özgürlüğü” sayesinde mümkün olabilir. Sınırsız özgürlüğün önündeki en büyük engel “din” dir. O halde din ve Tanrı ortadan kaldırılmalıdır ki insan gerçek özgürlüğü yakalayabilsin!..
Nitekim Sartre; “İnsan özgürlüğü için Tanrı olmamalı.” derken, Nietzsche (Niçe) de; “Tanrı öldü, biz öldürdük.” diyerek akıllarınca problemi kökten çözdüklerini sanmışlardır. “Tek Tanrı”yı -hâşâ- öldürerek insanları özgürleştirdiklerini hesaplarlarken, sınırsız özgürlük yoluyla her insanı Tanrılaştırarak “sayısız Tanrı” ürettikleri gibi bir paradoks ve tuzağa düştüklerini fark edememişler, “Tanrı öldü, yaşasın özgürlük.” iddiasının bir hezeyan olduğunu anlayamamışlardır.
Son zamanlarda özellikle “yaşam tarzı”, “dünya görüşü”, “hayat felsefesi”, “sınırsız özgürlük” gibi dışı yaldızlı, içi boş bir takım kof kavramları sıkça duyar olduk.
Peki insanlar yaşam tarzı, hayat felsefesi, dünya görüşü ya da sınırsız özgürlük türünden duygu ve düşüncelerini söylem veya eylem haline getirirlerken ne gibi parametreleri esas almaktadırlar? Bunda hangi gerçeklikler belirleyici olmaktadır?
Üç tür “gerçeklik”ten söz edebiliriz: Objektif gerçek, Subjektif gerçek ve Mutlak gerçek.
“Objektif gerçek”; objenin, nesnenin ya da bir başka ifade ile maddenin bilgisini ifade eder. Bilimsel bilgi olarak da adlandırılan bu gerçeklikte deney vardır, gözlem vardır. Determinist ve üniversal bir karakter taşır. Bilimsel bilgi aynı zamanda “yanlışlanabilen bilgi” olarak da tanımlanmaktadır. Einstein’in “rölativite (izafiyet) teorisi” ve özellikle son yıllardaki bilimsel çalışmalar ışığında büyük gelişmeler kaydeden “kuantum mekaniği”, bilimsel bilginin tartışmasız her zaman ve mekanda geçerliliği olan mutlak bir gerçeklik olmadığını, tüm argümanlarıyla ortaya koymuştur.
“Subjektif gerçek”; sujenin, öznenin ya da tam karşılığı ile ‘insanın bilgisi’ni ifade eder. Değişkendir. Kişiden kişiye, toplumdan topluma farklı anlamlar taşır. Özünde izafiyeti barındıran “indî mülahazalar” dünyasıdır. Özellikle “değer yargıları” dediğimiz olgularla karşılaşılan bir gerçeklik türüdür. “Bana göre”, “sana göre” biçiminde yapılan tanımlamalar çok sık görülür. “Güzellik, çirkinlik, iyilik, kötülük, estetik ve sanatsal yaklaşımlar…” subjektif gerçeklikler olarak değerlendirilebilir. Kapsam ve muhtevasından da kolaylıkla anlaşılacağı üzere herhangi bir bağlayıcılıkları söz konusu değildir.
“Mutlak gerçek” ise; zaman ve mekan kaydına bağlı olmaksızın, her zaman ve mekanda geçerliliği olan değişmeyen, eskimeyen, yanlışlanması mümkün olmayan “İlahi bilgi” demektir. Allah’ın varlığı, birliği türü konular bu kapsam dahilindedir. Allah’ın varlığı, birliği, Kur’an’ın Allah kelamı olduğu…gibi hususlar sayısız delillerle kanıtlanmış bir gerçekliktir. Şu an için konumuz bu olmadığı için detaylara girmiyoruz. Ancak bu doğrultuda yazılmış çok sayıda yazılı bilgi, belge ve döküman olduğunu belirtmek isteriz. Ayrıca kütüphaneler bu alanda yazılmış kitaplarla doludur. Hele “iletişim ve bilişim çağı” olarak adlandırılan günümüz “internet” dünyasında Allah’ın varlığı, birliği, Kur’an’ın Hak kelamı olduğuna dair belge, kanıt ve argümanlara kısa bir sürede ulaşmak artık çok basit ve kolay hale gelmiştir.
Günümüz internet çağında –hâşâ- Allah’ı inkar etmek asla mümkün değildir. Her türlü bilgiye küçük bir araştırmayla anında ulaşabilmeniz söz konusu olabilmektedir. Bu nedenle çağımızda cehaletin mazereti kalmamıştır. Üstelik inanmak kolay, buna mukabil inkâr etmek ise zoru seçmektir. Çünkü inkârın hiçbir bilimsel ve rasyonel temeli söz konusu değildir. Allah’ın yokluğuna dair tek bir delil bulunmazken, varlığına dair sayısız delil vardır.
Yaşam tarzı, dünya görüşü ya da hayat felsefesini dizayn edenler yukarıda sıraladığımız hangi paradigmayı baz alarak kendilerine yön vermektedirler? Bu iş çok ciddidir. Şakaya gelir tarafı yoktur. Çünkü bu anlayış ve algılayışlar; insanların “hayat”ı, “ölüm”ü ve “ölüm sonrası”nı değerlendiriş koordinatlarını ortaya çıkaran temel kabul ve yaklaşımlardır.
Bilimsel gerçekleri esas alarak hayatınıza yön veriyorsanız seküler, dünyevi anlamda pratik ve pragmatik olarak bir takım yararlar elde edebilirsiniz. Ama hepsi o kadar. Çünkü modern bilime dayalı objektif bilgilerin ölüm ve ölüm sonrasına yönelik herhangi bir tasavvur ve projeleri söz konusu değildir ve olamaz da. Zaten kendilerinin de böyle bir iddiaları yoktur. Ayrıca bu konular, modern bilimin kapsam alanı dışındadır. Ama ne garip bir paradokstur ki inkâr edenler de genellikle bilimi kendilerine referans alırlar. Bu çelişkinin tek bir izahı vardır; bağnazlık. Çünkü hiçbir delile dayanmaksızın inkâr etmenin tanımı, fanatizmdir, bağnazlıktır, yobazlıktır.
Yok, eğer yaşam tarzınızı, hayat felsefenizi ya da dünya görüşünüzü “subjektif gerçekler”e göre belirliyorsanız işiniz daha da vahim demektir. Çünkü bu saha tamamen nisbî ve izafî bilgiler dünyasıdır. “Sana göre”, “bana göre” değişebilen yargılara göre hüküm inşa etmek hayatla kumar oynamaktan farksızdır. İnsan sayısınca görüş ortaya çıkacağı için bu durum tam bir düşünce ve fikir enflasyonuna yol açarak kaotik bir atmosferin oluşumuna zemin hazırlayacaktır. Sayısız fikir ve düşüncenin tedavül ettiği bir ortamda doğruları bulabilmek ise iğneyle kuyu kazmaktan farksızdır. İnsanların da böyle bir lüksü yoktur. Böyle bir duruma ne zaman, ne de zemin müsaade etmez. Aynı zamanda buna ömür de kifayet etmez.
Geriye tek alternatif kalıyor; mutlak hakikat.
İnsanların yaşam tarzlarını dünya görüşleri, dünya görüşlerini ise hayat felsefeleri belirler. Tüm bunların teşekkülü de yukarıda kısaca izah ettiğimiz üç temel gerçek doğrultusunda söz konusu olur. Eğer referansınız yalnızca objektif ve subjektif gerçeklerden oluşuyorsa daha baştan kaybettiniz demektir. Çünkü bu gerçeklerin ölüm sonrasına yönelik her hangi bir öngörüleri yoktur. Bu tür bilgilerden dünyevi anlamda birçok yararlar elde edebilirsiniz. Hatta mutlak gerçekliklerin kanıtlanması bağlamında sizlere sayısız bilgi, belge ve kanıt da sağlarlar ama yine de bu tür bilgiler nihai hakikatler olmayacaklardır. Sadece ilahi, mutlak gerçekliklere ulaştıran “alet ilimleri” pozisyonunda kalacaklardır.
O halde yapılması gereken şey, bizleri mutlak hakikatlere ulaştıracak bilgi, cihazât ve donanıma sahip olma gayreti içerisinde bulunmaktır.
Analitik bir yaklaşım sergilediğimizde bu sonuçlara kolaylıkla ulaşabiliyoruz. Peki, böyle olmakla birlikte neden insanların önemli bir kısmı “ateizm”i veya Allah’ı kabul edip ahireti inkâr eden “deizm”i ya da kararsızlık demek olan “agnostik”liği tercih edebilmektedir? Bu temel inanış ve kabullerdir ki insanların hayat görüşü, yaşam tarzı ve hayat felsefelerine dayanak teşkil etmektedir.
Burada önümüze ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır: İnkâra mesned kabul edilen ateizm, deizm ya da agnostisizmin hiçbir rasyonel ve bilimsel delili yoktur. Tamamen bağnazlık sonucu olarak inkâr etmektedirler. O halde inkârcılık, akılcı değil duygusal bir tavır ve duruş olarak karşımıza çıkıyor demektir.
Bu durumun İslam literatüründeki terminolojik karşılığı, “heva ya da hevesleri put edinme” keyfiyetidir.
“Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkan, 25/43) ayet-i kerimesi, durumu tüm çarpıcılığı ile ortaya koymaktadır.
Bu ilahi hakikatten anlıyoruz ki, kendi görüşlerini esas alarak mutlak hakikatmişçesine dünyalarını dizayn edenler, ölüm ve ötesi konusunda İslam dışı çizgi benimseyenler; yaşam tarzları, dünya görüşleri ve hayat felsefelerini “Tanrı” edinmişler demektir.
İNANMAK İŞLERİNE GELMİYOR
Evet, olayın maalesef bundan başka bir izah tarzı kalmamaktadır. “İnanmamak işlerine geliyor.” ya da tersinden ifadeyle “İnanmak işlerine gelmiyor.” Çünkü, şayet inanacak olurlar ve yaşam tarzlarını bu doğrultuda dizayn edecek olurlarsa, şeytanın da igvasıyla bilinçaltlarında; dünyadan el etek çekecek, her türlü zevke ‘elveda’ diyeceklermiş gibi garip bir duyguya kendilerini kaptırıyor ve adeta boğuluyormuş hissine kapılıyorlar.
Böylesi aldatıcı, nefsani ve şeytani duyguların şiddeti ve etkisiyle de reaksiyon olarak “sınırsız özgürlük” talep ediyorlar. Oysa bilmiyorlar ki “Sınırsız özgürlük denilen şey aslında ‘tutkuların tutsağı’ olmak, Allah’a kölelik ise gerçek özgürlüktür.” Eğer siz tek olan Allah’a kulluğu reddederseniz önünüze yaşam tarzınızı belirleyen ve adına heva ve heves denilen sayısız Tanrılar çıkacaktır. Tek olan Allah’a kul olmaktan özgürlük adına kaçınayım derken, bu sefer de sayısız Tanrı’nın kölesi durumuna düşeceksiniz demektir.
Keşke yaşam tarzlarını, ne idüğü belirsiz özgürlük ilahına kurban etmek yerine Allah’ın istediği şekilde düzenlemiş olsalardı, her türlü zevki meşru dairede tadacak, düzeyli ve kaliteli bir hayat sürecek, mutlu olacaklardı. İşte delili: “Gerek erkekten, gerek kadından kim mü’min olarak iyi amel (ve hareket)de bulunursa hiç şüphesiz onu (dünyada) çok güzel bir hayat ile yaşatırız ve (o gibilere) her halde yapageldiklerinin daha güzeliyle ecir veririz.”(Nahl, 16/97)
İnsanların limitsiz bir özgürlük anlayışı ile örgüledikleri ve kurguladıkları bir dünyadan asla hayır gelmeyecektir. Böyle bir özgürlük anlayışı; sınır tanımayan bir cinsellik, doymak bilmeyen bir ego ve hep daha fazlasını isteyen bir zenginlik, makam ve şöhret hırsına yol açacaktır. Bencilleştikçe azgınlaşan, azgınlaştıkça kalabalıklar içerisinde yalnızlaşan insan, zaman içerisinde kendinden uzaklaşacak, uzaklaşa uzaklaşa gün gelecek kendini de unutacaktır. En tehlikeli olan da budur. Nitekim: “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan (fasık) kimselerdir.” (Haşr, 59/19)
“O gün şöyle denilir: Siz dünyada bugüne kavuşmayı nasıl unuttuysanız, Biz de sizi öylece unutacağız. Yeriniz ateştir ve sizin için yardımcılardan hiç kimse de yoktur.” (Câsiye, 45/34)
“Rahman olan Allah’ı anmaktan uzak yaşayana, yanından hiç ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş olarak musallat ederiz. ” (Zuhruf, 43/36) ayetleri de, söz konusu bu hakikatleri ortaya koymuş olmaktadır.
Yaşam tarzı adına “balık, rakı ve roka” ya da “kadın ve para” adı altında simgeleştirdikleri bir hayatı, nefsani arzuları uğruna ilahlaştırmak “zevk fetişizmi”nden başka bir şey değildir. Böylesi hedonistçe yaklaşımlar harakiri yapmak veya intihar etmekten farklı olmayan şeylerdir. Bu tür hayatı benimseyen insanların yapıp ettikleri güzel işler ve kazanımları da maalesef Allah katında bir işe yaramamakta, berheva olup uçup gitmektedir:
“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi? Onların dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar. İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp ettikleri boşa çıkmıştır. Kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.” (Kehf, 18/103, 104, 105)
Sonuç olarak ifade edilmesi gereken husus şudur ki, insanların dünya hayatında ayaklarını kaydıran esas olgu; yaşam tarzı, dünya görüşü, hayat felsefesi, sınırsız özgürlük… biçiminde adlandırdıkları heva ve hevesleridir. Tüm bu heva ve hevesler, yüce Yaratıcımız’ın beyanına göre birer İlah ya da Tanrı konumundadırlar ve insanoğlunu sürekli olarak doğru yoldan saptırmaktadırlar.
Allah’a inanmamanın sonucu Tanrılara inanmaktır. Hayat, Tanrıların (heva ve heveslerin) insanlara ne tür belalar açtığının sayısız acı örnekleriyle doludur. Merhum Necip Fazıl’a izafeten söylenilen şu sözü burada tekrarlamak ne derece şık düşer bilemiyorum ama vurgulamadan da geçemeyeceğim: “Allah, Tanrıların belasını versin.”
Biz de dua mahiyetindeki bir ayet-i kerime meali ile yazımızı noktalayalım: “Rabbimiz, bize dünyada bir güzellik, ahirette de bir güzellik ver ve bizi ateş azabından koru!” (Bakara, 2/201) Amin.