Malumunuzdur ki Ehl-i Beyt konusu günümüzde ihmal edilmekte. Siz, Ehl-i Beyt konusunun hassasiyeti ve önemi hususunda neler söylemek istersiniz?
Öncelikle, Cenab-ı Hak Ümmet-i Muhammed’i fitnenin şerrinden muhafaza buyursun diyelim... Bu Ehl-i Beyt davası Peygamber Efendimiz (sav) ile beraber başlayan bir davadır. Sonradan gelen bir sorun değildir. Müslümanların içerisinde birtakım tefrikalar oldu. Bu tefrikaların birçok beldede, birçok millete de büyük zararları oldu ve hâlâ da oluyor. En büyük zarar da Ümmet-i Muhammed’i vahdetten ayrılığa düşürmesi oldu. Bunun da müsebbibi, başlangıcı, Ehl-i Beyt’in, Evlad-ı Rasul’ün hunharca katledilmesiydi. Ehl-i Beyt’i, Peygamber Efendimiz’in “Bunlar benim abamın altındadır.” diyerek işaret etmesinin bir hikmeti vardır. Niye başkalarına “Bunlar benim abamın altındadır.” demedi de “İmam-ı Ali’ye, Fatımatü’z Zehra validemize, İmam-ı Hasan, İmam-ı Hüseyin’e” söyledi. Bunlar korunması gerekenlerdi de onun için Peygamber Efendimiz bunu zikretmiştir. Peygamber Efendimiz aynı zamanda İmam-ı Hasan’ı, İmam-ı Hüseyin’i meth-ü sena etmiş; “Bunlar cennetin gençleridir.” demiştir. Peygamber Efendimiz “Bunlar cennetin gençleridir.” derken de o günkü Müslümanlara, o günkü sahabeye de bir mesaj vererek, bunların genç yaşta dünyadan gideceği işaretini vermiştir. Şimdi yetmiş-seksen sene yaşayacak adama Peygamber Efendimiz (sav) neden “Bunlar cennetin gençleridir.” desin ki? Sonra yine, sahabenin içerisinde birtakım olumsuzlukların olacağını ve bunların da İmam-ı Ali Efendimiz’e yönelik olacağını bildiği için İmam-ı Ali’yi övmüş; “Kanı kanımdandır, eti etimdendir, soyu soyumdandır. İmam-ı Ali’yi kıranlar beni kırmış olur, İmam-ı Ali’yi sevmiş olanlar beni sevmiş olur.” buyurmuştur. “Sakın benden sonra İmam-ı Ali ile ikiliğe, ona karşı herhangi bir ayrılığa düşmeyin, fitneye sebep olmayın!” diye her ne kadar uyarmış, ihtar etmişse de Peygamber Efendimiz’den sonra fitneyi, cadı kazanını kaynatanlar devam etmiştir.
Ehl-i Beyt sevgisi olmadan, Hz. Ali’nin sevgisi olmadan bu kapıdan geçilmez, makam alınmaz diyorsunuz. Sohbetlerinizde bunu anlatıyorsunuz. Tasavvuf kültüründe de yoğun bir Ehl-i Beyt sevgisi görülüyor. Ama günümüzde halk adeta Ehl-i Beyt’i unutmuş. Bu konuda neler söylersiniz?
La teşbih, bugün futbol takımları tutuluyor ya... Herkesin tuttuğu bir kulüp var. Adam hanımından vazgeçiyor, babasından vazgeçiyor, kardeşinden vazgeçiyor, kocasından vazgeçiyor ama tutmuş olduğu futbol takımından vazgeçmiyor. İşte bu zihniyet var ya bu zihniyet, tutuculuk zihniyeti var ya işte... O zamanda da vardı.
Tefrikaların başlangıcında Hâricilik diye bir fitne atıldı. Bunlar sonunda çok çalıştılar ve günümüzde değil, bundan yüz elli ila iki yüz sene önceye kadar Ehl-i Beyt âşıkları vardı, sonunda bunlar namazsız, abdestsiz, Kur’an’sız insanların eline geçti. Biz camilerde Ehl-i Beyt demeye hem cesaret edemedik hem de kendimize yakıştıramadık. Ben, “Ehl-i Beyt’i seviyorum.” dersem falan düşüncede olduğumu zannederler diye söyleyemedik. “Ve âlihi ve ashabihi ve Ehl-i Beytihi” deseydiler bugün camilerde, vaazlarda, meclislerde, Müslümanların ne zararı olurdu? Yani “İmam-ı Ali’yi çok seviyorum.” demenin suç olduğunu mu zannediyorduk biz?
İşte biz Müslümanlar nasıl birlik sağlayacağımızı bilemediğimiz için bu hale düştük.
Her Müslüman, her imanı olan insan İmam-ı Ali’yi de sever, Ehl-i Beyt’i de sever ve Peygamber Efendimiz’e nasıl bir muhabbeti varsa onlara da o kadar muhabbeti vardır. Çünkü onlardan biri Peygamber Efendimiz’in kızı... Bütün Ümmet-i Muhammed’i severim, bütün sahabeyi severim amma ve lâkin; Fatımatü’z Zehra da babasının vefatından sonra ciğeri yana yana giden ilk Allah dostu annemizdir. Düşünmek ve değerlendirmek lazım bu durumu. Ben Fatıma’yı seviyorum dediğin zaman, Fatıma’nın sevdiğini de sevmek lazım. Hz. Fatıma’nın gözü ne çocuklarını gördü ne de kocası Hz. Ali’yi gördü. Ne hayatına baktı, ne gençliğine baktı. “Babam gitti. Ben daha bu dünyada niye durayım?” diye feryad etti, yandı. Ve o yanışla da gitti. “Ben Fatıma’yı seviyorum.” diyen bir kişi aynen O’nun Peygamber Efendimiz’i sevdiği kadar sevmesi lazım. Yoksa öyle; “Ya Fatıma! Ya-Fatıma!” demeyle bu iş olmuyor. İmam-ı Hasan, İmam-ı Hüseyin’i melekler sevdi. Peygamber Efendimiz’in yanına Cebrail (as) geldiği zaman İmam-ı Hasan, İmam-ı Hüseyin O’nu insan zannederek Cebrail’e sarılıyorlardı; ‘amca, dayı’ diyerek sarılıyorlardı. Cebrail (as) de onlara izzet-i ikramda bulunuyordu. Hz. Hasan’ı Hz. Hüseyin’i sevdiği gibi Hz. Fatıma’yı seveceksiniz. Her şeyden önce, Hz. Fatıma’nın Hz. Peygamber’i sevdiği gibi Hz. Peygamber’i seveceksiniz…
Ehl-i Beyt sevgisini nasıl anlatmalıyız. Bu sevgi evimize nasıl girmeli, çocuklarımıza bu sevgiyi nasıl aşılamalıyız?
Allah (cc) Kur’an’da; “Ey iman edenler! Kendinizi ve aile halkınızı yakıtı taş ve insanlar olan ateşten koruyun...” (Tahrîm, 66/6) buyuruyor. Herkesin sorumlu olduğu mahiyetine gerekli eğitimi vermesi gerekir. Bugün nasıl ki okullarda mecburi dersler varsa ve bunların öğretilmesi şart koşuluyorsa, aynı şekide aileler İslami eğitim konusunda Peygamber sevgisini, Ehl-i Beyt sevgisini evinde çoluğuna çocuğuna öğretmek mecburiyetindedir. Efendimiz, “Çocukları üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur’an okutulması. Çünkü Kur’an hafızları hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet günü, Peygamberlerle ve Asfiyalarla beraber Allah’ın gölgesindedirler.” buyuruyor. Bu konu, günümüzdeki mecburi dersler gibi olmalı. Bugün, içinde biraz Ehl-i Beyt sevgisi olanlar bu tavsiyeyi dinliyor, bu işe karşı biraz daha duyarlı oluyorlar.
Diğer bir tarafta ise Ehl-i Beyt’in adını anmıyorlar ama camiden de çıkmıyorlar. “Sen Ehl-i Beyt’i sever misin?” dediğin zaman “Ümmet-i Muhammed arasında tefrika koymayalım…” diyorlar. Halbuki tefrikayı sen yapıyorsun, ayrılığı evine soktun sen… Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman’ın, Ehl-i Beyt konusundaki görüşlerini bilmiyorsun. İmam-ı Azam’ın ve İmam-ı Şafi’nin Ehl-i Beyt’e olan düşkünlüğünü bilmiyorsun.
Rasulullah (sav), “Bunlar benim dünyadaki iki reyhanım (kokuların en güzeli)” (Buhari, Fedâilü’s-sahabe 22) dediği torunlarını alır kucağına basar, sonra onları koklar ve bağrına basardı. Önce çocuklarınızı seveceksiniz. Bir söz var: “Gündüz külahlı gece silahlı.” diye. Böyle olmayacaksın. Dindar görünüp sonra da yalan söyleyen, kaba davranan ve hak yiyen insan olursan çocukların tabi ki dine düşman olur.
Rasulullah (sav), çocuklarının ve torunlarının henüz çok küçük oldukları bir dönemde, onları birer ikişer omuzlarına almış, öpmüş, sevmiş ve onlara dualar etmiştir. Bu vesileyle, şefkat ve merhametinin gereğini ortaya koymuştur. Biz de aynen O’nun (sav) gibi çocuklarımıza sevgi ile yaklaşıp ondan sonra da çocuklarımızı sıkmadan onlara güzel bir şekilde anlatacağız Ehl-i Beyt sevgisini…
Geçen gün bizim evlatlardan, dostlardan bir tanesi İlahiyat Fakültesinde doktora yapacağını söyledi. “Hangi konuda doktora yapayım?” diye de bana sordu.
İslam tarihini seçmesini tavsiye ettim ben... Bugün dünyada Müslümanlardan İslam tarihini hakkıyla bilip de ortaya çıkan yoktur. Onun için bu konuyu araştır, sen de bu işin profesörü ol evladım dedim. Türkiyemiz’de bugün böyle gençlerin bir tane, beş tane değil, bin tane olması lazım ki bu millete ‘tarihte biz nereden koptuk, nasıl bu haller başımıza geldi’ anlatabilelim. Bunları iyice anlayıp anlatabilecek düzeye sahip bir kadronun olması lazım.
Şimdi biz Ehl-i Beyt’i sadece bir cemaate, bir topluma anlatıyoruz. Fakat Türkiyemiz’de Allah’a şükürler olsun, Diyanet İşleri Başkanlığı da bu konuda “İmam-ı Ali Haftası”, “Ehl-i Beyt Haftası” diye cumalarda hutbeler okutmaya başladı. Yavaş yavaş duyuluyor bu konu, duyulmadan da olmaz.
Osmanlı’nın kuruluşu Ehl-i Beyt sevgisiyle başlamıştır. Osmanlı’nın yıkımı da Ehl-i Beyt sevgisinden uzaklaştığı içindir. O yüzden bu konu çok ama çok mühimdir.
Ehl-i Beyt konusunda herkes kendi hocası ya da bağlı olduğu yoldaki Ehl-i Beyt mensuplarına saygı-sevgi beslerken, başka Seyyidlere karşı aynı sevgiyi duymuyor.
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in evlatları Peygamberimiz’in soyundandır. Bu noktada, Ehl-i Beyt konusu yeterince bilinmiyor, bütün Ehl-i Beyt mensuplarına karşı muhabbet duyulması gerekmez mi efendim?
Şimdi, işin başında membadan çıkan suya başka kanallardan böyle bakterili sular karışabilir hâliyle. Ama asıl bilinmesi gereken Seyyid birdir, on çeşit Seyyid olmaz. Biliyorsunuz İmam-ı Hüseyin’den gelen sülaleye mensup olana “Seyyid” deniliyor, Evlad-ı Rasul’den Seyyidler, deniliyor. İmam-ı Hasan’dan olanlara da “Şerif ve Seyyid” deniliyor. Burada esas olan, babadan gelen soy olmalı; anneden olan Seyyid kabul edilmiyor. Annesi Seyyid kızı olsa bile, babasının Seyyid olması lazım ki çocuk da Seyyidlerden sayılsın. Demek ki Seyyid olmanın tek yolu var, bunu parçalamaya gerek yok. Ama biz Peygamber Efendimiz’in kızı Fatımatü’z Zehra validemizden meydana gelen zürriyetin hepsine “Ehl-i Beyt” diyoruz, “Evlad-ı Rasul” diyoruz; yani “Seyyid” diyoruz.
Şimdi “Seyyid”, kelime mânasıyla efendi anlamı taşır. Peygamber Efendimiz’in çok güzel bir sözü var: “Kavmine hizmet eden o kavmin seyyididir.” Yani ben ya da sen, kim olursa olsun. Böyle üç yüz, beş yüz kişiye doğru yolu gösteriyorsan sen o cemaatin efendisi sayılıyorsun. Ama sana efendi dediysek, Ehl-i Beyt demedik! Burası mühim.
Ehl-i Beyt Peygamberimiz’in soyundan gelen bir sülaledir. Seyyidlerden de bazı yanlış davranışlar sergileyen olbilir. Yani 1400 seneden bugüne kadar Evlad-ı Rasul olup da yanlış iş yapmayan yok mu? Vardır elbette. Ama biz onların yanlış yapanına da doğru yapanına da tarihten gelen bir bağ ile sevgi besliyoruz. Yanlışını değil, o bağı seviyoruz. O bağa olan sevgimizden dolayı diğerleri hakkında düşündüğümüz gibi düşünmüyoruz. İnşallah Rabbim onları en sonunda yolun en güzel tarafına çeker diye düşünüyoruz, öyle olur diyoruz; içimizdeki temenni ve hissiyat bu. Nihayetinde insan onlar da. Hiç günahsız diyerekten böyle bir inancın içine girmek de ayrı bir sorundur. Bazıları hakkında “Bu hiç günah işlemez.” diye bir inanç peşinde olmak ve hatta “Günah sadır olmaz, zelle sadır olmaz.”demek büyük yanlış. Peygamber mi bu adam? Yok değil. Peygamber olmadığına göre bunun elinden, dilinden, gözünden, hareketinden ufak bir hata pekâla zuhûr edebilir. Ama hatası var diye de cehennemlik diyemeyiz. Allah günahlarımızı affetsin diyoruz.
Onun için Ehl-i Beyt’i biz sadece Peygamber soyundan gelen insanlar olduğu için seviyoruz. Peygamber Efendimiz (sav) nasıl yaşadıysa bunlar da öyle yaşıyor diye biz onları seviyoruz. Asırlardan beri tasavvuf büyüklerinin pirleri ve büyükleri bu hâneden geliyor. Yani İslam’ı yine bu hâne bize getirmiş. Ehl-i Beyt’ten olan bu insanlar dergâhlar ile İslam’a hizmet etmiş. O ailenin içinden çıkmış ama gerekli eğitimi alamamış bir kişiye de; “Seyyid olacak bi de, bak bak neler yapıyor!” demenin âlemi yok. Biz inşallah, yanlışları olanların da tövbe edeceğini umuyoruz.
Gel gelelim Ehl-i Beyt’in İslam’a olan hizmetlerine bir bakalım. Her zaman onlar önde olmuşlar.
Bir de Ehl-i Beyt’i seviyorum diyerek yanlış davranışlar içinde olanlar var. Adam; “Ben İmam-ı Ali’yi seviyorum.” diyor. “Haydi bi bade (şarap) içelim. Haydi bir saz çalalım.” diyor. Tamam saz çal, oyna, hopla, zıpla ama bunu bir din haline getirmen doğru değil ki... Birtakım insanlarda bu var ne yazık ki.
İslam dininin emirlerini, “emr-i bil ma’ruf ve nehy-i ani’l münker”ini ortaya koyup benim yolum budur, ne sağ ne sol, dosdoğru gitmem lazım, yolun ortasında gitmem lazım diye kendisine bir çeki düzen veriyorsa işte o insan doğru yoldadır. Ama adam derse ki: “Benim dedem de bilmem şöyle idi, ben de ondanım, onun soyundanım.” diye. Onun dedesine bakılmaz; sadece onun tavrına bakılır, hareketine bakılır, İslam’a bağlılığına bakılır. Ama nesline, aslına saygı göstereceğiz, o ayrı dava. Yani İslamiyet’teki dürüstlüğü ön planda tutmamız lazım her zaman. “Asil azmaz, bal kokmaz.” derler. Eğer sen bu kanı taşıyorsan, sen bu soydansan, bu sütü emmişsen, toy zamanda yaptığın hatalardan mutlaka vazgeçecek ve aslına döneceksin. O babanın evladı oraya döner. O döndüğü zaman da o temiz neslin alametleri ortaya çıkar.
Biz bir olacağız, Ümmet-i Vahid olacağız, tek ümmet!.. Onun için Ehl-i Beyt’i sevmek yeniden Peygamber Efendimiz’e dönmek demektir. Peygamber Efendimiz 1400 sene önce Mekke-i Mükerreme’de nasıl başlattı bu işi, Medine-i Münevere’de nasıl bu işi tamam kıldı, bitirdi… Ehl-i Beyt’i sevmek, seviyorum demek taa oraya dönmek demektir. Oradan, işin başından başlayalım; oradan tekrarlayarak gelelim. Hafızlıkta bir usûl vardır: “Hamlar bitti, haslara başlayalım.” derler. Yani tekrar tekrar, bir cüz, iki cüz, on cüz derken üç günde bir hatim ederler. Şimdi biz de bu hatme yeniden başlayacak olursak, Peygamber Efendimiz’in başladığı günden bugüne kadar geleceğiz. Ondan sonra hem kalbimizi hem de yanlış bilgilerimizi düzelteceğiz. Bütün âlimler, hocalar, şeyhler bir araya gelsin; koysunlar ilimlerini ortaya, koysunlar bilgilerini ortaya… Bu hususta kaç tane hadis, kaç tane ayet, kaç tane görüş varsa koysunlar ortaya. Ondan sonra da “Hey millet! Biz size Evlad-ı Rasul’ü en güzel şekilde tarif edeceğiz.” desinler, biz de dinleyelim. Öyle değil mi? Şimdi on tane cahil bir araya geldi konuşuyor, onun da konuşması hiçbir şeye yaramıyor. Hiçbir temeli yok, bilgisi yok. “Dedemden duydum, babamdan duydum, bizim Molla Bekir’den duydum, Molla Hasan’dan duydum.” Böyle sözlerle ne amel olur ne de içtihat olur. Mesele zamanında konmuş ortaya. Âlimin olmadığı yerde cahiller fetva veriyor. Bu âlimin işi. Sen âlim misin de fetva veriyorsun? Onun için, duyulacak belki de sesleniyorum buradan: Bu Ümmet-i Muhammed’in uleması, şühedası, meşâyıhı, sıddıkları, salihleri bir araya gelecek ve bunu taa Peygamber Efendimiz’in ilk gününden başlayıp suyu yeniden bağlayarak günümüze kadar getirecekler. “Ey Ümmet-i Muhammed! İşte bu bağladığımız su gerçekten Ehl-i Beyt suyudur, bundan içen ferahlanır, bundan içen selamete çıkar.” diyecekler... O zaman güzel bir müjde bekliyoruz inşallah... Allah (cc) o günü görmeyi bize nasip etsin. (Amin)
Bunun dışında hiç kimse, kendi kafasına göre ne Ehl-i Beyt’i anlatabilir ne de doğru dürüst İslamiyet’i anlatabilir. “Yok efendim biz namazı kalple kılıyoruz, yok biz efendim ruhen kılıyoruz, yok bizim abdestimiz daimidir, biz abdest almayız, abdest aldık bir kere…” Böyle olmaz! Geçenlerde bir hoca geldi buraya, konu açılınca; “Bu Hristiyanlar, bir çocuk dünyaya geldiği zaman suya sokuyorlarmış, vaftiz ediyorlarmış.” dedi. Dedim bu vaftiz nedir? “Diyorlar ki: Dünyaya gelen her çocuk günahkâr doğarmış...” dedi bana. Hz. Âdem günahkâr mıydı ki! Şunların sapıklığına bak! Hz. Âdem günahkâr olduğu için ondan gelen zürriyetin hepsi de günahkâr doğarmış!.. Anasından doğduktan beş gün, bir hafta sonra papaza getiriyor, onu suya sokuyor, onu vaftiz ediyor, günahlardan temizliyor; o vaftiz olmayanlar da hâlâ günahkâr!... Şimdi dedim siz de böyle mi inanıyorsunuz? Bizim Peygamberimiz de (sav) aksine, “Her çocuk dünyaya İslam fıtratı üzerine doğar, Müslüman olarak doğar, tertemiz doğar.” buyuruyor. Sonra büyüdüğü zaman akılları değişir, o yola sapar, bu yola sapar ayrı dava. Onun için bu putperestler, haça tapanlar veya şuna tapan, buna tapan neyse... Bunların da kendisine göre bir bilgi seviyesi var ha! Bu bilgileri çürütmek için İslam bilgisini iyi öğrenmek lazım. Eğer sen ona cevap verecek İslami bir bilgiye sahip değilsen seni mağlup eder. Sana genç yaşta, bizim çok gençlerin gidip de kiliselerde haç takması gibi haç taktırır boynuna. Bazıları göstermiyor, diyor ki: “İdare et vaziyeti.” Onun için biz bugünkü insanları, bugünkü dünyamızı selamete getirmek için İslam’ı, İslam’ın bütün kavramını anlamalıyız. Peygamber Efendimiz (sav) ilk gün nasıl başladıysa, bugün böyle yaptı, bir sonraki gün şöyle yaptı, bu sene böyle oldu, şu sene şöyle oldu diyerek, böyle bağlayarak… İşte o zaman, bunlar nereden geldi çıkar ortaya… Ateist mi girdi, sabataycı mı girdi, nereden ne girdiyse, kim tarafından bunlar ortaya bağlandıysa çıkar ortaya. Bu suyu bulandırmak için, bu suyu aslından çevirmek için, içilmez hale gelmesi için sağdan soldan bağlanan pislikler ortaya çıkar o zaman. Ama bu da çok kuvvetli bir çalışma ister. Allah o çalışmayı da memleketimize nasip edecek inşallah…