Günümüzde kişisel gelişim endüstrisi giderek büyüyor ve çeşitleniyor. Bu alandaki öğretilerin birçoğu evrensel başarı formülleri vaat ediyor. Sizce bu vaatlerin gerçeklik payı nedir? Kişisel gelişim öğretilerindeki abartılı motivasyon söylemlerinin bireylere ve topluma ne gibi etkileri olabilir?
Kişisel gelişim, her insanın bireysel olarak kendini geliştirmesi için ortaya çıkmış informel bir eğitimdir. Doğru bilgiler ışığında tatbik edildiğinde bireyler üzerinde olumlu etkileri bulunmaktadır. Bu nedenle kişisel gelişim alanında çok miktarda çalışma yapılmıştır. Ancak yapılan bu çalışmalarda; üslup, yöntem ve referans alınan temel ideolojilerden kaynaklı olarak faydanın yanında zararlı anlayışlar da empoze edilmektedir. Bencilliği teşvik edici söylemler, küfür ve argo içeren ifadeler, imlâ, anlatım ve gramer yönünden dilin yapısının ihlâl edilmesi, salt dünya endeksli bir başarı anlayışının esas alınması, ruh sağlığını olumsuz etkileyebilecek stresli bir temponun teşvik edilmesi, dini ve kültürel anlayış farklılıkları empoze edilen zararlı düşüncelerin başında gelmektedir. Özellikle de pratik hayatta karşılığı olmayan, insanları yanlış yönlendiren ve genellikle hayal kırıklığına uğratan abartılı motivasyon ifadelerinin yoğun bir şekilde aktarılması kişisel gelişimin faydalı olabilecek yönlerine gölge düşürmektedir. “İmkânsız diye bir şey yoktur!”, “İstediğin her şeyi başarabilirsin!”, “Sen bir dâhisin!”, “Asla pes etme!”, “Sen dünyanın en iyi …’sısın.”, “Dünyayı değiştirebilirsin!”, “İnanırsan mutlaka başarırsın!” vb. ifadelerin bir miktar doğruluk payları olsa da sağduyulu bir akılla tetkik edildiğinde kulağa pek inandırıcı gelmemektedir. Çünkü bu genellemeler, her durum ve şartta kesin sonuçlar vermeyecektir. Ancak üzerinde yeterince düşünülmediği ve derinlemesine analiz edilmediği için birçok insan bu telkinlere tamamen kendini kaptırabilmektedir. Her ne kadar bazı başarılara ulaşmada bu telkinler birtakım roller üstlense de sonuç itibariyle çeşitli problemleri beraberinde getirmektedir. Bu problemlerin başında, kavramların birbirine karıştırılması sonucu ortaya çıkan dengesiz ve tutarsız davranış biçimleri veya problemli sonuçlar doğuran kazanımlar gelmektedir. Örneğin; özünde çalışmak, istikrar, özveri gibi olumlu hasletleri barındıran azim kavramı; bencilliği bünyesinde taşıyan hırs kavramıyla özdeşleştirilerek muhataplara sunulabilmektedir. Ya da doğru metotlarla ve çalışmalarla elde edilebilecek haklı başarı, her şeyi mübah gören bir anlayışa kurban edilerek haksız kazançlara neden olabilmektedir. Bunların yanında abartılı telkinlere inanan ve bu doğrultuda ilerleyen kimseler, bir zaman sonra kendini olduğundan yüksekte görerek narsistleşmektedir. Bu durum insanlığın ortak mirası olan sevgi, muhabbet, fedakârlık, diğerkâmlık gibi değerlere zarar vermektedir. Toplumsal yaşamın sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için ihtiyaç duyulan bu değerler zamanla erozyona uğramaktadır. Bunun neticesinde insanlar arasına birliği ve beraberliği bozan ayrıştırıcı tohumlar ekilebilmektedir. Bahsedilen bu durumlar toplum açısından önemli bir sorundur. Bir de bu telkinlerin etkilerine maruz kalan kişilerin dünya hayatında kendisine biçilen rolü beğenmez bir halde ulaşamayacağı hayallerin peşine düşebilme durumu söz konusudur. Oysa insan, sınırlarını bilmeli, gerektiğinde vazgeçebilmenin de bir erdem olduğunun farkında olmalıdır. Enerjisini daha gerçekçi hedeflere kanalize etmeli, imkânsız hayaller peşine düşmemelidir.
Kur’an ve kişisel gelişim ilişkisini incelediğiniz bu önemli çalışmada, size göre Kur’an’ın kişisel gelişime dair mesajlarının günümüz insanına sunduğu en temel ilkeler ve prensipler nelerdir? Kur’an’ın bu alandaki yaklaşımının ayırt edici yönleri sizce nelerdir?
Kur’an’a göre kişisel gelişim konusunda en temel ilke, tevhîd anlayışıdır. Tevhîd anlayışı; iman, amel ve ahlâk konularını içeren geniş anlamlı bir kavramdır. Bu anlayışın itikâdî açıdan temel ilkeleri ise Allah’ın varlığı ve birliği, evrenin yaratıcısının Allah olduğu, O’nun her şeyi bir düzene göre yarattığı, bilgisi dışında bir yaprağın dahi oynamayacağı, her insanın bir gün ölümü tadacağı, öldükten sonra da tekrar dirileceği ve hesaba çekileceği, dünyada iken nefsine ya da şeytana uyarak Allah’ın koyduğu kurallara uymayanların ahirette cezalandırılacağı, bu kurallara riayet edenlerin ise orada hak ettiği şekilde ödüllendirileceği şeklindedir. (Detaylı bilgi için bkz. Mevlüt Özler, “Tevhid”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 41/18-20) Amelî ve ahlâkî açıdan göz önünde bulundurulması gereken en temel ilke ise takva sahibi olmaktır. Zira takva; dürüstlük, samimiyet, sorumluluk, azim, istikrar, sabır, kanaat, şükür, tevekkül gibi olumlu hasletleri bünyesinde barındıran bir kavramdır. (Detaylı bilgi için bkz. Süleyman Uludağ, “Takvâ”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 39/484) Bu iki temel ilke, ulaşılmak istenen hedeflerin meşruiyetinde anahtar niteliğinde bir rol oynamaktadır. Nitekim tevhîd inancına sahip olan bir insan, dünyada yaptığı veya yapmadığı her işin uhrevî bir boyutunun olduğunu bilir ve ona göre davranır. Hedeflediği şeyleri meşruiyet dairesinde elde etmeye ve takva sahibi bir insan olarak hareket etmeye çalışır. Bu durum, yaygın kişisel gelişim açısından ayırt edici en temel husustur.
İnsanın gelişiminde rol oynayan içsel ve dışsal faktörlere baktığımızda Kur’an’da insana verilen değer ve önem, onu eğitme ve geliştirme yaklaşımı hakkında neler söylemek istersiniz? Kur’an’da insana yüklenen sorumluluk ve potansiyeli keşfetme vurgusu kişisel gelişim açısından ne anlam ifade ediyor?
Kur’an’da “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems 91/7-9) buyrularak insana sorumluluk yüklendiğine (takva) ve onun kişiliğinin eğitilme potansiyeline dikkat çekilmiştir. İnsanın yaratılış kıssasında verilen mesajlara bakıldığında ise birtakım hususlar göze çarpmaktadır. Bir saygı ve tazimin ifadesi olarak meleklerden insana secde etmelerinin talep edilmesi, insana verilen değeri ifade etmektedir. Ayrıca meleklere insan türünün yaratılacağı haber verildiğinde melekler, insan potansiyelinde bulunan birtakım olumsuz özellikleri dile getirmiş ve böyle bir varlığı yaratmanın hikmetini anlamaya çalışmışlardır. Allah ise bunun bir hikmeti olduğunu ve kendilerinin bunu tam anlamıyla kavrayamayacağını bildirmiştir. (Bkz. el-Bakara 2/30) Anlaşıldığı üzere insan, potansiyelinde bulunan kötü hasletlerden arındırıldığında ve eğitilerek iyi hasletleri ortaya çıkarıldığında saygıdeğer bir varlık konumuna ulaşmaktadır. Bu ön bilgiden sonra insanın eğitilmesi için kişiliğin oluşumu ve gelişimi üzerinde etkin olan faktörlere bakmak konunun anlaşılmasında önemli katkılar sağlayacaktır. Zira kişiliğin oluşumunda ve gelişiminde hem iç hem de dış faktörler rol oynamaktadır. İç faktörler, kalıtsal olarak doğuştan gelen özelliklerdir. Dış faktörler ise iklim, sosyal statü, çevre, coğrafya, dinî inanç, kültürel anlayış, eğitim-öğretim gibi faktörlerdir. Kur’an’da ortaya konulan bilgilere bakıldığında hem iç hem de dış faktörlerin dikkate alındığı görülmektedir. Örneğin, neslin bozulmaması için iyi kimselerle evliliğin teşvik edilmesi, evlilik dışı birlikteliğin yasaklanması içsel faktörlere atfedilen öneme işaret etmektedir. (Bkz. el-Bakara 2/221; el-Mâide 5/5; İsrâ 17/32; en-Nûr 24/26, 33 vd.) Zira kalıtsal olarak alt nesle sirayet eden kötü huylar, bozuk bir neslin türemesine neden olabilir. Bu nesli terbiye etmek de oldukça zordur. Dışsal faktörler açısından bakıldığında ise insanın yaşadığı çevrenin tanziminden kişinin bireysel olarak yetiştirilmesine kadar her alana müdahale edildiği görülmektedir. Gerek doğrudan öğüt verilerek gerekse ibadet ve taatlerle bireyler eğitilmeye çalışılmaktadır. Bazen de geçmiş zamanlarda yaşayan kimselerin kişilik özelliklerine dair bilgiler aktarılarak tasvip edilen ve edilmeyen kişilik özellikleri ortaya konulmaktadır. Sâmirî’den, Kârûn’dan, Habil ve Kabil’den, müşrikler ve müminlerden, olumlu ve olumsuz ahlâkî hasletlere sahip kimselerden bahsedilmesi bunun somut örneklerindendir. (Bkz. en-Nisâ 4/36, 116; el-Mâide 5/27-31, 76; el-En’âm 6/151; el-Enfâl 8/2-4; er-Ra’d 13/16, 33; en-Nahl 16/75-76; Tâhâ 20/83-88; el-Mü’minûn 23/1-9; el-Kasas 28/76-82; el-Hucurât 49/10, 15; el-Kalem 68/17-33; el-Meâric 70/23 vd.) Neticede Kur’an’da “…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer 39/9) buyrularak kendisini pozitif özelliklerle donatmış kimseler ile donanımsız kimselerin aynı kefeye koyulamayacağına işaret edilmesi, kişilik eğitiminin önemsendiğinin göstergesidir. Doğal olarak insana yüklenen kendini eğitme ve geliştirme sorumluluğu, insanın kendi potansiyelini keşfetmesinde ve onu artırmasında önemli roller oynamaktadır.
Bazı çağdaş kişisel gelişim öğretilerinde var olan aşırı bireysellik, sınırsız başarı ve mutluluk vurgusu gibi yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kur’an’da bu konuda sergilenen ölçülü ve dengeli yaklaşımın kişisel ve toplumsal açıdan önemi nedir?
Bencillik, kişilerin kendi biyolojik ve psikolojik menfaatlerini korumaya yönelik olarak her insanda çeşitli oranlarda bulunmaktadır. Çeşitli vesilelerle içeriden ve dışarıdan gelen telkinler, bu bencilliğin oranını arttırmaktadır. Bu oran arttıkça toplumsallık olgusu zarar görmektedir. Bu durum zamanla yaygınlaşmakta ve toplum menfaatlerine zarar verir bir hale dönüşmektedir. Nihayetinde her birey bu olumsuzluktan kendine düşen payı almaktadır. İlk bakışta masum gibi görünen “Kendini sev”, “Kendini önemse”, “Seni senden çok kimse sevemez”, “En iyi dost kendindir”, “Başkaları için yaşama”; “Kendin ol”, “Kendinle barış”, “Kendi kararlarını kendin ver”, “Kartallar yalnız yaşar”; “En iyisi ol”, “Ben mükemmelim de”; “Kendini gerçekleştir”; “Sen dünyanın en akıllı insanısın” gibi telkinler yoğunlaştıkça kişilerin bencillik duyguları kabarmaktadır. Zira dikkatli bakıldığında bu telkinlerin, çeşitli değerleri yozlaştırarak benliğin kutsallaştırılmasına giden yolun kapılarını araladığı fark edilmektedir. Bu ve benzeri anlayışların neden olduğu bencilliğin, bir hastalık gibi toplumu sardığı ve başarı değerlendirmelerinin bireysel fayda göz önüne alınarak yapıldığı, buna bağlı olarak toplumsallık olgusunun zayıfladığı görülmektedir.
Bencillik, haksızlıkların ve ahlâkî problemlerin de kapısını aralayabilmektedir. Çünkü bireysellik vurgusunun dozu arttıkça bencilleşen bireyler, kendi menfaatlerini temin etmek için başkalarının haklarını gasp edebilmekte ya da israf ve gösterişe kaçan harcamalar yaparak egolarını tatmin etmeye çalışabilmektedirler. Nitekim toplumda, egolarının tatmini için değmeyecek şeylere yüklü miktarlarda paralar harcayan insanlara sıkça rastlanmaktadır. Ayrıca zengin ve fakir arasındaki makas gittikçe açılmakta, sosyal adalet olgusu her geçen gün zarar görmektedir. Zira toplumsal yaşam, hayatın inkâr edilemez bir gerçeğidir. Dolayısıyla toplumsal hayatı olumsuz etkileyecek her türlü söylem ve eylemden kaçınılmalı; kendini değerli hissettirmeye, güdülemeye ve motive etmeye yönelik telkinler ölçülü ve dengeli olmalıdır. Çünkü evrende her şey bir ölçü ve denge gözetilerek yaratılmıştır. Bu düzen, fiziksel yönden olduğu gibi sosyolojik yönden de böyledir. Dolayısıyla bu düzenin işleyişine ayak uyduramayan her varlık tabiri caizse görünmez bir el tarafından sistemin dışına itilmekte ya da bu ölçü ve denge üzerine kurulu sistem tarafından cezalandırılmaktadır.
Kur’an’da bir ayette “Sizi vasat bir ümmet kıldık…” (el-Bakara 2/143) buyrulmaktadır. Burada bahsedilen “vasat ümmet” lafzından kasıt; aşırılıklardan uzak, dinî değerlerine bağlı, âdil ve ideal bir topluluktur. (Detaylı bilgi için bkz. Ahmet Öz, Kur’an’ın Önerdiği Vasat Ümmet, İstanbul: Çıra Yayınları, 2018, 164-228) Bu ayetin mefhum-u muhalifinden yola çıkıldığında, toplumsal düzenin işleyişine zarar verecek aşırılıkların tasvip edilmediği anlaşılmaktadır. Nitekim itikat, ibadet ve muamelat alanlarındaki hükümler bir denge üzerine bina edilmiştir. Ne Hristiyanlar gibi Hz. İsa’nın durumu konusundaki aşırılık tasvip edilmiş ne de Yahudiler gibi peygamberini öldürecek kadar ileri giden bir kavim mazur görülmüştür. (el-Bakara 2/61, 87, 91; Âl-i İmrân 3/21, 59, 112, 181; en-Nisâ 4/155, 171-172; el-Mâide 5/70) Aynı şekilde inanç ve ibadet konusunda da ruhbanlığa varan bir yaşam tarzı eleştirilmiş, inkâra sapanlar da lanetlenmiştir. (el-Bakara 2/89; Âl-i İmrân 3/87; el-Hadîd 57/27 vd.) Yine itidalli olunması adına cimrilik ve savurganlık yerilmiş, cömertlik övülmüş ve teşvik edilmiştir. (el-Bakara 2/272; el-İsrâ 17/29; Sebe’ 34/39 vd.) Bunlara ilaveten haramların helal, helallerin de haram kılınarak haddi aşmamak gerektiğinden namazdaki ses tonuna varıncaya kadar ölçülü ve dengeli olunması gerektiği bildirilmiştir. (el-Mâide 5/87-88; el-İsrâ 17/110)
Ölçü ve dengede en önemli hukuki kavram ise adalettir. Adalet konusunda onlarca ayette çeşitli telkinlerde bulunulmuştur. Şahitlikte, ölçüde ve tartıda, doğanın dengesini gözetmede, zulme uğrayanın hakkının iade edilmesinde ve bununla birlikte zulmedenin cezası verildikten sonra aşırıya gidilmemesinde vb. şeylerde hep ölçülü ve dengeli olunması gerektiği zikredilmektedir. (Bkz. el-Bakara 2/190, 193-194; en-Nisâ 4/135; el-En’âm 6/152; Hûd 11/85; el-İsrâ 17/33; er-Rahmân 55/7-9 vd.) Dahası bir ayette “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun…” (el-Mâide 5/8) buyrularak kendinden olmayana dahi adaletle yaklaşılması gerektiğini vurgulanmaktadır. Zira aksi bir durum, düzeni bozacak ve toplumda kargaşaya neden olacaktır.
Yine Kur’an’da bildirildiğine göre ahiret ve dünya için yapılanlarda da denge gözetilmelidir. Bir ayet-i kerimede “Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışma! Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.” (el-Kasas 28/77) buyrularak bu duruma işaret edilmektedir. Ayette, “dünya ve ahiret dengesi gözetilmeli” uyarısının ardından bozgunculuk yapılmamasının emredilmesi dikkat çekicidir. Zira denge gözetilmediğinde ve adalet hakkıyla tesis edilmediğinde yeryüzünde bir karışıklığın çıkması kaçınılmazdır. Dolayısıyla toplumun yapı taşlarını oluşturan her birey, bu uyarılara kulak vermeli, ölçüyü ve dengeyi gözeterek toplumun yararına hareket etmelidir.
Çalışmanızda, kişisel gelişimin itikadî, ahlâki ve amelî boyutlarına vurgu yapıyorsunuz. Bu üç boyutun kişisel gelişim sürecindeki rolü ve birbirleriyle olan ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz? Bütüncül bir kişisel gelişim için bu boyutların bir arada olması neden önemlidir? Ayrıca kişisel gelişim sürecinde ahiret inancı ve hesap bilincinin oynadığı rol sizce nedir? Öldükten sonra ebedi bir hayatın varlığına ve orada dünyada yapıp ettiklerinin karşılığını göreceğine iman eden bir kişi, kendini geliştirme yolculuğunda bu düşünceden nasıl etkilenir ve motive olur? Yaptığı her işte Yaratıcı’ya karşı mesul olduğu şuuruyla hareket eden bir insanın iç dünyasında ve davranışlarında ne gibi değişimler beklersiniz?
İman, amel ve ahlâk birbiriyle mündemiç hususlardır. Allah’ın varlığına ve birliğine inanan, öldükten sonra tekrar dirileceği ve hesaba çekileceğini düşünen bir insan, dünya hayatında kendisine çeki düzen vermeye çalışır, kişiliğini Rabbinin kendisinden istediği ahlâkî anlayışa göre tezyin eder. Yaptığı işlerde Allah’ın rızasını gözetir ve sorumluluk bilinciyle hareket eder. Dünyayı ahiretin tarlası olarak görür ve sonsuz hayatın güzelliklerinden istifade etmek için canla başla çalışır. Kendisine yasaklanan şeylerden uzak durur, emredilen hususlarda gayret gösterir. Nitekim iman, amel ve ahlâk bütünlüğünün gözetildiği kişisel gelişim öğretilerinin vicdanlarda daha etkili bir çağrışıma vesile olacağı umulur. Zira insanların koyduğu kanunlar, her zaman meşru olmayan arzu ve istekleri engelleyecek güce ve etkiye sahip değildir. Dolayısıyla kişileri, meşru olmayan bu arzu ve istekler konusunda frenleyebilecek ve doğruya yönlendirecek içsel bir kontrol mekanizmasına ihtiyaç vardır. Bunu yapabilecek içsel kontrol mekanizması da vicdandır. Vicdanları aşkın değerlerle donatarak kontrol altına alan en etkili kaynak ise dinî ve insanî değerlerdir. Muhtemeldir ki bu nedenle Kur’an’ın hedeflediği temel hususlardan birisi, insanların vicdanlarını sağlam itikâdî düşünce ve ahlâkî meziyetler ile tezyin etmektir. Ancak yaygın kişisel gelişim çalışmalarının büyük çoğunluğunda iman, itikat, ahlâk ve amelin bir bütün olarak sunulmadığı ya da Kur’an’a ters düşecek tarzda sunulduğu görülmektedir.
Kişisel gelişimin toplumun kültüründen bağımsız gerçekleştirilemeyeceğini, bireyin içinde yaşadığı kültüre yabancılaşmaması gerektiğini vurguluyorsunuz. Kur’an’ın örf ve kültüre verdiği değer ile çağdaş kişisel gelişim öğretilerinin kültürel uyumsuzlukları arasındaki farkı nasıl açıklarsınız?
Kişisel gelişim, toplumun kültüründen bağımsız gerçekleştirilemez. Çünkü kendi kültürüne yabancı olan bir insan, içinde bulunduğu toplum tarafından kabul görmez. Aynı zamanda kişisel gelişim serüveni boyunca elde ettiği donanımları sergileyecek bir ortam bulmakta güçlük çeker. Spor, müzik, sanat, eğitim ve benzeri alanlarda geliştirdiği yeteneklerini maddi ve manevi kazanca çevirmesi pek mümkün olmaz. Örneğin Türkiye’de futbol, basketbol, güreş gibi spor dallarında faaliyet yapmak mümkündür. Ancak beyzbol alanında kendini geliştirmiş bir kişi, bu yeteneğini sergileyecek faaliyet alanı bulamayabilir. Ya da Avrupa kültüründe yetişip hayvancılık alanında kendini geliştiren ve ticaret yapmak isteyen bir tacir; koyun, keçi, sığır, tavuk, ördek gibi hayvanların ticaretini yapabilir. Ancak domuz ticaretini yapması Müslüman kültüründe yadırganacak bir durumdur. Sığır kesimi ve ticareti de Hint kültüründe yapılamayacak işlerdendir. Tacirin bu tür işlerden para kazanamayacağı ve hatta zarar edeceği, ayrıca toplumsal bir tepkiyle karşılaşacağı kuvvetle muhtemeldir. Nitekim gerek Avrupa gerek Uzak Doğu kültüründen birebir alınan veya çeviri yoluyla aktarılan kişisel gelişim öğretileri ya toplumun kültürel yapısını bozmakta ya da genel kabul görmemektedir. Dolayısıyla Kur’an’da yeri geldiğinde örfe göre hareket edilerek içinde bulunulan kültürün gerçeklerinin göz önünde bulundurulması önerilmektedir.
Kur’an’da, örf ve âdetlerle ilgili konular hakkında “ma’rûf” kavramı kullanılmaktadır. Ma’rûf, sözlükte, bilinen, tanınan, iyilik, doğruluk gibi anlamlara gelmektedir. Zıddı ise münker yani şer’i açıdan kötü kabul edilip yapılması doğru olmayan şeydir. Kavram olarak “şeriatta iyi olarak bilinen her şey” şeklinde tarif edilmiştir. Kelimenin temel anlamı olan “bilinen, tanınan” anlamından yola çıkıldığında bir şeyin ma’rûf olabilmesi yani bilinip tanınabilmesi için onun her boyutuyla tecrübe edilmiş, toplum tarafından genel kabul görmüş, konuya vâkıf olan kimselerce tahkik edilip şeriat tarafından da onaylanmış olması gerekir. Ayrıntıda mana yönünden farklılık arz etmekle beraber Türkçeye intikal etmiş olan “örf” kelimesi de bu kökten gelmektedir. (Bkz. İbrahim Kâfi Dönmez, “Örf”, TDV İslam Ansiklopedisi, 34/87-93)
Kur’an’da, şer‘an iyi olduğu kabul edilen; toplumdan topluma farklılık gösteren ve kesin sınırları çizilmemiş olan konularda uygulama genişliği nedeniyle yapılacak işin ma‘rûfa uygun şekilde yapılması istenir. Örneğin, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hanımlarına ithafen onların konuşmaları başka erkekleri cezbetmesin diye ma‘rûfa göre konuşmalarındaki ses tonunu ayarlamaları ve sözlerini seçerek kullanmaları emredilir. (el-Ahzâb 33/32) Boşanılan kadınların iddet süresince evde tutulmaları veya serbest bırakılmaları konusunda ma‘rûfa göre hareket edilmesi istenir. (el-Bakara 2/231) Eğer o kadınlar yeni bir evlilik kurmaya teşebbüs ederlerse onlardan da ma‘rûfa göre hareket etmeleri beklenir. (el-Bakara 2/232) Boşanma yoluyla evlilik birliğinin sona erdirilmesinde, kendi çocuklarını emziren annelerin ma‘rûfa uygun şekilde ihtiyaçlarının giderilmesi emredilir. Eğer çocuk, sütanneye verilmişse yine onun ücretinin de ma‘rûfa uygun şekilde ödenmesi emredilir. (el-Bakara 2/233) Müşrik de olsa anne babaya meşru istekleri konusunda ma‘rûfa uygun şekilde davranılması, yani imkânlar ölçüsünde ihtiyaçlarının giderilmesi istenir. (Lokmân 31/15) Vasiyet bırakma konusunda da ma‘rûfa göre hareket edilmesi talep edilir. O günün şartlarında vasiyet konusunda nelere dikkat edilmesi ve nelerin göz önünde bulundurulması gerekiyorsa o şekilde hareket edilmelidir. (el-Bakara 2/180) Nitekim iyi ve güzel kabul edilen davranışların uygulanmasını istemede, kötü olan şeylerin engellenmesinde “emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker” sözü genel bir ilke olarak muhatapların uhdesine yerleştirilmiştir. (Bkz. et-Tevbe 9/71; Âl-i İmrân 3/104, 110) Bu bilgilerden yola çıkılarak ma‘rûf hakkında “Kesin sınırları çizilmemiş, durum ve şartlara göre sınırları esneyen ve daralan, toplum tarafından bilinen ve genel kabul görmüş, şeriat tarafından tasdik edilmiş, kişi ya da toplumun yararına olan, iyi ve güzel olarak addedilen tüm uygulamalardır.” denilebilir. Anlaşıldığı üzere toplumun örf ve âdetleri ile ilgili kişisel gelişim adına ortaya konulabilecek meşru öneriler, Kur’an’da teşvik edilmektedir.
Kur’an’da emredilen ibadetlerin insanın manevi gelişimi, nefis terbiyesi ve ahlaki olgunlaşması üzerindeki etkilerinden bahsediyorsunuz. Namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerin bireyin kişisel gelişimine ve dünya hayatına nasıl olumlu yansıdığını açıklar mısınız?
Kur’an’da nefsin, kötülüğe meyletme kabiliyeti olduğu gibi iyi olma potansiyelinin bulunduğundan da bahsedilmektedir. Bu durum Şems Sûresinde “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Ancak günahlara sürükleyen ise elbette ziyana uğramıştır.” (eş-Şems 91/7-10) şeklinde ifade edilmektedir. Buradan anlaşıldığına göre nefis; kendisi üzerinde tahakküm kurulabilen, yönetilebilen ve eğitilebilen bir yapıya sahiptir.
Nefsin eğitilmesi ve terbiye edilmesi ile ilgili birçok yöntem bulunmaktadır. Özellikle ibadetler vesilesiyle nefsin eğitilmesi bu yöntemlerden en çok göze çarpanıdır. Namaz, oruç ve hac ibadetleri bu meyanda önemli rol oynamaktadır. Örneğin namazların ve tesbihatların, özellikle de gece yapılanlarının, (Bkz. ez-Zâriyât 51/17-18; el-İnsan 76/25-26; Tirmizî, “Deavât”, 101) nefse hâkimiyet kurmada ve onu terbiye etmedeki fonksiyonu, Kur’an’da ve hadislerde açık bir şekilde dile getirilmektedir. Bir ayette “... Kuşkusuz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten men eder. Allah’ı anmak her şeyden önemlidir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (el-Ankebût 29/45) buyrularak namaz kılmanın ve bu vesileyle Allah’ı anmanın nefsi kötülüklerden alıkoyacağı ifade edilmektedir. Nitekim namaz vesilesiyle Rabbinin huzurunda olduğu bilincinde olan bir insan kendi nefis muhasebesini yapma imkânını da elde etmiş olur. Namazda sürekli terennüm ettiği ayetlerden aldığı mesajları özümser ve hayatına tatbik eder.
Oruçta da yine nefsi terbiye etmeye yönelik faydalar bulunmaktadır. “Ey müminler! Takvâ sahibi olmanız için sizden evvelki ümmetlere farz kılındığı gibi sizin üzerinize de oruç farz kılındı.” (el-Bakara 2/183) ayetinde orucun farz kılınması “takvâ sahibi olma yani sorumluluklarının bilincinde olma” ile gerekçelendirilmektedir. (Takvânın sorumluluk bilincinde olma ile ilgili anlamı için bkz. Süleyman Uludağ, “Takvâ”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 39/484) Hz. Peygamber (s.a.v.), orucun nefsi tezkiye fonksiyonuna şu şekilde değinmektedir: “Oruç bir kalkandır. Oruçlu, ahlâksızca konuşmasın, bağırıp çağırmasın. Eğer biri kendisiyle münakaşa etmeye veya küfürlü konuşmaya kalkışırsa iki defa ‘Ben oruçluyum.’ desin…” (Buhârî, “Savm”, 2) Anlaşıldığı üzere oruçla insana, iradesine hâkim olma yetisi ve meşru olmayan hazlardan vazgeçebilme iradesi kazandırılır. Böylece insan, meşru olana yönlendirilir.
Hac ibadetinde de yine birçok hikmetler bulunmakla birlikte nefis terbiyesi ve irade eğitimi kazandırmaya yönelik birçok ritüel bulunmaktadır. Tavaf, say, vakfe gibi rükünlerin her biri uygulamalı olarak bilinçaltına manevi mesajlar göndermektedir. Zira Kâbe’yi tavafın, Allah’ın (c.c.) şiarının merkeze alınıp O’nun çizdiği şer-î daire içerisinde dönüp dolaşmaya; sa’yın, Hz. Hacer’den mülhem olarak hayatî ihtiyaçların arayışı içerisinde olunması gerektiğine; şeytan taşlamanın, Hakk’ın yanında olup şeytanın vesveseleri karşısında fiili olarak tavır alınmasına; ihrama girip vakfe yapmanın, dünyadaki tüm sıfatlardan sıyrılarak mahşerin provasının yapılmasına delalet ettiği söylenebilir. (Benzer ifadeler için bkz. Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazzâlî, Kimyâ-yı Saâdet: Mutluluğun Formülü, çev. Ali Arslan, İstanbul: Yeni Şafak Gazetesi Kültür Yayınları, 2004, 1/210)
Mutasavvıfların da nefis tezkiyesi/terbiyesi için Kur’an’ın emrettiği ibadetlerden ve sünnetten ilham alarak ortaya koyduğu birçok yöntem bulunmaktadır. Virdler, zikirler, halvet, uzlet, tefekkür gibi uygulamalar ile nefsin tezkiyesi ve terbiyesi hedeflenmektedir. (Geniş bilgi için bkz. Gazzâlî, Kimyâ-yı Saâdet, 1/219-239, 361-376, 391-396, 2/857-874) Tüm bunlar insanın nefsini kontrol altında tutabilmesine katkı sunan, nefsin mertebeleri arasında yükselme imkânı sağlayan ibadet ve uygulamalardır.
mustafabadem46@gmail.com
