Kur’ân’da “Kur’ân ve İnsan” / Dr. Öğretim Üyesi Ali Binol

Kur’ân’la ilgili tespitlerde, ana gündem maddelerimiz neler olmalıdır?

Mü’min, Allah’ı İlâh ve Rab kabul etmiş olan insandır. Allah’a inanmak, O’na kulluk etmeyi, O’nun terbiyesi altında yetişmeyi ve tüm işleri ilâhî emir ve yasaklara göre düzenlemeyi gerekli kılar. İşte hayat yolculuğumuz bu noktada başlar. Bu kutsal yolculukta Kur’ân’ın konumu nedir? İzninizle önce oradan başlayalım.

Kur’ân, Rabbimizin kelâmı olup tüm insanlığa gönderilmiş bir hidayet kaynağıdır. (Bakara 2/185) Rabbimiz ile iletişim kurabilmenin yolu Kur’ân’dan geçer. Kur’ân bize kulluk görevimizi yerine getirebilmenin, hamdımızı arz edebilmenin ve sonsuz nimetler karşısında şükrümüzü eda edebilmenin yollarını öğretir. Bu bakımdan Kur’ân’ı öğrenmek, onu anlamaya çalışmak ibadet kavramına dâhil olan önemli hususlardandır.

Allah Teâlâ’nın peygamberler aracılığıyla biz insanları muhatap kabul etmesi (Hac 22/75), O’nun rahmetinin en büyük eseridir. Mesajını insanlara iletmek için Allah, son peygamber olarak Hz. Muhammed’i (s.a.v.) seçmiş ve ona Kur’ân’ı vahyetmiştir. Vahyini, Peygamberi’nin ve onun muhatap aldığı kavminin diliyle indirmiştir (Yusuf 12/2). Anlaşılsın ve hayata tatbik edilsin diye Kur’ân’ı kolaylaştırması (Kamer 54/17), O’nun merhametinin bir başka tezahürüdür. Bu demektir ki kolaylık, onun okunması ve ezberlenmesiyle sınırlı değildir. Emirlerinin her zaman ve zeminde uygulanabilirliği, tavsiyelerinin insan fıtratına uygunluğu gibi konularda da öyledir. Ayrıca onun okunması ve öğrenilmesi, imtiyazlı bir sınıfa tahsis edilmiş de değildir.

Allah’ın koruması altında olan Kur’ân (Hicr 15/9) indiği dil ile (Arapça) yazıya geçirilmiş ve bize kadar ulaşmıştır. İlâhî bir kelam olmasıyla o, indiği dönemden kıyamete kadar insanlığın tüm sorularına cevap verebilecek ve problemlerini çözebilecek özelliktedir. Ancak, Kur’ân’dan sağlıklı bir cevap alabilmek için ona yaklaşım tarzımız hayatî önem taşımaktadır.

İnsanların Kur’ân’a bakışı ve ona yaklaşım biçimi farklı olabilmektedir. Kur’ân’a, onun öngördüğü istikamette yaklaşır ve kendisini bize tanıttığı şekilde tanımayı becerebilirsek bu ilâhî kelamdan istenilen ölçüde yararlanabiliriz. Nitekim Kur’ân, tüm insanlık için hidayet kaynağı olduğunu bildirmesinin yanında (Bakara 2/185), takva sahibi inananlar için de hidayet rehberi olduğunu bildirmiştir (Bakara 2/3). Bu durum, herkes için doğruluğun ve hakikatin kaynağı olan Kur’ân’ın, niçin bazıları için bir anlam ifade etmediği sorusunun cevabını da içermektedir. Kısacası, Kur’ân’a hidayet talebiyle yaklaşmamak, onun mesajını iyi anlamaya ve hidayetinden nasiplenmeye engel olabilir.

Kur’ân, başta inanç ve ibadet esasları olmak üzere bireysel ve toplumsal anlamda hükümler de içerir. Bu anlamda o, hem bir öğüt (Tekvir 81/27) hem de bir yaşam modelidir.

Kur’ân’a ait genel prensipleri açıklayan ilk kaynak yine Kur’ân’ın kendisidir. Dolayısıyla Kur’ân’ın Kur’ân ile tefsiri, başvurulacak ilk yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu, bizim öncelikli meselemizdir. Kur’ân’ın tefsirinde ikinci sıra Hz. Peygamber’e (s.a.v.) aittir. Zira onun görevi tebliğ ve tebyindir (Nahl 16/44). Netice itibariyle Hz. Peygamber’in sahih sünneti, Kur’ân’ın bildirdiği temel prensiplerin hayata aktarım biçimi demektir. Konumuzun başına dönecek olursak; insanı tanımak, onu anlamak, onun beşeri özelliklerini kavramak ve ideal anlamda bir kişilik ortaya koymak noktasında Kur’ân’a müracaat etmek kaçınılmazdır. Çünkü Kur’ân, hakîm bir kitaptır (Ra’d 13/37). Üslûbu, dizilişi ve içerdiği hükümler, onun hikmetli bir kitap olduğunun delilidir.

Kur’ân’ın hikmetli oluşunun gereği olarak onun ayetlerinin bağlamına önem vermek gerekir. Bunun yanında bir kelimesinin bile nerede nasıl geçtiği meselesi büyük önem taşımaktadır. Kur’ân’da geçen kelimelere, kavramlara, ayetler arasındaki münasebetlere dikkat etmek, kimi zaman onların iniş sebeplerini ve nüzul ortamını hesaba katmak, onun doğru anlaşılmasını sağlayacaktır.

İslâm hukukunu sistemleştiren âlimlerden İmam Şatıbî (ö. 1388), inananlar nezdinde Kur’ân’ın konumunu ve ona nasıl yaklaşılması gerektiğini şu sözlerle dile getirir: “Şer’i delillerin temeli, Kitap (Kur’ân) ve sünnettir. Kitap ise bütün delillerin aslını ve esasını oluşturur. O, İslâm ümmetinin omurgası mesabesindedir. Kur’ân, ilim ve hikmet pınarıdır. Peygamber’e (a.s.) bahşedilmiş en büyük mucizedir. Kur’ân, gözler ve kalpler için nurdur. Allah’a götürecek ondan başka yol yoktur. O kurtuluşun da kaynağıdır. Zira o olmadan kurtulmak imkân dışıdır. Bu söylediklerimiz delil göstermeyi gerektirmeyecek kadar açıktır… Dinin küllî/tümel kaideleri ve şer’in temel esasları konusunda bilgi sahibi olmayı isteyenler, onun yüce maksatlarını kavramayı gaye edinenler Kur’ân’ı yoldaş edinmelidirler. Gece gündüz onunla meşgul olmalıdırlar. Hem teorik hem de pratik olarak onu kendilerine rehber edinmelidirler. Onun hikmetli sözleri üzerinde kafa yormalı ve onu anlamaya çalışmalıdırlar. Ancak o takdirde isteklerine ulaşabilir ve amaçlarını gerçekleştirebilirler.”

Kısaca Kur’ân, bir şekilde yeniden hayat sahnesindeki etkin rolünü almalıdır. Onun prensipleri özümsenmeli ve hayata aktarılmalıdır. Zira onun emir ve yasaklarının bireysel ve toplumsal hayatta karşılık bulması, ona inananların omuzlarına yüklenmiş onurlu bir görevdir.

  • Konulu tefsir nedir? Konulu tefsirin artı ve eksilerine dair neler söylemek istersiniz?

Konulu tefsir, özellikle günümüzde oldukça yaygın olarak kullanılan bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tür çalışmaların artmasının bazı sebepleri vardır. Hem araştırmacılar hem de ulaşılması hedeflenen kesimler açısından branşlaşmanın yaygınlaşması, bu yöntemi gerekli kılan sebeplerden birisidir. Aynı zamanda bu metot, herhangi bir konuda etraflıca bilgi sahibi olmayı amaçlayan okuyucular için de kolaylıktır.

Kur’ân, İslâm öncesi cahiliye döneminde yaşamış olan Arapların kullandıkları kelime ve kavramları kullanmıştır. Bunu yaparken Kur’ân, onlara yepyeni anlamlar yüklemiş ve pek çoğuna manevî derinlik kazandırmıştır. Örnek olarak, küfür, günah, nifak, ahiret, infak, zekât, felâh gibi kavramlar zikredilebilir. İşte konulu tefsir, böylesi bir kavram veya konu etrafında yapılan kapsamlı tefsir çalışmasıdır.

Anlamların taşıyıcısı olan kelime ve kavramlar, tıpkı canlı varlıklar gibi sürekli bir gelişim halinde bulunurlar. Söz konusu gelişimle beraber kısmen değişim de söz konusu olabilir. Söz gelimi “salât” kelimesi, zaman içinde “namaz”a dönüşmüştür. Bir şeyin üzerini örtmek anlamına gelen küfür kelimesi de yaratıcıyı tanımamak ve onun ayetlerini görmezden gelmek dolayısıyla hakikatin üzerini örtmek anlamları için kullanılır olmuştur. Bunların kök anlamları yanında Kur’ân terminolojisi içerisinde ne gibi yeni anlamlar kazandığı konusu önem arz etmektedir.

Konulu tefsirin tanımına gelecek olursak şunları söyleyebiliriz: Konulu tefsir, adından da anlaşılacağı üzere, “Belirli amaçları olan ve bir konu hakkında çeşitli bilgiler veren Kur’ân ayetlerini bir araya getirerek onları bir plan dâhilinde yorumlamak ve gerekli yerlerde ayetlerden çıkarımlar yapmaktır.

Bir başka ifadeyle konulu tefsir; “Herhangi bir konuyu, Kur’ân’ın anlamsal bütünlüğü içinde ele alarak o konuyla ilgili olan tüm ayetleri bir araya getirmek, imkân dâhilinde ve Kur’ân’ın temel üslubu çerçevesinde istenilen şeyi ortaya koymaktır. Konular, zihinsel ve bireysel olduğu gibi toplumsal yaşamla ilgili de olabilir. Böylesi bir konuda Kur’ân’a dayalı bir söylem geliştirmek ve onun perspektifini ortaya koymak amaçlanır. Ya da tek bir kelime veya kavram ile ilgili birçok Kur’ân ayetinin dökümü yapılabilir. Bunlar, Kur’ân’ın temel ilkelerine göre yorumlanır. Böylece Kur’ân’ın düşüncesi ve vermek istediği mesaj ortaya çıkarılır.

Konulu tefsir çalışmalarında öncelikli amaç, toplumların gelişme ve değişmelerine bağlı olarak ortaya çıkan ihtiyaçlar doğrultusunda sağlıklı bakış açıları elde edebilmek ve makul çözümler üretebilmektir. Böylece orijinallikleri hiçbir zaman bitmeyen Kur’ân’ın mucize oluşuna yönelik yeni bulgulara ulaşılır. Yaşanılan hayatın yeni yüzlerine karşı Kur’ân’ın yol göstericiliği de yenilenmiş olur.

Günümüzde çoğu Müslüman aydınlar, yöntemleri Batılılarca belirlenen bilim dallarının etkisinde kalarak çalışma yapmaktadırlar. Çalışma yöntemleri yanında, üzerinde çalışılan konular da onlar tarafından belirlenmektedir. Konulu tefsir çalışmalarının bu anlamda da önemli bir görev yüklenmesi söz konusu olabilir. Belki de bu metotla Müslüman aydınlar, kendi özlerine dönebilecekler ve düşünce bağımlılığından kurtulabileceklerdir. Psikoloji, sosyoloji, pedagoji ve ekonomi alanlarında kendilerine özel yöntemlere kavuşma imkânını elde etmiş olacaklardır.

Konulu tefsir çalışmalarının dezavantajları da yok değildir. Bu tür çalışmaların kusurlarından birisi, üzerinde çalışılan konuyu daha iyi anlatmak ve önemini kavratmak kaygısıyla bir kısım zorlamalara gitmektir.

Kur’ân’da konular bir başlık altında ele alınmaz. Herhangi bir konu, değişik surelerde geçer ve farklı farklı bağlamlarda ele alınır. Bundan dolayı bazı ayetler, bir başlık altında toplanırken bağlamdan uzaklaşma durumu söz konusu olabilir. O takdirde ayete farklı anlamlar yükleme ihtimali doğar. Bu durumdan kurtulabilmenin yolu, ilgili ayetler belirlendikten sonra, onların bağlamının (siyak) tekrar gözden geçirilmesidir. Bu şekilde yanlış anlamanın önüne geçilirken aşırı anlam yüklemelerinden de kurtulma imkânı doğar.

Kur’ân’ı anlama yolunda, “Kur’ânî kavramlarda denge unsuru” konusunda neler söylenebilir?

Unutulmamalıdır ki Kur’ân, lafız ve mana bütünlüğüyle bir mucizedir. Bu anlamda Kur’ân’ın lafzını ve manasını birbirinden ayırmak onu Kur’ân olmaktan çıkarır. Netice itibariyle surelerin oluşturulması, ayetlerin dizilişi, seçtiği kelimeler ve bu kelimelerin kullanıldığı yer itibariyle de o hakîmdir/hikmet sahibidir.

Her çağın kendine göre sorunları vardır. Ayrıca toplumların öncelediği konular da farklı olabilir. Bu açıdan bakıldığında toplumu yönlendirenler bazı konuları öne çıkarırlar. Bazı kişilerin veya konuların gündemden düşürülmemesine özen gösterirler. Kimi konular ise önemi ölçüsünde ilgiyi görmez. Toplumun büyük bir kısmı ise bu durumu kabullenir. Gidişattan rahatsız olmaz. Bu durum, insanların hayatını etkileyen ve toplumsal dengeyi içten içe bozan bir durumdur.

Konumuz açısından da durum farklı değildir. Söz gelimi, insan için Kur’ân, bazı yerde “beşer”, bazı yerde “âdemoğlu”, bazı yerde ise “insan” diye bahseder. Bunlar sonuçta insandan bahsetmektedir. Ancak bunların gündeme getiriliş yerleri ve sebepleri farklıdır. Bu inceliğe dikkat edilmediği zaman, Kur’ân’ın hikmetli kitap oluşu kendini hissettiremeyecektir. Takva, zühd, sabır, tevekkül, ibadet gibi kelimeler de böyle bir bakış açısıyla değerlendirilmelidir. Ayrıca Kur’ân’ın bir konuya ne ölçüde vurgu yaptığı da dikkat edilmesi gereken bir başka husustur.

Kur’ân, tüm çağlara ve insanlığın tamamına hitap etmektedir. Bu bağlamda onun kendine has bir gündemi bulunmaktadır. Ne var ki insanların da kendi öncelikleri vardır. Kur’ân’a yaklaşırken de kendi önceliklerini meşrulaştırma ve iddialarını Kur’ân ile dillendirme yoluna gitmektedirler. Neticede Kur’ân, kişisel yorumlar ve yönlendirmelere alet edilebilmektedir. Kur’ân’a yapılabilecek en büyük saygısızlık, onu “egonun tatmini” için araç yapmaktır. Mü’min bu durumdan şiddetle kaçınmalıdır. Bu bağlamda görevimiz, Kur’ân’ın gündemine sadık kalmak, onun sıklıkla üzerinde durduğu konulara ağırlık vermektir. Bu, bizim ilâhî kelama verdiğimiz değerin göstergesi olacaktır.

Bir başka konu da Kur’ân’ın kullandığı kelimelerin ne ifade ettiğidir. Kelimelerin içlerinin Kur’ân’ın ruhuna uygun olarak doldurulması, onların gündemde tutulması kadar önemlidir. Kısacası, konuları Kur’ân çerçevesinde ele almak, “adalet” kavramının asgari şartıdır. Adalet kavramının uygulanmadığı alan ise neredeyse “yok” denecek kadar azdır.

Kur’ân mealleriyle ilgili olarak gözden kaçırılmaması gereken unsurlar nelerdir?

Kur’ân’ın dili Arapçadır. Ancak onun, dili Arapça olmayanlar tarafından da anlaşılması gerekir. Bu anlamda “tefsir”, ilâhî kelamın anlaşılmasına ve anlatılmasına yönelik çalışmaların tamamıdır. Bu alanda oldukça büyük bir kültür mirasına sahip olduğumuz ortadadır. Zira tefsir alanında oldukça kıymetli eserler yazılmış, bu çalışmaların diğer dillere çevirisi de yapılmıştır.

Tefsirler, başta kısa açıklamalardan oluşurken zamanla genişlemiştir. Çeşitli ilim dallarını içerir bir hal almıştır. Bunun faydaları yanında mahzurlu tarafları da olmuştur. Ayrıntılara daldıkça ana konunun üstünün örtülmesi ve ayetten alınması gereken mesajının kaybolması tehlikesi ortaya çıkmıştır. Bir başka açıdan bakacak olursak insanların geneli için tefsirlerden doğrudan istifade edebilme imkânı bulunmamaktadır. Bu bir imkân ve fırsat meselesidir. Bu açığı kapatmak için meallere başvurulmaktadır.

Meal, bir kelamın kelimesi kelimesine bir başka dile aktarımı (tercüme) değildir. Kast edilen anlamın diğer dilde en uygun şekilde ifade edilmesidir. Bunun için meal, tefsirden biraz daha kısa, tercümeden biraz daha uzun ve farklıdır. Meal, bir kelimenin tam karşılığı olmadan da yapılabilir. Bunun için Kur’ân meallerini Kur’ân’a denk tutmak ya da tefsirin gereksiz olduğunu söylemek son derece yanlıştır. Mealin yetersizliğini bizzat meal yazanlar da ifade etmelidirler. Çünkü Kur’ân’ın öyle kelimeleri vardır ki bunlar bazen birden fazla anlamı ifade edebilmektedir. Terkip halinde kullanılan kelimelerin anlamlarında da çeşitli anlam yönleri ortaya çıkabilmektedir. Bir de bunların hakikat-mecaz yönü vardır. Mealler, mahiyeti gereği bu anlamların bir tanesini seçmek durumundadır. O zaman diğer anlamlar devre dışı kalacak, belki de verilmek istenen mesaj tam olarak yansıtılmayacaktır.

Kur’ân’ın kimi ayetlerine kolayca ulaşmak için meallerin bir imkân olduğu açıktır. Bunun için son zamanlarda hem çokça meal ortaya konmuş hem de okur sayısı artmıştır. Bu noktada şu tespitlerimizin göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünmekteyiz:

  1. Kur’ân, bazı kelime ve kavramları kullanır. Kökten türetmeli bir dil olan Arapça kelimelerin (ve Kur’ân’da geçen birçok kelimenin) bir lügat anlamı bir de terim/ıstılah anlamı vardır. Bu tür kelime ve kavramların bir başka dile tek bir kelime ile aktarılması amacın gerçekleşmesi için yeterli değildir. Kur’ân’ın anlaşılması için yapılan bu tür bir çalışma, ona perde de olabilir. Bu yönde açıklamalar, gerekli hatırlatmalar yapılmalıdır.
  2. Bazı Kur’ân kelimeleri, “cevamiu’l-kelim” niteliğindedir. Birden çok anlamı ihtiva edebilir. Huşu, takva, nasihat, tezkiye, zikir, din, hidayet gibi kelimeler bunlardandır. Bunlar, bir başka dile olduğu gibi tercüme edildiği zaman hiçbir şey ifade etmez. Onun için bu ifadeler, muhatabın anlayabileceği bir hale getirilmelidir. Belki bir kelimeyi anlatmak için bir cümle hatta bir paragraf da gerekebilir. Çünkü bu kelimeler, önceden de belirttiğimiz gibi zengin anlam alanına sahiptirler. Ayrıca bu kelimeler, kültürel arka planı olan kelimelerdir. Pek çok dil, bunları tek kelimeyle karşılayamaz. Bunu söylerken Arapçayı övme, kendi dilimizi küçük görme amacı taşımadığımızı hatırlatmak isteriz. Nitekim kökeni batı dillerine dayanan pek çok teknik terim için de aynı durum söz konusudur. Burada hayranlık veya hamaset amacıyla söylenecek her söz bir başka yanlış anlamaya yol açacaktır.
  3. Tercüme ve meallerde seçilen kelimenin önemine değindik. Yakın anlamlı olsalar bile bir kelime yakın anlamlı olan bir başka kelimeyi bütün yönleriyle karşılayamaz. Konunun daha iyi anlaşılması için şüphe kelimesini örnek gösterebiliriz. “Şüphe”, Arapçada “rayb”, “şek” ve “şüphe” kelimelerinin Türkçe karşılığı olarak kullanılmaktadır. Dikkat edersek ortada üç tane Arapça kelime vardır. Hatta buna “zan” kelimesini de ekleyebiliriz. Hepsinin anlamı farklıdır. Bunlar dilimizde, sadece “şüphe” kelimesiyle karşılanmaktadır. İşin en ilginç yanı ise Türkçede kullandığımız “şüphe” kelimesinin de Arapça olmasıdır. Aslında şüphe kelimesinin, orijinal haliyle dilimize geçmesinde sakınca yoktur. Ancak sorun, mahiyetinin unutulup gitmesinde ve diğerlerinin de aynı kelime ile karşılanmasındadır. Takva veya huşu kelimeleri de aynı durumdadır. Dolayısıyla bu kelimelerin ifade ettiği anlamlar, muhatap tarafından doğru anlaşılmamış olacaktır. Dolayısıyla bunlar, aslına uygun olarak tanımlanmalı ve yerli yerinde kullanılmalıdır.
  4. Dil, bir iletişim aracıdır. Duygu ve düşüncelerimizin yeterince anlatılması ve sağlıklı şekilde anlaşılması büyük önem arz etmektedir. Bunun için kelimeler ve kavramlar kullanılır. Günümüz insanı ise konuşmasında kolaya kaçmaktadır. Bu doğaldır. Ancak bu alışkanlık, tedavüldeki kelimelerin azalmasına yol açar. Kelimeler azaldıkça zihnî kapasite daralır. Bu defa karşıdan gelen yabancı bir kelime, zihinde karşılık bulamaz. Zihinde sağlıklı olarak yerleşmez. O zaman, bu kelimeler, zan, önyargı ve tahmin gibi gerçekliklere göre konumlanır. O zaman mesaj; soyut ve silik bir hal alır ve gerekli faydayı sağlamaz.
  5. Bilinmelidir ki bir toplumda okuma oranı düştükçe o toplumun bilgi, kültür ve anlayış düzeyi de düşecektir. Neticede konuşulan konular ne kadar zengin ve derin olursa olsun sonuç, alıcının alım gücü ve kapasitesi kadar olacaktır.

Konuyu, muhatap açısından bir daha ele alalım. Kullanılan bir terim/ıstılah hakkında muhatabın zihninde bir bilgi yoksa o kelimenin orijinalini kullanmak muhatap açısından ne gibi bir etki yapacaktır? Konuyu, önemli bulduğumuz “din” kavramıyla örneklendirelim. Orijinal haliyle kullanılan din kelimesini Türkçede tam olarak karşılayacak herhangi bir kelime yoktur. Bu gerçeklik sadece Türkçe için değildir. Aynı durum diğer diller için de söz konusudur. Dinin ne anlama geldiği ve mahiyetinin ne olduğu konusunda yeterli bilgisi olmayan bir kişi bu kavramı duyması halinde ne anlarsa anlasın sonuçta yanlış veya eksik bir şey anlayacaktır. Bir de din, konunun bizzat kendisi olursa, din adına tartışılıyorsa ya da onun hakkında hüküm veriliyorsa ortaya çıkacak durum, en hafif tabirle tahriptir, tahriftir ve kültürel erozyondur.

Konunun önemini bir başka örnekle anlatmaya çalışalım: Türkçede iyi ve iyilik kelimesi vardır. Arapçada ise iyi ve iyilik denebilecek daha doğrusu Türkçeye öyle tercüme edilebilecek birçok kelime vardır. Bunlar, husn, ihsan, hayır, salih, birr, ceyyid, tayyib, mâruf gibi kelimelerdir. Bunların hepsi de Türkçeye “iyi” ve “iyilik” kelimeleriyle aktarılmaktadır. Hâlbuki bu kelimelerin her birinin özel bir anlamı ve her birini diğerinden ayıran özellikleri vardır. Ne yazık ki bu zengin anlamlı kelimelere, çok hoşumuza giden ve yaygın bir şekilde kullanılan “iyi ve iyilik” kelimesiyle kötülük edilmektedir.

İşte meal, sözünü ettiğimiz kusurlara sahiptir. Bunu söylerken “meal okunmasın, onlardan yararlanılmasın” demiyoruz. Çok ayetler için meal zorunludur ve kullanılmaktadır. Ancak, meali yeterli görmek, hele de bir meale bağlı kalmak son derece yanlıştır. Bazı ayetler için tefsire veya ehil olan bir tefsirciye kesinlikle ihtiyaç vardır.

Düşünce, inanç ve amel noktasında Kur’ân’ın, insana gösterdiği ana hedefler nelerdir?

İnsan, yeryüzünün en kıymetli misafiridir. Kur’ân’ın ifadesine göre âlemde var olan her şey insan için yaratılmıştır (A’raf 7/54). O; düşünce, akıl ve irade sahibidir. Bu sebeple Allah, insana özel bir misyon yüklemiş ve onu zatına muhatap kılmıştır.

Kâinatın anlamlı hale gelmesi de insanın yaratılmasıyla başlamıştır. Çünkü evreni anlamlandıracak yegâne varlık insandır. Âleme büyük bir insan, insana da küçük bir âlem gözüyle bakan İslâm düşünürlerinin tespiti oldukça önemlidir. Bu anlamda insanı konu edinmek, aynı zamanda kâinatı konu edinmekle denk tutulmuştur denilebilir. Kur’ân, insanın başıboş bırakılmadığını, onun yeryüzü sahnesine bir hikmet gereği ve deneme amaçlı geldiğini bildirmektedir. İnsanın yaratılışında takvası (kendisine zarar verecek şeylerden sakınma duygusu) ve fücuru (ileri atılma, bir işe girişme, istediği şeylere haram-helal gözetmeden saldırma isteği) ilham edilmiştir. Fakat ondan hür iradesiyle iyiliği talep etmesi, hayrı tercih etmesi istenmiştir. Böyle olduğu takdirde kendisine yakışanı yapmış ve kurtuluşa ermiş olacaktır.

İnsanda “hayır” duygusu önceliğe sahiptir. “Şer/kötülük” ise arızîdir. “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik” (Tin 95/4-5) ayeti bu hakikati dile getirmektedir. Buna rağmen insan, düşük arzularına yenik düşmekte ve hayır yolunu terk etmektedir. O zaman imkânlarını kötüye kullanmakta, özünde taşıdığı iyilik duygusunu kaybetmektedir. Sonuçta yaptıklarını kendisi seçmekte ve insanî düşüşü yaşamaktadır.

İnsan beden ve ruh yapısıyla bir bütündür. Onun, bir yönü yüce âlemlere dönüktür. İnsan, bu yönünü kavrar ve hikmet duygusuyla hareket ederse hep yüceliklere yönelecek ve kendisini yetkinleştirecek erdemliliklerin peşine düşecektir. Diğer yönüyle insan maddî yönü ile toprağa (yere) aittir. Bu sebeple o, yere ait olanlara da ilgi duyacaktır. Kontrolsüzce şehvetlerine tabi olursa, insanî seviyeyi kaybedecek ve yeryüzüne ait olan fani unsurların kulu kölesi olacaktır.

İnsanın gönül huzurunu tahsil etmesi, ruhî anlamda sükûn bulması, aklî ve hissî tercihlerini bilinçli yapmasına bağlıdır. Sonsuzluk için var edildiğine inanan insan, dünyadan nasibini unutmamak şartıyla (Kasas 28/76-78) ahiret ufkuyla donanacaktır. Yaratıcısını anarak, O’nun hoşnutluğunu her şeyin üstünde tutarak dünyada huzurlu, ahirette mutlu olmayı becerebilecektir. Zira o, böyle bir anlayış ve yaşayışla ancak var ediliş gayesine uygun davranmış olacaktır.

Kur’ân’ın hedef olarak gösterdiği ahiret hayatı, insanın bu dünyada yaptıklarının ve yapacaklarının karşılığıdır. O halde insan, bu dünyada iken ahiret hayatı için hazırlık yapmalıdır. İnsan, bu dünyanın sonlu olduğu bilincini taşırsa, ölümden sonra da hayatın devam edeceğine inanırsa -ki bu dünya hayatı o zaman daha anlamlı olur ve insanlığın tek özlemi ve tek eksiği olan adalet böylece tamam olur- söz konusu hayat için düşüncesiyle, sözü ve ameliyle hazırlık yapar. Mademki bu dünya son bulacaktır, o halde bu dünyada ebedi kalınacakmış gibi davranılmamalıdır. Dünyaya ebedilik değeri vermeyen insanlar ancak haksızlıktan, zulümden, zorbalıktan, hile ve aldatmaktan uzaklaşabilirler. Bir başka ifade ile ahiret düşüncesine sahip olmayan, yaptığının hesabını vereceğine inanmayan insan, bütün dikkatini ve gayretini dünyaya tahsis edecektir. Bu duygu, geçici olan şeylere bağlanmayı, onları elde etmek için gerekirse zulme, fesada, zorbalığa, ihanete vb. başvurmayı netice verecektir.

Kur’ân’ı evrensel yapan ve onu diğer bütün kitaplardan farklı kılan özelliklerden birisi, bu yüce kitabın muhataplarına kendi gerçekliklerini dikkate alarak hitap etmesidir. Buna bağlı olarak insan, sorularına ve sorunlarına tatmin edici cevaplar bulabilecektir. Böylece insan, zihinsel dinginliğe erecek ve seçimini ona göre yapacaktır. Geleceğe ait endişeleri yok olacaktır. Çünkü Kur’ân, insanları hiçliğe mahkûm eden inkârdan kurtaran, güç yetiremeyeceği sorumluluklar altında bırakmayan ve yaptığı iyilikleri öven bir kitaptır. Aynı zamanda her türlü aşırılığa karşı insanı uyarmaktadır. Bu anlamda o, gazap ve şehvet duygularına sahip olan insana meşru yoldan tatmin olma imkânı sunmaktadır. Onu, psikolojik baskılara maruz bırakmadan üstün ahlâka yönlendirmektedir.

Kur’ân’ın fert ve toplum hedeflerini aynı noktada birleştirmesi, onun bir başka yönüdür. Bu anlamda Kur’ân, insanın toplum içinde yaşarken birey olarak kendi şahsiyetini korumasını sağlar. Topluma bireyin aynası gözüyle bakar. Bireyler iyi olunca toplum sağlıklı olur. Sağlıklı toplumların inşası da o toplumların fesadı da fertlerin iç dünyalarındaki değişiklikle doğru orantılıdır. (Ra’d 13/11) Kısacası insanın kendisini geliştirebilmesi ve sadece onun yaptıklarının değerlendirilmeye tabi tutulacağının bildirilmesi, insanın Hak katındaki kıymetinin en açık delilidir.

Kur’ân, insanın kurtuluşuna dair yol ve yöntemleri nasıl anlatıyor?

Kitab-ı Mukaddes ve İncil’e göre insan, adeta kurtarılmayı bekleyen acınası bir varlıktır. Söz gelimi İncil’de insanın kurtuluşu Hz. İsa’ya inanmaya bağlıdır. Onu sevmek yeterlidir. Zira Hz. İsa, insanların kurtuluşu için kendini kurban etmiştir. Kur’ân ise insanı, müstakil bir varlık olarak görür. Suç ve ceza bireyseldir. Bunun için insan, kendi geleceğini hazırlamalı, şahsiyetini inşa yolunda aktif bir rol üstlenmelidir.

Kur’ân, dünyanın bir yarış alanı ve imtihan yeri olduğunu bildirir. İyi/yararlı işler yapmada ve hayırda yarışmaya davet edilir. Çünkü o, özgür iradesiyle seçip yaptığı eylemlere göre karşılık görecektir. Ya ebedi kurtuluşu elde edecek ya da yaptığı kötülüklerden dolayı cezaya çarptırılacaktır.

Kur’ân’a göre peygamberlerin, kitapların ve âlimlerin rolü bellidir. Hz. Muhammed (a.s.), Allah’ın seçip gönderdiği son elçidir. Kur’ân ise son ilâhî kitaptır. Peygamberin görevi, insanlara doğru yolu göstermek (Şûrâ 42/52) ve kurtuluşa giden yolda onlara örneklik etmektir. O, ümmeti için şahit, müjdeleyici, uyarıcı, davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak tanıtılır (Ahzâb 33/45-46). Ancak Hz. Peygamber’in (a.s.) insanları zorla inandırma gibi görevi yoktur. Âlimler ise insanları bilgilendirme, onları hatalara karşı uyarma ve iyilikte onlara rehber olma konularında peygamberlerin mirasçısı durumundadırlar.

Kısacası Peygamber (a.s.), yol gösteren bir rehberdir. (Mü’min 40/41-42) Kurtuluş için insanın önce iman etmesi, sonra da salih ameller işlemesi gerekir (Asr 103/1-3). Beşerî ve insanî yapının gereği o, unutabilir, yanılabilir, günaha düşebilir. Ama mü’min bunlarda ısrar etmez, günaha saplanıp kalmaz. Hemen tövbe ederek Rabbine yönelir. Allah da onun tevbesini kabul eder. Şanına yakışır vaziyette merhamet eder. Tövbe edip Hakk’a yönelen insan, sabırla yoluna devam eder. Samimiyetinin test edildiği noktalarda zikzaklar çizmez… İnsanın ahireti ameliyle kazanıp kazanamayacağı tartışması bir yana; onun imanı ve ameli, kurtuluşun ön şartıdır. Onun ihlas ve samimiyetine göre muamele edecek ve rahmetiyle kuşatacak olan da Allah Teâlâ’dır.

Kaynaklar:

Ali Binol, Kur’an’da Beşer ve İnsan, Gece Kitaplığı Yayınları, Ankara, 2020.

Ebu İshak eş-Şâtıbî,, El-Muvâfakât, çev. Mehmet Erdoğan, İz Yay., İstanbul, 1993.

Gürbüz Deniz, Varlık ve Anlam Boyutuyla İnsan, D.İ.B Yay., Ankara, 2015.

  1. Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Kitap Dünyası Yay., Konya, 2004.

Muhsin Demirci, Konulu Tefsire Giriş, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2006.

Mustafa Müslim, Kur’an Çalışmalarında Yöntem, çev. Salih Özer, Fecr Yayınevi, Ankara.

Şahin Güven, Konulu Tefsir Metodu, Şûra Yayınları, İstanbul, 2001.

Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, İstanbul, 1984.