Bireysel İbadetlerimiz ve Sosyal Sorumluluklarımız / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/71)

“Onlar öyle kimselerdir ki, şâyet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti Allah’a aittir.” (Hac 22/41)

Yukarıda zikrettiğimiz bu ayetlerde Rabbimiz: namaz, oruç, hac, zekât, zikir, tefekkür gibi bireysel ibadetlerimizin yanında “iyiliği emir ve tavsiye etmek, kötülüklerin önünü almaya çalışmak” gibi sosyal bir sorumluluğumuzun da olduğunu hatırlatmaktadır.

Lakin farkında mıyız bilmem, günümüz Müslümanlığında genel bir inanış ve eğilim olarak yalnız bireysel ibadetler önemsenir ve yapılır olmuştur. Hatta dinî çabalarımızın öncelikli amacı, ahiret düşüncesinden ziyade sanki dünyayı daha iyi yaşamaya yöneliktir. Zira milletçe Müslümanlığımızın net bir fotoğrafını görebileceğimiz sosyal medya paylaşımlarımız; “Rabbimizin şu esmasından şu kadar zikretmek şu hastalığa iyi gelir, şu zikir borçlardan kurtarır, şu esma zihni açar, şu zikir belaları def eder, şu zikir bizi doğru cennete götürür...” tarzında ifadelerle doludur. Şüphesiz biz zikir düşmanı değiliz, elbette Rabbimizin isimleri çokça anılmalıdır, her birinin de sayısız dünyevi ve uhrevi faydaları vardır; lakin Müslümanlık sadece namaz ve zikirle, tesbih ile sınırlanacak bir din değildir. Zira o başlı başına bir hayat modelidir, bir âlem nizamıdır... Yalnız dünyamızı değil ahiretimizi de dizayn eder veya yalnız psikolojimizi değil sosyal hayatımızı da düzenler. Dolayısıyla dinle ilgili projeksiyonlarımız, hem nefsimizi hem sosyal çevremizi hem dünya ve ahiretimizi kuşatmalı, içine almalıdır; yoksa inancımız da ibadetlerimiz de amaçsız ve yetersiz kalır.

Evet, bu ve benzeri ayetler açıkça yalnız kendimizi kurtarmak anlayışının İslâmi bir düşünce olmadığını söyler. Zira ayetlerde ifade edilen “Her türlü iyiliği emredip yayar, kötülük ve yanlışlıkları yasaklayıp önünü almaya çalışırlar.” şeklindeki emir ve tavsiyeler bütün bir toplumun kötülüklerden arındırılmasını, her türlü iyiliğin ise genele yayılmasını ifade eder... İşte Müslümanlar olarak ferdî ibadetlerimizin yanında bu meseleyi de dinî bir görev olarak telâkki etmemiz ve gereklerini yerine getirmemiz icap eder.

Peki, o zaman toplumun huzuru için çok önemli olan ve sosyal sorumluluğumuzu ifade eden bu ayetler, Efendimizin (s.a.v.) zamanında çok titizlikle gereklerine uyulan ayetler iken, bugün niçin yeterince bizleri ilgilendirmez veya gündemimize girmez denirse, bence bunun iki sebebi vardır. Birinci sebebi cahilliktir, yani yaşadığımız İslam’ın bizce yeterli olduğu şeklindeki bilgisizliktir ki neticede de toplum zaman içerisinde yaşadığı gibi inanmaya başlamıştır. İkincisi ise “Emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker” olarak bilinen veya “tebliğ” olarak ifade edilen dinî yükümlülüklerin güçlüğü veya zorluğudur...

Nitekim Lokman’ın (a.s.) oğluna nasihati şeklinde bu konu Kur’an’da şöyle ifade edilir:

“Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” (Lokman 31/17)

Anlaşılıyor ki, Müslümanların bu emir ve tavsiyeleri görmezden gelmelerinin asli sebebi, bu işlerin büyük fedakârlıklar gerektiren, azim ve kararlılık isteyen, çetin ve zorlu işler olmasıdır. Ayrıca iblis ve taifesinin canını en çok yakan bir ibadet olması hasebiyle de bu işe soyunan müminlerin, İslam muarızları tarafından çok ciddi maddi ve manevi saldırılara ve düşmanlıklara maruz kalmasıdır…

Lakin bu imtihanın zorluğu bizleri bundan müstağni kılmayacak, sorumluluktan da kurtarmayacaktır. Aksine Allah’ın gazabını üzerimize çekecek bir aymazlık olacaktır ki bu konuda Rabbimizin geçmiş ümmetleri misal vererek ciddi uyarıları vardır.

“İsrailoğullarından inkâr edenler, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlendi. Bu, onların isyan etmeleri ve hadlerini aşıyor olmalarından ötürüydü. İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü!” (Mâide 5/78-79)

Yukarıdaki ayette kısaca işaret edildiği üzere: İsrâiloğulları, içlerinde kötülükleri işleyenlere engel olmuyorlar, gücü yetenler iyiliği emir, kötülükten nehiy görevini yapmıyorlardı. Oysa kötülüklere mâni olmak, onlar için de farz kılınmıştı. Bu vazifeyi yerine getirmemek, büyük günahlardan biriydi. Hz. Peygamber, İsrâiloğulları günahlara dalınca, âlimlerinin onları bundan nehyettiklerini, onların ise vazgeçmediklerini, buna rağmen âlimlerin onlarla aynı mecliste ve aynı sokakta oturmaya devam ettiklerini, iyiliği emir ve kötülüğü nehiy konusunda işi birbirlerine havale ettiklerini, beraberce yiyip içtiklerini, bunun üzerine Allah’ın da kalplerini birbirlerine benzettiğini ve onları Dâvud ve İsâ peygamberlerin diliyle lânetlediğini belirtmiştir. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned I, 391)

Maide suresinde bahsi geçen ayet ve Ahmed İbn Hanbel’in Müsnedinden rivayetle bizlere nakledilen bu çok bilindik olay, elbette bizim de bundan ders almamız içindir. Bugün belki de geçmiş milletlerin hepsinden daha çok zulmün, aşırılığın ve kötülüğün zirve yaptığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. O halde hem tek tek Müslümanlar olarak hem de ilim sahibi âlimler olarak geçmişte yaşanmış bu ibretlik olay bizleri korkutmalı, lanete ve gazaba müstahak olmamak için bu konuda herkesçe gerekli hassasiyet, azim ve gayret yeterince gösterilmelidir.

Kadir Gecesi Üzerinden Hatırlatmalar

Dünya Müslümanları olarak covid-19 musibeti altında iki hüzünlü Ramazan idrak ettik. Son Ramazan ayında ise canımızı çok yakan bu musibetin üzerine Yahudilerin Filistin’de Mescid-i Aksâ’daki katliamları iyice tuz biber oldu. Özellikle de Kadir gecesinde bu saldırıların şiddetlenmesi gecemizi tamamen zehir etti. Dünya üzerindeki iki milyara yakın Müslüman’ın beş on milyon Yahudi karşısında yaşadığı bu zillet hali, sosyal sorumluluğumuzu unutmanın veya ihmalin acı bir faturası olarak maalesef kadir gecesinde önümüze geldi.

“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin.” (Âl-i İmrân 3/103)

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl 8/46)

Ayetlerin ifade ettiği gibi Allah’ın ipine sımsıkı sarılamadık, ayrılığa düştük, kuvvetimiz gitti. Bir avuç Yahudi’nin kuklası olduk. Bu aciz ve zayıflığımız nedeniyle dünyanın dört bir tarafında daha nice azınlık Müslüman topluluklar korumasız ve çaresiz kaldılar.

İşte bu şartlar altında Kadir gecesini idrak ettik. Ne diyelim, Kadir gecemiz mübarek olsun, ama Müslümanların boynunda bu zillet tasması varken, gecelerimiz nasıl mübarek olacak bilmiyorum. Sabaha kadar tesbihler çekmek, tövbeler etmek, gerçekten bizi tek başına kurtaracak mı bunu da hiç sanmıyorum.

Zira en azından kâfirlere buğz psikolojisine girmeyen ve bu acıların intikamını almayı kendine dert etmeyen bir Müslüman’ın gecesinin mübarek olması mümkün değildir. Yani eğer bizler ibadetlerimizin değil de Allah’ın kulları isek durum böyledir, başkaca inananın gecesini de gündüzünü de Allah mübarek etmez, kendimizi kandırmayalım…

İşte böyle bir gecede bence en büyük amel, Allah’tan samimi duygularla cihad dilemektir ve en azından bu zulmü Müslümanlara reva gören kâfirlere buğz ederek sabahlamaktır. Başkası zilletten öte nifak alametidir, şuursuzluktur, fıtrat bozukluğudur.

Aksi halde: “Size ne oluyor da Allah yolunda ve, ‘Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver.’ diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” (Nisa 4/75) ayeti size bu durumda ne yapmanız gerektiğini, nasıl bir duruş ve şuur içinde olmanız gerektiğini ciddi olarak hatırlatır.

Şu çok açık bir gerçek ki zalimle cihad etmeden ve zalimin gücünü elinden almadan, hiçbir topluma huzur ve barış gelmez. Bunların dışındaki düşünceler ancak, gerçek yaşamda hiçbir karşılığı bulunmayan güzel rüyalar ve boş hayaller olabilir. Bu arada cihadı da keyfe göre sağa sola savaş açmak şeklinde anlamak cahilliğin ta kendisidir. İslam’da savaş, tercih değil zorunluluktur. Nitekim insanlık, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) savaşları gibi çok az can ve mal kaybıyla dünyanın çehresini ve tarihin akışını müsbet bir şekilde değiştiren başka savaşlar görmemiştir. Bu göz kamaştıran sonucun sebebi ise Efendimizin (s.a.v.) savaşlarının sadece güzel ahlak ve iyilik ruhu taşımasıdır.

Sözün özü: İçinde yaşadığımız şu zorlu zaman dilimi, yerinde maddi güçle yerinde sevgi, şefkat ve merhametle İslam’ın güzel ahlakını yayma zamanıdır. Dolayısıyla insanlığın kurtuluşu da kendi kurtuluşumuz da ancak buna bağlıdır.

Allah’a (c.c.) emanet olunuz.