Korku nedir? Kur’an’da hangi konularda korku kavramı ön plana çıkartılmaktadır? Burada yapacağımız okuma, temelde bize neler söylüyor, değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
Korku, “Bir tehlike veya bir tehlike düşüncesi karşısında uyanan kaygı duygusudur.” Ya da “Gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında uyanan ve coşku, beniz sararması, ağız kuruması, kalp ve solunum hızlanması gibi belirtileri olan veya daha karmaşık fizyolojik değişmelerle kendini gösteren duygudur.” tanımları yapılmıştır. Korku aslında, öğrenme yoluyla, yani eğitimle kazanılır. Bununla birlikte, kalıtım yoluyla bilinçsiz olarak gelen korkular da vardır. Çocuğun kandan, hayvanların kendi düşmanlarından korkması kalıtım yoluyla gelen korkuya birer örnektir.
Dinî yaşantının ana motifi olan ve dinin ilk ve derin kaynağı olan din duygusu; dinî korku, saygıyla karışık dinî haşyet ve dinî neş’e gibi çeşitli psikolojik unsurlardan oluşur. Kişinin Allah’a, dinî kutsallara karşı hissettiği aşk, insanın fıtrat ve tabiatına özgü bir heyecandır. Dinî korku ise basbayağı bir korkudur. Göğsün titreyişi şeklinde ifade edildiği gibi ilahî ceza fikrine kadar yükselebilir. Böylece din duygusu korku ve sevgi gibi iki farklı makamdan meydana gelir.
Arapça sözlükte “korkmak, kaygılanmak, endişe duymak” gibi anlamlara gelen havf kelimesi, genellikle “hoşlanılmayan bir durumun başa gelmesinden veya arzulanan bir şeyin elde edilememesinden duyulan kaygı ve korku” şeklinde tanımlanmıştır. Râgıb el-İsfahânî, havfı, “insanın tahmin ettiği veya açıkça bildiği bir emareye dayanarak başına kötü bir hal geleceğinden kaygılanması” olarak tarif etmiştir. İnsanın şahsiyetini, benliğini gizlemesine sebep olan, düşünce boşluğuna düşüren hafif davranışlara iten, ruh veya cesediyle veya her ikisiyle teslim alan şeye denir. Korkunun (havf), “İnsanın Allah katındaki durumu hakkında hissettiği korku ve kaygıları ifade etmek üzere kullanılan bir terimdir.” şeklindeki tarifi, korkunun daha ziyade manevî olarak, özellikle ahirete bakan boyutuyla ele alınan bir tanımıdır. Gazzâlî’nin ‘ileride kötü bir durumla karşılaşacağı beklentisinin insanın ruhunda sebep olduğu elem ve huzursuzluk’ şeklindeki tanımı ise havfa psikolojik açıdan bakan bir yaklaşımın sonucudur.
Kur’ân-ı Kerîm’de havf kökünden gelen veya aynı anlamdaki diğer mastarlardan türeyen isim ve fiiller 125 yerde geçmekte; bunların yarısına yakını dünyevî korku ve kaygıları, diğerleri ise Allah korkusu, azap korkusu, ahiret kaygısı, günah işleme endişesi gibi dinî kaygıları ifade etmektedir. Tasavvufî eserlerde havf kelimesinin daha da özelleştirilerek bilhassa Allah korkusu ve ahiret hayatıyla ilgili ağır endişeler için kullanılan bir terim haline getirildiği görülmektedir. Korkunun (havf) fazileti, yaktığı şehvetler oranında, insanı günahtan alıkoyduğu ve ibadetlere teşvik ettiği nispettedir. Korku, Allah’a hakkıyla yaklaştırıcı ve dinen övülen faziletli amellerdendir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “korku” ifadesinin geçtiği fiiller şunlardır:
Havf ve havf ile eşanlamlı olan haşyet, korkulan şeyin kudretini ve hâkimiyetini bilmekten dolayı hissedilen saygı, ta’zim korkusunu ifade etmektedir. Allah’tan korkmak için tahsis edilmiştir.
Rehbet, şiddetli veya telaşlı korkuyu ifade eder. Izdırap ile korkup çekinmektir. Uzun süren ve devam eden korku rehbet ile ifade edilir. Rehbet kelimesinin, “korkunun uzun sürmesi ve devamlı olması” anlamından hareketle, esas vasıfları sürekli olarak Allah’tan korkarak ibadette aşırı giden, sürekli korku ve kaygıdan kaynaklanan Allah korkusundan dolayı bir hücreye kapanıp kendini ibadete veren Hristiyan keşişlere eski Araplarca “rehbet” kökünden râhib ismi verilmiştir. “Rahbaniyyet” de fazla korkup çekinmekten dolayı ibadete tahammül etmede aşırılık ve ifrat demektir. Bu kelime çoğul şekliyle (ruhbân) Kur’ân-ı Kerîm’de kullanılmaktadır.
Ru’b, havf/korku, endişe duygusuyla dolu olmaktan dolayı bir şeyden ayrılmak/uzak durmaktır. Sözlüklerde feze’ ve havf anlamında kalbe atılan bir tür korku olarak tanımlanmaktadır. Allah’a, ahiret gününe ve yeniden dirilmeye inanmayan, tevhid akîdesinden sapan, Ehl-i Kitab’a izafe edilen ve insanın içinden doğmayıp, inkâra şartlanmışların iradeleri dışında, Allah tarafından kalplerine atılan, tanımı zor olan ve ancak bu duyguyu hissedenlerin bilebileceği bir korkudur.
Rav’, korku ve ürkmek demektir. Yürekte korku yerine de denir. Saygı ve azametten dolayı hissedilen bir korku türü olarak tanımlanmaktadır. Râgıb el-İsfahânî’ye göre, feze’den bir cüz olarak (kalbe) atılan bir korku türü anlamındadır. Bu kelime, Kur’ân’da sadece bir yerde geçmekte olup, Lût kavmine gönderilen meleklerden dolayı Hz. İbrahim’in içine düşen korkuyu anlatmaktadır.
Feze’ bir şeyden ayrılmak ve korkmaktır. Korkunç bir şeyden insanda meydana gelen tutukluk ve ürkeklik, yani şiddetli korku ile sarsılıp belinlemek demektir. Bir düşman baskını, korkunç bir ses ve benzeri ânî tehlike karşısında kalbi âdeta yerinden koparacak kadar şiddetli, birdenbire ortaya çıkan korku feze’dir. Bundan dolayı kıyametin husûle getirdiği, kâfirlerin ödünü patlatan korku Kur’ân’da “en büyük korku” olarak isimlendirilmiştir.
Direkt korku kavramlarının yanında, korku kavramına yakın anlamlı olarak düşündüğümüz aşağıdaki kavramlar da Kur’ân’da bulunmaktadır:
İşfak, “kaygı verici bir durumla karşılaşmaktan korkmak, çekinmek, ürpermek, hoşlanılmayan şeylerden korkmak” manasında daha ziyade kalp rikkati, yufka yüreklilik olan şefkat, üzerine titrediğimiz bir şeye gelecek tehlike ve zararlara karşı kalpte duyulan hissin adıdır. Evladı üzerine titreyen annenin bu hali şefkat diye isimlendirilir.
Vecel, korkmak, ürperme anlamındadır. Ebû Hilal Askeri’ye göre vecel, bir kimsenin tedirginlik ve kaygı nedeniyle ürperti hissetmesi halidir. Râgıb el-İsfahânî’ye göre bu kelime Kur’ân’da “korku duygusu ile dolmak, korkuyu hissetmek, ya da korkudan tüylerin diken diken olması, ürpermesi” anlamına gelmektedir. İbn Kayyım el-Cevziyye’ye göre vecel, gücü ve cezasından korkulan kişinin anılması ya da kendisini görmekle kalpte meydana gelen sarsılma ve titremedir. Askerî ise, insan huzursuz olur ve emniyet hissine sahip olmaz ise bu durum vecel kelimesinde ifadesini bulur.
Hazr, ister şüpheli ister şüphesiz olsun zarardan sakınmak, zarara karşı müdafaa durumu söz konusudur. Hazer, ister zannî ister yakînî olsun zarardan korunma, kaçınma anlamındadır. Hazr için sakınmak, korunmak ve ihtiraz (dikkat-uyanıklık) manaları yanında hazırlıklı ve tetikte olmak, feze’ (korkmak) da kullanılmıştır. Hazerdeki korku, Allah’ın muhabbetini kaybetmekten azabına düçar olmaktan sakınmak için daima yakaza halinde olmayı gerektiren bir korkudur. Bu neticeleri vermeyen korku, hikmete uygun olmayıp tedipte kullanılması doğru değildir.
Huşû, yalvarmak, boyun eğmek demektir. Gözü kapattığında sükûnete ermiş, rükû eden ve mutmain olana da huşû duyan anlamında hâşî denir. Genelde kalbin boyun eğişi için tazarru, dış organların boyun eğişi için huşû tabiri ile kullanılır. Huşû, sükûnet ve itaat etmektir (tezellüldür). Her sükûnete eren hudû ve huşû duyar. Huşû, mecazen korku ifade eden bir kavram olmakla birlikte, kabarıp böbürlenme (istikbar) ifade eden kavramların zıddı olarak kullanıldığı şu ayette; “Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin.” denilirken, bunun: “Allah’a huşû ile boyun eğenlerden başkasına ağır geldiği” (el-Bakara 2/45) vurgulanır.
İkşi’rar: Deri çok daralıp büzüldüğünde yani kabzolduğunda böyle denilir. “Korkudan derisi diken diken oldu ve tüyleri ürperdi.” (ez-Zümer 39/23) ayetinde kullanıldığı gibi. Onların çok fazla korkmalarını tasvir etmek için Allah Teâlâ tarafından verilmiş bir temsildir. Kur’ân’ı ve tehdit dolu ayetlerini işittiklerinde onlara bir korku gelir ve ürperti duyarlar. Sonra Allah’ı ve rahmetini hatırlayıp, mağfiretini duyduklarında derileri ve kalpleri yumuşar ve kendilerindeki korku ve ürperti kaybolur manasındadır.
İnzâr: Nezr, adak demektir. İnsanın bir şeyi adayarak kendisine vacip kılmasıdır. “İnsanın korktuğu bir şeyden kurtulması durumunda, kendisine gerekli kıldığı şey” anlamına gelir. Ya da insanın kurtulması için sevdiği her şeyini feda edeceği korkudur. İnzâr, havf’a (korkuya) konu olan durumu bildirmek sureti ile korkutmaktır. Bir şeyi bildirip sakınmasını istemek, dikkatini çekmek, korku verip uyanık olmasını sağlamak anlamındadır. İnzâr, korkutarak bildirmektir, sadece başkasına yapılır. Ancak çirkin olan bir şey konusunda olabilir. Kıyamette karşılaşacakları dehşetli korkuları insanlara hatırlattıkları için, “Nezîr” sıfatı peygamberlerin ortak bir özelliği olarak Kur’ân’da çokça yer alan bir ifadedir.
Takva, vekâ fiilinin manaları “bir şeyi muhafaza etmek, eziyetten korumak, himaye etmek, zarar verecek şeyden onu sakınmak, çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle bir tehlikeye karşı korumaya almak” anlamlarını taşırlar. “Yarım hurma ile de olsa, sadaka vererek kendinizi cehennemden koruyunuz.” hadisi, nefsi yarım hurma da olsa sadakayı kalkan edinerek cehennemin ateşine karşı korumak manasını açıkça göstermektedir. Istılahta takvâ; “insanın kendisini Allah’ın vikayesine (muhafazasına) koyarak, ahirette zarar ve eleme sebep olacak şeylerden titizlikle koruması, yani günahlardan geri durup hayır olan işlere sarılması” diye tarif edilmiştir.
Şühûs: Gözün karşılaştığı her şeye denir. Gözünü açıp kirpikleri oynatmayarak ve bakmayarak belerten kimseye denir. Göz ucunu semaya dikip bir yere ölü gibi boş boş sabit bakan, takılıp kalan anlamındadır. Ancak ceset için olur. Çok korktuğundan afalladığı için gözünü çevirip hareket edemeyen, bir şeye dikip bakan anlamındadır. İbrahim suresi 42. ayette, zalimlerin dünyada yaptıklarının yanına kâr kalacağını zanneden zalimlerin, işin öyle olamayacağını gözlerin korkudan dışarı fırlayacağı dehşetli bir günün onları beklediğini görecekleri bildirilmiştir.
Kur’ân’da korku anlamı ifade eden lafızların değerlendirilmesine dair çarpıcı ve ilginç örneklerin bir kısmından olaylar ve insan psikolojisi bağlamında bazı örnekler vermek mümkün mü?
Hz. Musa’nın doğumu örnek verilebilir. İsrail oğullarından doğan çocukları öldüren Firavun’un korkusundan dolayı, Mûsâ’nın (a.s.) annesi onu doğurunca Allah’tan aldığı ilham ile çocuğu Nil Nehrine bıraktı.
“Mûsâ’nın annesine, ‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden endişe ettiğinde onu nehre bırak. Korkup kaygılanma. Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız.’ diye vahyettik.” (el-Kasas 28/7)
Allah’a karşı ilahlık iddiasında bulunan Firavun, hanımının “O, senin ve benim göz aydınlığımız, muradımız olsun! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur veya onu evlât ediniriz.” (el-Kasas 28/9) teklifiyle can düşmanı olacak Mûsâ’yı (a.s.) sarayında besleyip büyüterek, âdeta kendi eliyle sonunu hazırlamıştır. Ne kadar güçlü olursa olsun, Allah’ın planı karşısında kulların tedbirinin hiçbir işe yaramayacağı, O’nun düşmanlarından intikam almaya kadir olduğu bir daha görülmüştür. Bu durumu ifade eden güzel bir beyitte şöyle denilir:
Hak Teâlâ intikamın yine abd ile alır,
Bilmeyen ilm-i ledünnü bunu kul yaptı sanır.
Başka bir örnek, şeytanın Allah’tan korktuğunu ifade etmesine rağmen, kurduğu tuzaklarla insanı Allah’ı inkâr ettirmeye çalışması dile getirilir: “Tıpkı şeytanın durumu gibi: Hani o insana ‘İnkâr et’ der; o inkâr edince de ‘Bilesin ki benim seninle ilgim yok, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.’ der.” (el-Haşr 59/16)
İnsanın kendi kabahat ve kusurlarını şeytana yüklemesinin ne kadar yansıtmacı bir tavır olduğunu ayetten anlamaktayız. Allah’ı inkâr etmeyi insana süslü gösterip sonradan, “ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” diyerek onu inkârıyla baş başa bırakması, bir çeşit yadsımacılıktır. Demek ki, insanların bir kısmı azgınlıkta şeytanı bile geride bırakmaktadır. Diğer yandan şeytan bile Allah’ı inkâr etmekten korkarken, Allah’ı inkâr ettiğini iddia eden ateistlerin düştükleri komik durum açık bir şekilde ayette sergilenmektedir.
Bir de mü’minin diğer insanlara karşı hassasiyetini gösteren şu örnek:
“İman etmiş olan adam dedi ki: Ey kavmim! Şüphesiz ben, Nûh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi ve onlardan sonra gelen toplulukların başına gelen olayların sizin de başınıza gelmesinden korkuyorum. Allah kullarına asla zulmetmek istemez.” (el-Mü’min 40/30-31) Ayetteki iman eden kişi kavmini iki tehlike konusunda ikaz etmektedir: Birincisi, kendilerine gönderilen peygamberlere karşı gelip inkârda ısrar eden önceki halkların akıbetleridir. Şirk koşup peygamberlerine karşı çıktıkları için Allah onları cezalandırmıştır. İkinci tehlike ise, insanların korkudan çığlıklar atacağı mahşer gününde yardımsız kalacakları andaki çaresizlikleridir.
“Gerçek vaad (kıyametin kopması) yaklaşır, bir de bakarsın inkâr edenlerin gözleri açılıp donakalmıştır. ‘Eyvah bizlere! Doğrusu biz bundan gafildik. Hatta biz zalim kimselermişiz.’ derler.” (el-Enbiyâ 21/97) ayetinde olayın şiddetini ve insanların kıyamet olayı karşısındaki şaşkınlığını, aczini ifade eder. Artık geriye dönüş imkânı olmadığı için inkârcılar dünyada yaptıklarına pişman olup kendi kendilerini kınayacaklardır. Çünkü bütün peygamberler kıyametin kopacağını ve hesap gününün geleceğini haber vermiş oldukları halde onlar hiçbir mazeretleri olmaksızın kıyameti, dolayısıyla peygamberleri yalanlamışlardır, zulüm ve haksızlık yaptıklarını da itiraf edeceklerdir.
Kur’ân’da korku ile karşıt anlamlı lafızlar, insanı nasıl bir ruh haline davet ediyor? Korkunun kaygı verici dünyasından uzaklaşma ve huzur anlamında bize neler söylüyor?
Emn, korkunun tersidir. Emn, fert ve toplumun maddî ve manevî rahatlarının yıkılıp yok olmasına sebep olan dâhilî, haricî, semavî, arazî, maddî ve manevî tehlikelerden salim olmasıdır. Kur’ân’dan iktibasla hakikî emniyetin Allah Teâlâ tarafından yaratılıp sağlandığı, ancak O’nun lütfuyla peygamberler ve mü’minlerden olabileceğini söyleyebiliriz. Yeryüzünde fesad peşinde koşup insanların can ve mal emniyetini gözetmeyen kâfir, zalim, fasık, münafık ve isyancı mücrimler için Allah’tan, Resûlü’nden ve mü’minlerden bekleyebilecekleri bir güvenlik söz konusu olamaz ve buna da lâyık değildirler. Allah Kur’ân’da: “O, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır, esenlik verendir, güven sağlayan ve kendisine güvenilendir, görüp gözeten ve yönetendir.” (el-Haşr 59/23) şeklinde kendisini “güven sağlayan” (el- Mü’min) olarak tanıtıyor. Bu şekilde kullarını azabı ve cezasından, kıyamet korkusundan koruyarak kalplerinde itmi’nân duygusunu yaratmak suretiyle onlara gerçek emniyeti bağışlayan, mahlûkatını tehlike ve musibetlerden koruyan olduğunu bildirmektedir. Mü’min isminin, Allah’a iman eden insanlara sıfat olmasının güven kavramıyla alakasını ifade eden bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v.): “Komşusu zararlarından emin olmayan kimse iman etmiş olamaz.” (Buhari, Edeb, 29) diye buyurmuştur.
Kur’ân’da muttakilerin kıyamet gününde emin bir yerde olacaklarını ifade etmek üzere, “Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve pınarlar başındadır. Onlara, ‘Girin oraya esenlikle, güven içinde.’ denilir.” (el-Hicr 15/46) buyrulur.
Ayetteki ‘uyûn’, cennette bulunan su pınarları, şarap ırmakları, selsebîl, tesnîm ve Kur’ân’da zikredilen diğer cennet şaraplarıdır. “Girin oraya güven içinde” bölümünün Allah’ın azabından çıkıp kurtularak, ölüm ya da her çeşit korku ve hastalıktan emin olarak Allah’tan bir selamlama ile cennete girin anlamında olduğu belirtilmiştir.
Sükûn: Seken kelimesi, insanın, koca ve sevgili gibi yanında sükûnete erip rahatladığı ve kendisinde itmi’nân bulduğu şeydir. Işığı sayesinde etrafa ünsiyet peydah edildiği için ateşe “seken” denilmesi de bu manadan dolayıdır. Emanet niteliğinde olup vakar taşıyan sembollere “sekînet” denir. Sekînet, sükûn ve güven, rahat ve ağırbaşlılık manasına masdardır ki, nefisteki telaş ve heyecanın kesilmesiyle meydana gelen ve kalp oturması, yürek ısınması, gönül rahatı denilen huzur ve sükûn haline veya onun kaynağına isim olur. Şu ayette Resûlullah’a (a.s.) bey’at edenlere Allah’ın indirdiği iç huzurundan bahsedilir. “Şüphesiz Allah, ağaç altında sana bîat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih nasip etmiştir.” (el-Fetih 48/18)
Hudeybiye’de hayatları pahasına da olsa Hz. Peygamber’i destekleyeceklerine, savaşıldığı takdirde kaçmayacaklarına yemin eden 1400 sahâbî, Allah’ın rızasına (rıdvân) nâil olmuşlar, ayrıca bunlar Kur’ân’da zikredildiği için kıyamete kadar hayırla anılma şerefine ermişlerdir.
İtmi’nân: İtmi’nân sakinleşmek, rahatlamak ve yatışmaktır. İtmi’nân Kur’ân’da değişik ayetlerde sakinleşmek, rahatlamak, yatışmak, kişinin gönlünün bir şeye ısınıp kanması ve huzura ermesi gibi farklı anlamlarda kullanılmıştır. “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra’d 13/28) ayetinde, mü’minlerin kalbinin Allah’ı anmakla tatmin olacağı bildirilir. Mü’minler yaptıkları her işte Allah’ın adını anarak adım atar, davranışlarını bu çerçevede geliştirir. Zor anlarında sığınabilecekleri en güvenilir mercî olarak Yüce Yaratıcıyı hatırlamak, onları kalben de rahatlatan en güzel sakinleştiricidir.
Günümüzde gerek genel anlamda insanlar için, gerekse inanç dünyasına mensup insanlar için önemli bir konu da ümit ve korkunun insandaki bağlamına dair psikolojik durumlardır. Korku-ümit dengesi ve havf-reca ilişkisine dair neler söylenebilir? Bu konu nasıl değerlendirilmeli ki, doğru bir anlayışla mutabık bir yerde duruyor olalım?
İslâm literatürüne yerleşmiş bulunan “havf ve recâ” (korku ve ümit) terimleri insanın günahları konusunda Allah’tan ve onun azabından korkmasını; akıbeti ve ahireti konusunda Allah’ın rahmetinden ümidini ifade eder. Bu konuda Müslüman için ideal olan, ayet ve hadislerde geçtiği gibi korku ile ümit arasında (beyne’l-havfi ve’r-recâ) olmaktır. Korku, insana hoş gelmeyen şeyin beklenmesinden dolayı kalbin duyduğu elemdir. Ümit ise, insanın arzu ettiği şeyi beklemesinden dolayı kalbinde oluşan duygudur. İmanın sıhhatinin şartlarından biri de imanın korku ve ümit arasında bulunmasıdır. Korku ve ümit hem bir duygu hem de ruhsal bir güçtür. Yaşam boyu birbirini karşılayarak, telafi ederek ya da tamamlayarak motive edici bir etki yaparlar. Bu iki duygu birlikte, yan yana ve aynı yönlerde hareket eder. Yaratılışı gereği insan ruhu hem korku hem de ümitle doludur.
“Beynel-havfi ver-recâ” insanın korku ile ümit arasında olmasını ifade eden bir deyimdir. Kur’ân’da insanın Allah’ın azabından korkması, “Her kim Allah’a ve Resûlü’ne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar mutluluğa erenlerdir.” (en-Nûr 24/52) şeklinde istenirken; rahmetinden ümit var olması da “İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah, gafûr ve rahîmdir.” (el-Bakara 2/218) şeklindeki ayetlerle talep edilmiştir. Allah kendisini hem rahmet ve mağfiret sahibi hem de azap edici olarak tanıtıp, “Şüphesiz Rabb’ın insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir, fakat Rabb’inin azabı da çok şiddetlidir.” (er-Ra’d 13/6) “İyi biliniz ki Allah’ın cezası çok şiddetlidir ve gerçekten Allah, çok bağışlayan, çok merhametli olandır.” (el-Mâide 5/98) “(Ey Resûlüm!) kullarıma haber ver; ben gerçekten çok bağışlayan, çok merhamet edenim ve gerçekten benim azabım da çok acıtıcı bir azaptır.” (el-Hicr 15/49-50) ifadeleri insanın korku ile ümit arasında olmasını ön görmektedir.
İslam’ın korkutmaya dair uyarıcı yaklaşımlarında yaş gruplarına dair yaklaşım nedir? Günümüz insanının ümide olan ihtiyacı, Allah’ın (c.c.) merhameti ve Yaratıcıya dair hissiyatı ve algısı üzerinden görüş ve değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
Bilindiği gibi İslâm’da çocuk yaştakilerin herhangi dinî bir mesuliyeti bulunmamaktadır. Hristiyanlık, doğan her çocuğu Âdem’in (a.s.) Allah’ın kendisine koyduğu yasağı çiğnemesinden dolayı günahkâr kabul edip vaftiz ederken, İslâm’da büluğ çağına kadar çocukların günahsız olduğu kabul edilmektedir. İnsanın kendisine ulaşan peygamberî uyarılardan sonra, hayatını Allah’ın emir ve yasaklarına göre sürdürmemesinin sorumluluğunu ahirette üstleneceği bildirilmektedir. Diğer taraftan hiç günah işlemeyen insan olmayacağına göre, önemli olanın insanın hatalarına tövbe etmesidir. Üstelik tövbe edenlerin kötülükleri de iyiliklere çevrilecektir. “Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (el-Furkân 25/70)
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de “Sizi mutedil (vasat) bir millet kıldık.” (el-Bakara 2/143) buyurur. Her konuda olduğu gibi havf ve recâ konusunda da mu’tedil olmak, dengeyi kaçırmamak gerekir. Mü’min için ideal olanın, hayatını sürdürürken havf hâlinin galip olması, ölüm anında ise Allah’ın geniş rahmetini düşünerek recâ hâline sahip olmasıdır. Ölüm döşeğindeki sahabiye Peygamberimizin telkini de bu yönde olmuştur. “Resûlullah ölmek üzere olan bir adamın yanına girmişti. Hemen sordu: ‘Kendini nasıl buluyorsun?’ ‘Ey Allah’ın Resûlü! Allah’tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum.’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.): ‘Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah o kulun ümit ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar.’ buyurdu.” (Tirmizî, Cenâiz, 11, (983); İbn Mâce, Zühd, 31, (4261).)